- 15-08-2015
- 0 yorum
- 5952 okunma
“Rabbinizden size indirilen kitaba uyun, ondan başka dostları edinerek onlara uymayın.” (A’raf; 3)
Taassup, insanların konuşmalarında, özellikle Doğu’da çokça kullanılan bir kelimedir. Halkın konuştuğu bütün odaklarda ve toplanma yerlerinde bu söz ağızlardan düşmemektedir. Hatta konuşmaktan aciz olan da iyi konuşan da bu kelimeyi kullanmaktadır. Bu kelimeyle başlayıp devam etmeyen ve yine bu kelimeyle bilmeyen hiç bir konuşma yoktur. Taassubun varlığı her belanın, sebebi ve her kötülüğün kaynağı sayılıyor. O, kendisiyle nitelenenler ile başarı ve kurtuluş yolu arasına gerilmiş en kaim perde ve engel olarak görülüyor. Hak ile batılı birbirinden ayıramadıkları halde, Batılı giysilere bürünerek onların her türlü hallerini taklit etmek yolunda olanlar bu kelimeyi kullanmakta en ileri gidenlerdir. Onların, taassubun kötülüklerini açıklarken başlarını salladıkları, kaşlarını çattıkları, sakallarıyla oynayıp bıyıklarım kıvırdıkları, alaycı bir tavır takındıkları, sağa sola hakaretler yağdırdıkları görülür. Bir insanın değerini düşürmek istediklerinde önce taassup kelimesiyle suçlar, ardından Avrupalı bir kelime olan fanatik sözüyle açıklamaya girişirler. Bir şahsın kendi anlayışlarına karşı muhalefetini gördüklerinde hemen onu mutaassıp (taassup sahibi) sayarlar ve kaş göz işareti yaparak alay eder, gördüklerinde yüzlerini ekşitir, konuşmaktan kaçınır, burunlarını havaya dikerek arkalarını dönerler. Haline yazıklanır ve tehlikeye uğramasını isterler. Peki, ama bu kelimeden nasıl bir anlam çıkarmaktadırlar? Bütün kötülüklerin düşünce biçimi ve bütün eksikliklerin doğuş kaynağı sandıkları bu kelimenin gerçeği hakkında bildikleri bir şey var mı?
Taassup, asabiyet (kendi akraba, vatan, din ve milletini koruma ve savunma gayreti) sahibi olma anlamında Arapça bir mastardır. Kişiye sağlayan, onu zulüm ve tecavüzden koruyan kendi cemaatidir. Bu yüzden taassup insana has, bir niteliktir. İnsanın kendisi ile ilgili olanları korumaya çalışması, haklarını savunmak istemesi hep bu nitelikten beslenir. Taassuba bağlılık şekilleri de insanın sahip olduğu sıfatlara ve eğitimle bilgilere göre çeşitlenir.
Allah'ın, toplulukları üzerine Oturttuğu temel budur. Her topluluğun birlik ve beraberliği bu nitelik üzerine kurulmuştur. Çeşitli unsurlardan oluştuğu halde bir tek ruh tarafından idare edilen beden gibi, tek tek fertleri ve toplulukları bir ataya getiren ve hepsini bir tek vücut haline sokan bu özelliktir. Onun sayesinde bütün bir ümmet; her tavrı, mutluluğu veya mutsuzluğu kendisine ait olan kişileri diğerlerinden farklı birer şahsiyete dönüştürür.
İşte bu şekilde oluşan birlik, çeşitli topluluklar ve farklı kabileler arasında bir yarışma meydana getirir. Birbirinden farklı topluluklar birbirlerini geçmek için yarıştıklarında ortaya değerli sonuçlar çıkar. Medeniyetin ilerlemesine ve teknolojinin genişlemesine yol açan işte bu asabiyettir.
Taassup, bütün ümmetin kendisiyle dolu olduğu bir ruh halidir. Ümmetin fertleri bu ruhtan aldıkları payla gelişirler ve birbirlerine bağlanırlar. Şayet bu topluluktan birinin başına bir bela gelirse tamamı bundan rahatsız olurlar. Bu belayı savmak için harekete geçerler. Böylece asabiyet genel korunmanın sağlayıcısı haline gelir. Fertleri değersiz işlerle uğraşmaktan ve ümmete zarar verici davranışlarda bulunmaktan kurtaracak olan da budur. Milletin huylarının güzelleşmesi ve aralarında faziletlerin yerleşmesi, o millet fertlerinin aralarındaki kaynaşma ve asabiyet derecesine bağlıdır. Tıpkı canlı bir vücuttaki organlar gibi, baş yüksekte olduğu için ayaklardan vazgeçemez. Ayaklar, vücudun alt tarafında bulunduklarından aşağı olduklarını düşünmezler. Hepsi vücudun varlığı ve korunması için vazifelerini yerine getirirler.
Asabiyet azaldığı; milletin fertleri arasındaki bağlılık zayıfladığı zaman; güçler sarsılmaya, ipler gevşemeye başlar. Yardımlaşma ve birbirine hizmet etme ahlakı ortadan kalkar. Tıpkı bir vücudun dağılarak yok olması gibi, milletin oluşturduğu bina da yıkılır. Sonra milleti kuşatan bütün ruh hali, atmosfer yok olur. Dağılmış parçalardan başka ortada bir şey kalmaz. Kalanlar, diğerleriyle ya çok zayıf temas kurar veya kıyamete kadar ölümün pençesinde yaşarlar. Allah’ın bu yaratılmış âlem üzerindeki hiç değişmeyen kanunu gereği, şayet bir millette taassup zayıflarsa; Allah o milleti gaflet içinde, biri diğerinden habersiz bir şekilde bırakır. Bu durum fertler arasındaki bağı yok eder. Sonra ümmet içine ayrılıklar düşer ve yabancıların müdahalesi için hazır bir ortam meydana gelir. Artık böyle bir topluluk için, düştüğü bu durumdan kurtuluş imkânı hemen hemen yoktur. Ta ki, Allah onlara ikinci bir varlık için tıpkı başlangıçta olduğu gibi tekrar taassup atmosferini iade edinceye kadar...
Evet, taassup diğer sıfatlar gibi bir sıfattır. Fakat taassubun da bir sınırı vardır. Bu sıfatta dengeli olunmalı; ne ifrat, ne de tefride saptanmalıdır. Taassupta orta yolu tutmak, yukarıdan beri saydığımız özelliklere sahip olmaktır. Onun azlığı bir eksikliktir. Lüzumundan fazlası ise insanı haddi aşmaya götürür. Kendinden olanı ister haklı, ister haksız olsun savunmak durumuna düşürür. Böyle biri için bağlı olduğu kişi, sadece bu bağlılığı ile şerefli sanılır. Yabancıya bakışı adil olmaz. Yabancıların da insanca' hakları olduğu düşünülmez. Bu yüzden taassuptan beklenen fayda zarara dönüşür. Ümmetin şerefi gider, temelleri sarsılır, binası yıkılır. Çünkü insan topluluklarının oturdukları temel adalettir. Adalet kuvvetine inanmayan hiç bir topluluk yoktur ki, sonuçta yok oluşa sürüklenmesin. Taassupta bu denli aşırı gitmek zaten Peygamberimizin “Irkçılığa davet eden bizden değildir.” sözüyle de yasaklanmıştır.
Taassuptan kastedilen anlam daha çok bir soy birliği olduğu halde; örf ve geleneğe önem verenlerce daha geniş yorumlanarak dini bağ ile birleşen kişilerin birbirlerine yardımcı olmasına kadar genelleştirildi. Zaten Batılılar ve taklitçileri de taassuptan bu ikinci anlamı kastediyor ve ona şiddetle karşı çıkıyorlar. Oysa onların bu görüşü aklın kabul edebileceği bir görüş değildir. Çünkü ayrı ayrı kişileri, farklı kabileleri birliğe yönelterek fayda temin edecek bir kuvvetin kaynağı ister din, ister soy olsun tesiri asla inkar edilemez. İnsanoğlunda bu iki kuvvetin de varlığı Allah vergisi olduğu, insanlığın iftihar edeceği birçok güzel işler hep bu iki rabıta sayesinde meydana geldiğine göre sonuç değişmez. Aralarında soy yakınlığı olanların, karşılıklı ihtiyaçları gidermek için yardımlaşmaları ile dini yakınlığı olanların aynı şekilde hareket etmeleri arasında akıl için zerrece fark yoktur.
Aynı dinden olan, inançlarında birbirlerine uygun olan insanların; ifrata veya tefrite düşmeyip dengede tutulan bir asabiyete sahip olmaları, ilişkilerde çatışmaya yönelmez, başkalarına zulmetmeye kalkışmaz, başka dinden olanların haklarını çiğnemez ve verdiği sözleri, yaptığı anlaşmaları bozmazsa; bu tip bir taassup insan faziletlerinin en büyüğü, en faydalısı olur. Daha doğrusu böylesi bir taassupken mukaddes, en yüce bağdır. Yeterince güçlendirilirse ona uyanları her konuda zirveye çıkarır. Özellikle bu taassubu İslam’ın gereği olarak kullanana kat kat faydası olur. Irkçı duygulan tıpkı Müslüman topluluklarda olduğu gibi silinme noktasına getirir. Dergimizin ikinci sayısında bu konuya işaret etmiştik.
Dini asabiyetin en mukaddes bağlardan olduğu sözümüzden dolayı herhalde tenkit edilmeyiz. Çünkü asabiyetin bu çeşidi nasıl fertler arasındaki ihtilafı ortadan kaldırarak hepsini aynı amaca yöneltip işlerde ve gayretlerde ilişki sağlıyorsa; keza kabileler ve farklı cemaatler arasında da nefreti, aykırılıkları, farklı dili konuşmak ve farklı geleneklere sahip olmak gibi aykırılıkları ortadan kaldırır. İnsanları birbirinden ayıran renk ve şekil farklılıklarını yok eder. Çelişkili yönelişleri tek gayeye yöneltir. Bu da egemenliği güçlendirerek şeref ve yücelik kazandırır. Kendilerini toplayan isim altında, tarihin şahitlik ettiği büyük eserler meydana getirirler. Dini taassuplarının kuvvetli olduğu devirlerde oluşan bu güzel hatıraların varlığında ırk bağının hiç bir rolü yoktur.
Zamanımızdaki bazı zındıklar, dini taassubun kötülüklerini açıklamak için seslerini yükseltiyorlar. Bunlara göre din; bağlılarını medeniyetten alıkoyan bir unsurdur. İddialarına göre; Müslümanların din kardeşlerini korumak için gösterdikleri gayret ile, dinlerine bulaşan hastalıkları gidermek için ortaya koydukları çaba medeniyet yolunda ilerlemelerini engellemektedir. Böylece onları; ilmin ve kültürün nurundan alıkoyan, cehaletin karanlığına atan ve dinlerine muhalefet edenlere karşı düşmanlığa sevk eden de bu taassuptur. Öyleyse kötülükleri ortadan kaldırmak ve işleri düzeltmek için dahi taassubun yok edilmesi, etkilerinin silinmesi ve akim dini inançların baskısından kurtarılmasından başka bir yol yoktur. Bu adamlar Müslümanlara bu sözleriyle saldırıda bulunur ve taassubun kötülüğünü yalnız onlara çevirirler.
Yalancılar bütün bu sayılan sözleriyle iftira etmektedirler. Din, özellikle de İslam dini; ilim elde etmek ve kültür sahibi olmak için ilk Öğretmen, en sağlam rehber ve en isabetli yöneticidir. İslam; merhametli bir eğitici, iç dünyayı güzelleştiren ve ahlâkı yücelten bir şeref vericidir. Bağlılarım şefkat ve merhamet duyguları ile donatarak adalet yoluna götürür. İslam dini; yahşilikte ve acımasızlıkta en üstte bulunan bir toplumu, kısa zamanda akim ve medeniyetin en üst noktalarına çıkarmıştır. Bu, Arap toplumudur.
Belki, soy taassubunda olduğu gibi, din taassubunda da aşırılıklar olur. Bu da bir takım haksızlıklara ve zulme yol; açar. Hatta bir dine bağlı olanları, diğer dinlere inananlara düşman eder ve onları yok etmeye yöneltir. Nitekim Haçlı savaşları diye bilinen korkunç savaşlar; keza İspanyolların Endülüs Müslümanlarına yönelttikleri saldırılar bu çeşit yönelişlerdir. Bu saldırılarda amaç öldürmek ve yok etmektir. Hıristiyanların, ilk zamanlarda, Yahudileri Kudüs'e toplayarak yakmaları- ve yok etmek istemeleri de, buna benzer. Fakat bütün bu sayılan hareketler, dine aykırı oldukları için çok az bir müddet sürmüş; sonra yine, dinin aslında olan barış,, merhamet ve adalet kurallarına dönülmüştür.
Müslümanlara gelince: Onların içinden bazı gruplar da geçmişte bir takım aşırılıklar yapmışlardır. Fakat bu aşırılıkları, hiç bir zaman başka dinden insanları yeryüzünden, silmek İstemek gibi bir dereceye ulaşmamıştır. Müslümanların Arap yarım adasından çıktıktan sonra böyle bir harekette bulunmadıklarına tarih şahittir. İddiamıza başka bir kuvvetli delil ise; İslam hâkimiyetindeki topraklar üzerinde, kendi inanç ye gelenekleriyle yaşamaya devam eden topluluklardır. Müslümanların idaresi altına girmelerinden şu ana kadar korunmaktadırlar. Müslümanların güç ve kuvvetin zirvesinde, kendilerinin ise en zayıf bir dutumda Oldukları halde, konumlan değişmemiştir. Gerçi Müslümanlar, memleketlerinin genişlemesi için fetihçi bir ruh taşıyorlardı ve iktidarlarına engel Olmaya çalışanlara karşı oldukça sert mukabele ediyorlardı; fakat bununla beraber onlar, her kavmin, her dinin inançlarına saygı gösteriyorlar ve kimseyi dinlerini değiştirmek için zorlamıyorlardı. Verdikleri sözleri tutuyor, kendilerine boyun eğenlerin haklarını koruyorlardı. Hatta onları, başkalarının saldırılarına karşı savunuyorlardı. Nefislerine yerleşen bir esas da sözleşmesine rıza gösterene karşı sorumluluğu yerine getirmek idi. Müslümanlar zımmîlere muamelelerinde daima Allah’ın şu emrine uydular ve ondan asla dönmediler: “Ey iman edenler, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun; kendinizin, ana bahanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa ...” (Nisa; 135) Ancak insan yaratılışının kurtulamayacağı bazı istisna olaylar bunun dışında tutulmalıdır.
Müslümanlar, ilk çıkış zamanlarından şu güne kadar diğer dinlerden olanlara karşı haksızlık yapmamış; onların rütbelerinin yükselmesini, makamlarının büyümesini ve ilerlemelerini engellememişlerdir. Müslümanların kurdukları çeşitli devletler en güçlü dönemlerinde, diğer dinlere bağlı olanlardan birçoğunu yüksek makamlara çıkarmışlardır. Durum halen de böyledir. Batı dünyası, adaletin gerektirdiği bu seviyeye bugün bile ulaşamamıştır. (Ne yazık ki; Müslümanlar, taassupları yüzünden başka dinden olanların haklarını engeller diye düşünenler vardır. Böyle zannedenlere yazıklar olsun.)
Müslümanlar; ilk devirlerden itibaren, en kuvvetli oldukları, hızla bölgeler fethettikleri, mülk ve hâkimiyetlerini genişlettikleri, güçlerinin zirvesinde oldukları halde, hiç kimseyi dinlerini kabulettirmek için zorlamadılar. Sadece dinlerini tebliğve teklif ederlerdi. Teklifleri ya kabul edilirdi, ya da muhataplarından haraçadıaltında bir resmi vergi alırlardı. Bu haraçta ayrıntılarıİslam fıkıh kitaplarında açıklanan adaletli şartlara uyulurdu. Bu uygulama Romalıların ve Bizanslılarınkine hiç benzemiyordu. Çünkü onlar kuvvetli dönemlerinde, bir ülkeye girdiklerinde, oranın halkını kendi dinlerini terk etmeye ve Hristiyanlığı kabul etmeye zorlarlardı. Tıpkı Mısır, Suriye, hatta Avrupa memleketlerinde öldüğü gibi...
Bu söz, bu açıklama biraz uzun sürmüştür ve asıl konudan uzaklaşılmıştır. Fakat görmek isteyene, ibret almak ve hatırlamak isteyene yararı olmuştur. Basiret sahipleri için bunları bilmekte fayda yardır. Asıl konuya dönelim: Aklından zoru olmayan biri için, dengeli bir taassubu kabul etmemek mümkün mü? Dini taassupla ırk taassubu arasındaki fark, dini taassubun daha mukaddes, daha temiz ve faydasının daha kapsamlı oluşudur. Bu söylediklerimizin aksini savunacak akıllı birinin olacağım sanmıyoruz. Neden bazıları, bilmedikleri, anlamadıkları bu konularda ahmakça sözler söylüyorlar? Sadece ırk taassubu ile övünmekte aklın hangi esasına dayanıyorlar? Vatan sevgisi adını verdikleri ırk taassubunun faziletlerin en şereflisi olduğuna nasıl, inanıyorlar? Dengeli bir dini taassubu kötülemek, ondan uzaklaşmak ve yerine sadece ırk taassubunu geçirmekle hangi sosyal kurala uymaktadırlar?
Evet, Batılılar anladılar ki; Müslümanlar arasındaki bağı kuran en kuvvetli unsur din bağıdır. İslam’ın gücünün, bu dini taassuptan kaynaklandığını kesin olarak kavradılar. Oysa Batıkların, Müslümanların topraklarında gözleri vardır. Dolayısıyla emellerini gerçekleştirmek için Müslümanlar arasında bu düşük fikirlerin yayılması, böylece mukaddes bağların terkedilmesiyle Müslümanların birliklerinin bozulması ve İslam binasının bu şekilde yıkılması gerçekleşsin diye zihinlere bu fikirleri yerleştirmeye çalıştılar. Ümmetin yapısını temelinden sarsacak tefrikayı yaygınlaştırmaya çalıştılar. Bizi bildiğimiz gibi onlar da Müslümanların din ve inanç dışında bir bağı tanımadığını biliyorlardı. Bu bilindiği için araya bozguncular, sokuldu. Birçok cahil ve gaflet içindeki Müslüman bu bozguncuları taklit etmeye, Müslümanları dini asabiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. Bu uğurda Batılılara yardımcı oldular. Fakat diğer yandan, yok etmeye çalıştıkları dini, asabiyet, yerine ırk asabiyetini de geçiremediler. Bunun sonucundatoplumu ayakta tutan hiçbir bağ kalmadı. Bunların durumu, kendisine başka bir barınacak yer hazırlamadan, oturduğu evi yıkan kimsenin durumu gibidir. Dolayısıyla hayatın her türlü saldırısına karşı barınaksız bir halde açıkta yaşamaya mecbur oldular.
Hindistan’da, Müslümanların zihinlerinde henüz kaybettikleri iktidarı yeniden elde, etme fikirlerinin ayılmaya başladığınıhisseden İngilizler, bu durum gerçekleşirse kendilerinin açıkta kalacaklarını anlamışlardı hürriyetlerini yeniden kazanmak için ilenlerinin; Müslümanları teşvik, ettiğini anlayan İngilizler; İslam dininin asabiyetini ortadan kaldırmadıkça efendiliklerini sürdüremeyeceklerini, İslam dini yürürlükte kaldıkça kendilerini emniyette hissedemeyeceklerini kavramışlardı. Bunun üzerine Müslüman kılığında göründükleri halde; içlerinde bozgunculuk ve münafıklık, kalplerinde zındıklıktaşıyan bir grubu kendi yanlarına çektiler. Bunlar, Hindistan’da Neciriyye diye tanınan dehriyyun (materyalistler) idi. İngilizler onları; İslam akidesini bozmak, dini asabiyeti kırmak için kendilerine yardımcı olarak seçtiler. Bu yolla, Müslümanların dinigayretlerini zayıflatmak, topluluklarını dağıtmak, kuvvetlerini parçalamak ve aralarına tefrika sokmak istediler. Onlara, bu bozuk fikirlerini yaymaları için, büyük bir okul kurmalarında ve gazete çıkarmalarında destek oldular. Bu faaliyetlerle, İslam toplumu arasında ayrılık tohumları ekecekler ve inançlarını bozarak kuvvetlerini kıracak, direnme gücünü yok edeceklerdi. Böylece İngilizler de sömürülerinde hiç bir engelle karşılaşmayacaklardı. Bu zındıklar, hele İngiliz devlet adamlarının kendilerine iltifat etmeleri ve onları bazı basit makamlara geçirmeleri ile büsbütün aldanmışlardı. (Bir lokma için, milletini ve milletinin hukukunu satan yerin dibine batsın!)
Böylesi bir siyaset, Batıkların denemesini iyi becerdikleri ve meyvelerini iyi topladıkları bir yoldu. Onlar, bu siyasetleriyle Doğuyu ele geçirdiler ve sömürdüler. Batı devletlerinden birçoğu; Osmanlı, Mısır ve diğer İslam ülkelerinde böylesi tuzaklar kurmuşlardı. Kurdukları bu tuzaklara, çağdaş medeniyet ve ilim oltasıyla, Müslümanların idarecilerinden birçoğunu da düşürüp kendi hizmetlerinde kullandılar. Fakat biz Müslüman kılığındaki dehriyyun (materyalist) ve zındıkların bu hareketlerine şaşmıyoruz. Biz bazı gerçek Müslümanların imanlarını korudukları, inançlarında sabit oldukları halde, dini taassubu alabildiğine kötülemelerine şaşıyoruz. Dini asabiyeti güçlü olanları medeniyetten uzaklaşmakla suçluyorlar. Böyle yapmakla, milletin temel esaslarını sarstıklarını, ümmetin halini bozguna uğrattıklarını ve tutunacak dalları ellerinden aldıklarını bilmiyorlar mı? Dengeli bir asabiyeti kötüleyerek, ortadan kaldırmaya çalışarak, milleti eli kolu bağlı bir şekilde düşmanlarına teslim etmiş ve yer ve gök durdukça onların elinde köleleşmelerini sağlamış olmuyorlar mı?
Vallahi, bizim bu saydığımız birinci ve ikinci grubun hallerine olan şaşkınlığımız Batılılara olan şaşkınlığımızdan daha fazla değildir. Onlar bir yandan bu fikirleri Doğu toplumları arasında yaymaya çalışır, dini taassubu kötüler ve dini asabiyet sahiplerini vahşetle suçlarken; diğer yandan kendileri için dini taassubun bu şeklini oldukça ileri götürmekten hiç utanmıyorlar. Batılı hükümetlerin temel siyasetlerinden biri, Hristiyan misyonerlerinin faaliyetleri sırasında, başarıya ulaşabilmeleri için korunmaları ve yardım edilerek desteklenmeleridir. Bunların din ve mezheplerinden birine, Doğunun her hangi bir yerinde, insanoğlunun hiç bir zaman kurtulamadığı tecavüzlerden biri isabet edecek olsa; hemen bütün Batı dünyasını feryat ve figan sesleri doldurur. Hepsi, Batıyı kuşatan dini atmosferle birleşir ve “Kalkınız, ne duruyorsunuz, çok önemli bir hadise oldu, çok büyük bir felaketle karşılaştık, toplanınız, bu belayı hep birlikte savalım ve bir daha tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri eksiksiz alalım, din bu işten yâra almasın!” diye bağrışırlar. Bütün Batı toplulukları, aralarındaki ırk farklılıklarını, karşılıklı nefretlerini, siyasi düşmanlıklarını, aralarındaki bütün ihtilaflı konulan bir tarafa bırakır; müşterek düşmana karşı ortak bir tavır alırlar. Yakınlaşıp kaynaşırlar; bütün savaş ve siyaset güçlerini yönlendirmekte birleşirler ve kendi dinlerinden olanı koruyabilmek için çabalarlar. İsterse o kişi, dünyanın çok uzak bir noktasında olsun ve aralarında hiç bir ırk bağı olmasın, fark etmez.
Lâkin kendi dışlarındaki topluluklar için bunun tam tersi bir yol tutarlar. Karışıklık bütün yeryüzünü kaplasa ve kendi dinlerinden olmayanların kanlarıyla bütün dünya dolsa bile, onlardan hiç birinin kılı bile kıpırdamaz. Üstelik görmezlikten gelir ve sanki böyle bir şeyden hiç, haberleri yokmuş gibi davranırlar. İnsan fıtratına yaratılışta yerleştirilen şefkat ve merhametten zerresi bile kalmamış gibidirler. Başka dinlerden olanları, Avrupalıların yardımcısı ve himayesi altında yaşamak zorunda olanlar olarak görürler. Sanki Hristiyanların dışında kalanlar insan değil, sahipsiz ve güdülmesi gereken hayvanlar durumundadır. Bu durumun, onlarda yalnız dine bağlı olanlardaki özel bir hal olduğu sanılmamalıdır. Materyalistler, hiç bir dine ve kitaba inanmayanlar, hatta Allah ’sızlar, dini taassup konusunda dindarlarla yarışırlar. Dini asabiyeti güçlendirmek için emek harcamaktan kaçınmazlar. Bari hakkı tamsalar ve o noktada dursalar! Fakat bu konuda hak, hukuk tanımaz ve onu rahatça aşarlar. Avrupalıların dini taassup konusundaki bağlılıkları çok gariptir.
İçlerinden Glatston adında bir adam çıkar, hürriyet fikrini en yükseğe çıkaran kendi kavmi tarafından Hürriyetçi Parti başkanlığına getirilir. Fakat sonra herifin ağzından, içinde rahip Sen Piyer’1in ruhu bulunmayan bir kelime bile çıkmaz. Üstelik onu, önceki rahibin sanki bir kopyası olarak görürsün. (Gladston’un kitaplarına ve önceki konuşmalarına bakınız)
(1). Avrupalıları Haçlı Savaşları’na kışkırtan adamdır.
Ey rahmete kavuşmuş millet! Bu, sizin hayatınızdır, onu koruyun! Bu, sizin kanınızdır, boş yere akıtmayın! Bu, sizin ruhunuzdur, elinizden kaçırmayın! Bu, sizin mutluluğunuzdur, ölümden aşağı bir paha ile onu satmayın! Bunlar, dini bağlarınızdır. Boş sözlerle, vesveselerle aldanmayın! Lükse dalıp miskinleşmeyin! Hak söz dururken, batıla sapmayın! İdrakinizin önüne gerilmiş olan vehim örtüsünü kaldırın! En sağlam bağ olan dini bağlılık iplerine sarılın! O bağ etrafında, Arap’la Türk, İranlıile Hindistanlı, Mısırlı ile Faslı toplanmışlardı. İçlerinden biri, kendisinden çok uzaklarda bile olsa bir, kardeşine isabet eden felaketten üzüntü duyardı. Bunu, bu kadar çeşitli ırklar arasında bile sağlayan ve ırk bağının yerine geçen dini bağlılığın farkına varın!
Bu bağlantı, Allah’ın size ihsan ettiği en kuvvetli bağdır. Şerefiniz, gücünüz, iktidar ve hâkimiyetiniz ondadır. Onu zayıflatmayınız. Fakat onu korurken adalete de boyun eğiniz. Çünkü adalet kâinatın temelidir. Her hangi bir topluluk adaleti hor görürse başarıya ulaşamaz. Allah’tan korkunuz. Diğer dinlere mensup olanlara da adaletle davranmanızı emreden ilahi emirleri aklınızdan çıkarmayınız. Kendinizden olmayan vatandaşlarınızla güzel ilişkiler kurunuz. Çünkü sizin menfaatiniz onlarınki ile ve onların çıkarları da sizinki ile ilgilidir. Bini asabiyyeti zulme ve haksızlığa vasıta etmeyiniz, haklan çiğnemeyiniz. Çünkü dininiz, sizi haksızlıktan men ediyor ve sizi en şiddetli azapla tehdit ediyor. Dini asabiyyetinizi, sadece birbirinize yardım etmekle sınırlandırmayıp diğer milletlerle de bir takım üstünlükleri, faydalı ilimleri, faziletleri ve insanlığın olgunluğunu elde etme yarışında yardımlaşınız.
Sözünüzün birliği; gücünüzün toplanması ve her biriniz kardeşinin elinden tutarak onun, aşağılık bir hayattan üstün bir hayata yükseltilmesi için dini taassubunuzu vasıta olarak kullanınız. İyilikte ve fenalıktan sakınmada yardımlaşınız. Günah işlemekte ve haddi aşmakta değil…
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net