- 02-04-2015
- 0 yorum
- 3865 okunma
«Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahit olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır.» (Kaf; 37)
Allah insanı bir takım özelliklerle yarattı. Ona kemdi nefsi için çalışabilecek yolları gösterdi. Onu yeni ve görülmemiş şeyler bulmaya yöneltti. Rızkı insanın göstereceği çabaya bağlı olarak takdir etti. Emeğini varlığının temel direği ve devamlılığının dayandığı temel kural olarak belirledi. Böylece İnsan, sıkıntı veya bolluk, bedevilik veya medenilik gibi hallerin tamamında kendi isteklerini gerçekleştirecek güçte bir varlık olmuştur. Toprağı işleyerek yiyecek temin etmesi, hayvanları eğiterek hizmetinde kullanması, soğuktan sıcaktan korunmak için elleriyle giyecekler ve ayakkabılar yapması, barınak ve mesken hazırlaması ancak insanın kendi takdirinin ve kendi düşünüşünün neticeleridir. Yine imtihan olduğu nimetler ve her türlü lüks vasıtaları da kendi işlerinin ve düşüncesinin alanındadır. İnsan çalışmaktan bir an geri kalsa ve ellerini tabiata açarak istekte bulunsa; tabiat ona istediğini vermez, hatta onu yokluk uçurumlarına iter. İnsanın yeni ürünler için kendisine yol gösterecek öğretmene ye rehbere ihtiyacı vardır. Kendisine lazım olacak şeyleri elde etmek için ne yapacağım bilmek ve buna göre nasıl çalışacağını öğrenmek durumundadır. Bundan sonra ortaya koyduğu şeyler insanın kendi eseri olur. İnsan bu âlemde bir sanatkâr gibidir. Bu sanatkârın tabiata olan ihtiyacı, işçinin alete olan ihtiyacına benzer. İşte insan yeme, içme, giyinme ve barınmada böyledir.
İnsanın, idrak, düşünce, ahlak, doğal kabiliyetler ve ruhi faaliyetler gibi iç hallerine bakılacak olsa; yine onun çok ince sanatlara sahip bilgili bir yaratık olduğu görülür. Cesaret, korkaklık, telaş, ağırbaşlılık, cimrilik, cömertlik, yücelik, düşkünlük, yavaşlık, şiddetlilik, hırs, iffet ve bunlara benzer birçok haller insanın yetiştiği şartlara ve aldığı eğitim durumuna bağlıdır. Gayesi, düşünüşü, sevdikleri, ilahi sırlarla ilgili merak ve gayreti, tabiatın ardından koşması, gerçeği bulmaya heves göstermesi, fikri hareketlere ilgisi insanda daha önce babasından, anasından, kabile veya kavminden, kısacası temas ettiği insanlardan kalma bir takım emanetlerdir.
Doğduğu ve yetiştiği yerin havası, mizacı, dimağın şekli, bedenin yapısı gibi doğal sebepler nefsin ve ruhun halleri üzerinde etkide bulunmayarak bunlar, yalnız kabiliyetler üzerinde, o da pek az bir eser bırakırlar. Gerek eğitimin, gerek beraber yaşanan insanların durumlarının, gerekse öğretici olanların fikirlerinin, ruhta bıraktığı etkiyi yok ederek hiç olmamış bir hale getirirler. Evet, düşünceler yenileniyor, akla uygun şeyler fışkırıyor, nitelik yükseliyor ve çalışmalar genişliyor; sonradan gelenler evvelkilere üstünlük kuruyor da bunların hepsi tabiattan geliyor sanılıyor. Sonradan elde edilen işlerden olmadığı zannediliyor. Fakat işin doğrusu her dikilen ağacın meyvesi, her çalışmanın semeresi bir sanattır ve diğer sanatlara bağlıdır. Kazanılanların sonucudur. Sanatlar, sanatkâra bağlıdır. İnsan, aklı ve nitelikleri ile bir sanat âlemidir.
Bu gerçek üzerinde akıllı olan seçkinler de, sıradan kişiler de şüphe beslemezler. Yalnız bununla birlikte bedensel işler sadece iç kabiliyetlerden, melekelerden meydana çıkar. Ruh ise beden üzerinde istediği gibi hükmeden mutlak otoritedir. Aslında böyle bir uyarıya lüzum yoktur. Çünkü zihin bu gerçeği apaçık bir şekilde görmektedir. Fakat konuya girmeden önce kimsenin, hatta hiç bir kâfirin bile reddedemeyeceği bir söz söyleyeceğim.
Din, ilahi bir öğüttür. Onu öğreten ve ona çağıran ise beşerdir. Akıl sahipleri onu; hem korkutan, hem müjdeleyen, hem de doğru yolu öğütleyen peygamberden alırlar. Allah’tan vahiy almayan insanlar bu yolla dini öğrenirler. Tebliğ, öğretim ve anlatım yoluyla gelen din, her toplulukta evvela kalplere, sonra vicdanlara yerleşir. Kişiyi,, kurallarıyla, kabiliyetleriyle ve adetleriyle yakınlaştırır. Bedenleri büyük, küçük her türlü harekete alıştırır. Böylece o fikirler ve fikirlerin kontrolündeki gayret ve ifadeler üzerinde ilk otoriteye sahip olur, ruhu yönetir ve ruha bedeni nasıl idare edeceğine dair yol gösterir. İnsan başlangıçta tertemiz bir levha gibidir. O levha üzerine ilk nakışı yapan da dindir. İnsan bütün işlerini ve hareketlerini dinin yönlendirmesiyle, dinin öğrettiklerini uygulamayla yapar. Din dışında insana hâkim olanlar kural dışı sayılır. Hatta bir adam dinden çıksa bile, dinin kendisinde meydana getirdiği doğal hallerden kolayca dışarı çıkamaz. Dinin onda meydana getirdiği izler, bir yaranın iyileştikten sonra vücutta kalan izi gibi kalıcı olur.
Bizim şu anki asıl konumuz Müslümanlık ve Hristiyanlık idi. Gerçi bu konunun teferruatı uzundur, ama biz meseleyi ortaya koyacak şekilde konuyu özetleyeceğiz. Hristiyanlık şu esaslar üzerine bina edilmiştir: Barış, her şeyde kolaylık, kısası kaldırmak, yönetim ve iktidarı terk etmek, dünyayı ve dünyaya ait güzellikleri kaldırıp atmak, başlarında hangi adam bulunursa bulunsun ona itaat etmek, kralların mallarını krallara bırakmak; şahsî, ırkî ve hatta umîher türlü kavgadan uzaklaşmak. Nitekim İncil’de şunları görüyoruz: «Sağ yanağına vurana, vurması için sol yanağını da çevir.» «Kralların hükmü fani olan bedene aittir. Baki ve gerçek hüküm ise ruhlar üzerindeki hükümdür ki; o da ancak Allah’a aittir.» Kim bu Hristiyanlık dininin esaslarını anlar, sonra dinin düşünceler üzerindeki hâkimiyetini dile getiren baştaki sözlerimizi hatırına getirir; sonra da hayalin irade üzerinde etkisinin, beden üzerinde gözle görülür hareketler biçiminde tezahür edeceğini düşünürse; bir barış dini olan böyle bir dine bağlı olanların, bu dini kabul edenlerin halinden ve davranışlarından son derece büyük bir şaşkınlığa düşer. Çünkü Hristiyanlar, savaşta ve dünyaya sahiplenmekte birbirleriyle yarışmaktalar. Dünya nimetlerini elde etmek için hiç bir şeyden kaçınmıyorlar. Memleketleri sömürmek ve uzak bölgeleri işgal etmek için gayret sarf ediyorlar. Her gün savaş güçlerini daha da artırmak için yeni teknikler geliştirmek, öldürücü savaş aletleri yapmak için yenilikler peşinde koşmak istiyorlar. Bu amaçla bilimsel çalışmalar yapıyorlar. Yaptıkları silahlan sadece başkalarına değil bu arada birbirlerine de çeviriyorlar. Askerî eğitim ve öğretim konusunda stratejik bilgiler geliştirmek için öylesine büyük bir zaman, emek ve düşünce üretiyorlar ki; bu gün askerlik, çağın en büyük araştırma alanlarından biri haline gelmiştir. Hâlbuki dinleri, başkalarının ülkelerini istila etmek şöyle dursun; aksine kendi topraklarını bile korumalarını gerektirmiyor.
İslam dini ise, zafer ve yücelik aramak; fetihler yapmak ve fatih olmak için gerekli şartları hazırlamak; Şeriate uygun olmayan hiç bir kurala uymamak; hangi güç olursa olsun, hükümleri İslam’a uymadıkça, dinin emirleri ile birleşmedikçe itaat etmemek esası üzerine kurulmuştur. İslam’ın bu esaslarına bakan ve onun kitabından sadece bir sûre bile okuyan kişi, bu dinin bağlılarının dünyanın en savaşçı topluluğu olduklarını hiç şüpheye kapılmadan düşünür. Savaş araçlarının çok ilerde olduğunu, askerlik biliminde bir benzerlerinin olmadığım zanneder. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için bütün bilimlere sahip olduklarını vehmeder. Sanır ki; fizik, kimya, statik, geometri ve diğerlerinde herkesten daha ilerdedirler. Herhangi bir kişi «Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın...» (Enfal; 60) ayetini görünce bu dinin, işaretinin, onun emirlerine bağlanan insanların yabancılara boyun eğmek şöyle dursun, bütün dünyaya karşı zafer kazanmak arzusu içinde hareket edeceğini, bu amaca varmakta gerekli her vasıtayı elde etmek için kimsenin çalışmadığı kadar çok çalışacağım zanneder. İslam şeriatinin, binicilik ve atıcılık dışında bahse girmeyi yasakladığını öğrenen bir kişi Allah'ın savaş tekniklerini öğrenmek ve uygulamak konusuna ne kadar önem atfettiğini anlayacaktır. Fakat bütün bu sayılanlara karşılık Müslümanların bu günkü halini öğrenen bir kişi, kendin» hayret ve dehşete düşmüş durumda bulur. Çünkü Müslümanlar, kendilerinde kuvvetten küçük bir eser bile olmadığı halde onu aramıyorlar. Savaş araçlarında ve askeri teknikleri öğrenmede en küçük bir gayret sarfetmiyorlar. Bunlara kendileri sahip olmaya mecbur oldukları halde, bu yolda düşmanlarını taklit etmek zorunda kalmışlardır. Birçokları da yabancıların boyunduruğuna girmiş, onlara hürmet ediyor, emirlerini yerine getiriyorlar. Her hangi biri bu iki din arasında karşılaştırma yapmayı düşününce şaşkına döner: Bunlardan birincisi; ateşli silahları, Krupp toplarını, Martini tüfeklerini nasıl yaptı? Kalelerini sağlamlaştırıp gemilerini nasıl güçlendirdi? Nasıl oldu da bunlar, Müslümanların ülkelerinde değil de Hristiyan ülkelerde gerçekleşti? Bu askeri güçler, barış dininde olanların değil de Müslümanların elinde gerçekleşmesi gerekli güçler değil midir?
Düşünen biri nasıl hayrette kalmasın? İyi bir bakış gerçeği yakalamakta şaşırmaz. Acaba geçen asırlar her iki dinin de kalplere yerleşmesine yetmedi mi? Her iki yandaki insanlar acaba birçok nesilden beri dinlerinin akide esaslarını bir tarafa mı bıraktılar? Hristiyanlar, dinleri adına yalnız Musa (a.s.)nın şeriatini almak, Yuşa bin Nun’un da sadece ismine uymakla mı yetindiler? Müslümanların, minberlerden verilen hutbelerine ve kürsülerden anlatılan vaazlarına gerek bilerek, gerekse bilmeyerek İncil’den bazı bölümler mi girdi? Yahut bazı öğreticilerinin ve şeriat yayıcılarının kalbini İncil mi doldurdu? Acaba bu iki millet hakkındaki ilahi kanunlar mı değişti? Yoksa insan tabiatında bir değişiklik meydana geldi de, bu iki din sadece ruhlara mı hükmeder hale geldi? Yahut ruhlar üzerine fikirden, hayalden başka bilinmeyen bir şeyler mi hâkim oldu Yoksa fikirler, düşünceler tamamiyle dinin etkisinden mi koptular? Onun etkisine isyan mı ettiler? Acaba sebepler ve neticeleri arasındaki bağ mı kesildi? Böylesine karmaşık şeyleri çözmek için düşünenler acaba hangi yolu gösterecekler?
Bu hali ırklar arasındaki farklılığa bağlayabilir miyiz? Oysa her iki dine mensup olanların birçoğu aynı tek kaynaktan gelmektedir ve aralarında yakınlıklar vardır. Bölge değişikliği ile izah edebilir miyiz? Hâlbuki her iki tarafa mensup olan halkların büyük bir kısmı aynı topraklarda, aynı çevrede yaşıyorlar. Dinlerinin verdiği üstünlükle yaşarken, Müslümanlar gözleri kamaştıracak, akılları hayrete düşürecek işler yapmadılar mı? İçlerinden Acemiler, Araplar ve Türkler gibi bütün dünyayı ellerine geçirerek hâkimiyetin en üst derecesine erişen topluluklar ortaya çıkmadı mı? Haçlı Savaşları sırasında Müslümanlar topa benzer bazı savaş araçları kullanmışlar ve haçlı askerleri mahiyetini anlayamayarak bundan bir hayli korkmuşlardı. İngiliz tarihçisi, Gazneli Sultan Mahmud’un Hintli putperestlerle savaşırken top kullandığını, hicri 400 senesindeki Zaferini bu sayede kazandığını, Hristiyanların ise o tarihlerde topa, tüfeğe dair hiç bir bilgiye sahip olmadıklarını yazıyor.
Hangi bilinmeyen yardım eli Hristiyanların elinden tuttu da onlara dinlerinin aslında olmayan bir amacı sundu? Müslümanları yüreklerine hangi darbe indi de onları, gerileterek dinlerinin en öne aldığı görevlerden uzaklaştırdı? Bu elbette hayret verici bir durumdur. Bu duruma da bazı sebepler yüzünden gelinmiştir. Açıklanması çok uzun sürerse de biz özetlemeğe çalışacağız: Hristiyanlığın Avrupa’ya girişi ve orada yayılışı Roma İmparatorluğu sayesinde gerçekleşmiştir. Romalılar eski dinlerinden gelen kurallar ve adetler ile yine onlardan kendilerine miras olarak geçen yaşayışı sürdürmekte idiler. Hristiyanlık geldiğinde Roma’nın adet ve geleneklerine hiç ilişmedi. Zihinlere yerleşmesi telkinle oldu. Din onlara göre elbise üzerine takılan süs gibiydi. Atalarından kendilerine miras kalan ne kadar değer varsa hepsi yaşamaya devam etti. Ayrıca İncil’in barış ve yumuşaklık öğütleyen sayfaları da herkesçe okunamıyordu. Onlar ancak dini işlerle ilgilenen ruhbanların, ruhani başkanların yanında bulunabilirdi. Daha sonra papazların otoritesi arttıkça onlar din adına savaşmaya koyuldular. Böylece Romalıların ‘atalarından devraldıkları askeri karakterleri, dinleriyle birleşti. Savaş artık dinin gerekleri arasına girdi. Bu yüzden Hristiyanlarının dinleri değişikliğe uğradı. Fırkalar ve Mezhepler ortaya çıktı. Dini saltanat kuruldu. Hristiyanlığı kabulleri sırasında sahip oldukları askeri kabiliyet bir tohum halindeyken birden bire açılıverdi. O sahada düşünceleri yoğunlaştı, askeri teknikte becerileri arttı, savaş aletleri yapımı gelişti.
Müslümanlara gelince, dinin ortaya çıktığı sırada büyük zaferler kazanmış, bütün insanlara karşı üstünlük kurmuşlardı. Üstelik birçok toplumu teknik ve savaş üstünlüğünde geride bırakmışlardı. Sonra aralarında din kisvesi altında faaliyet yürüten adamlar ortaya çıktı. Bunlar dine birçok hurafe ve bidatleri soktular. Dinde olmayan şeyleri varmış gibi gösterdiler. Cebriyye mezhebinin görüşleri Müslümanlar arasına sokularak zihinler zehirlenmeye başlandı. Bunlar bir yandan halkı çalışmaktan ve gayret göstermekten alıkoyarken, diğer yandan hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda türeyen bir alay sofist, görünen varlığı inkâr eden, göze görüneni hayal sayan anlayışı yaygınlaştırdılar. Yalancı nakildiler, Allah Resulüne iftira ederek bir sürü hadis uydurdular. Sonra bunları kitaplara geçirdiler. Bu uydurma hadislerde, gayret duygusunu yok eden, zihinleri bulandıran ve insanları tembelliğe sürükleyen taraflar vardı. Böylece işi çığırından çıkardılar. Gerçi doğru olanı yalandan ayırmaya kalkışan Hak adamları yok değildi. Fakat bunların çalışmaları bir netice vermiyordu. Özellikle eğitim ve öğretimde yanlış bir yol tutulduktan ve resmi tedrisat bir takım safsatalara oturtulduktan sonra, dinin Peygamber ve ashabı tarafından tebliğ olunan aslım kamuya aktarmak için yazılan kitapların bir etkisi olmuyordu. Bu Hak dostlarının öğretmeye çalıştıkları doğrular, çok dar sınırlar içinde kalıyordu. Belki de duraklamanın sebebi, Müslümanların kuvvetten düşüp yok olmalarına sebep olan en belli başlı etken bu idi. Şu gün içine düştüğümüz durum, çektiğimiz sıkıntı hep bu yüzdendir. Allah’tan ondan kurtulmayı dileriz.
Yalnız, dini örten, dine musallat olan ve Müslümanların kalplerini değiştiren bu hastalıkların gerdiği perde ne kadar kaim olursa olsun; İslam’ın gerçekleri onu her zaman delip geçmeye muvaffak olabilir. Çünkü sağlıklı bir inanca sahip olanlar daima var olagelmiştir. Hak ile batıl arasındaki kavga, tıpkı hastalıkla beden arasındaki kavga gibidir, ifadem ki; Hak Dini Müslümanların nefislerini boyayan Allah’ın boyasıdır ve hâlâ hastalıklı kalplerinde, bulutlar arasından ışığı görünmektedir, şüphesiz bir gün bütün haşmetiyle ortaya çıkacak ve bulutları dağıtacaktır. Kur’an, Müslümanlar arasında okunup da onları; sınırlarını korumaya, ülkelerini savunmaya, düşmanlarını mağlup etmelerinin gerekliliğine yöneltmektedir; öyleyse tıpkı ilk kuruluş yollarındaki duruma dönerek zamanın onlardan çaldığını geriye alacaklardır. Böylece diğerlerini, askeri bilgi ve teknik sahasında geçerek haklarını ve zillete düşmüş nefislerini yok olmaktan kurtaracaklardır. Her şeyin dönüşü Allah’adır…
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net