Ana Sayfa  /  ISLAH EKOLLERİ  /  Muhammed İkbal / Halife ABDÜLHAKİM
  • Facebook da Paylaş
Muhammed İkbal / Halife ABDÜLHAKİM
  • 21-08-2014
  • 0 yorum
  • 4719 okunma
İkbal’in çağdaş İslam dünyasının yetiştirdiği en çok-yönlü düşünür olduğundan şüphe yoktur. O, her yüzeyi her yönden gelen hakikat ışıkları yansıtan iyi-işlenmiş bir elmastır.

Muhammed İkbal 1873 yılında Siyalkut’ta doğdu. Ataları Sapru kastına mensup Keşmirli Brahmanlardı. Büyük dedesi on üçüncü/on dokuzuncu yüzyılın başlarında Pencab’a göç etmiş ve birçok büyük alim yetiştirmiş tarihi bir kent olan Siyalkut’a yerleşmişti. Babası Nur Muhammed, dini, hayat tecrübesiyle ilgili bir şey olarak anlayan muttaki bir zattı. İkbal tarafından da anlatıldığı gibi, tasavvufa karşı özel bir temayülü vardı. İrsiyet ve baba etkisi bu eğilimin İkbal’de de hakim olmasına neden oldu ve bu özellik İkbal’in ilmi ve manevi gelişmesi süresince tekamülünü sürdürdü. Babası hayatını çalışarak ve ellerinin hüneriyle kazanıyordu. Başlangıçta oğluna kendi mesleğini öğretmek ve onu yanında çalıştırmak niyetindeydi. Babasının çağdaşları,, bu zeki çocukta büyük istikbal gören Mevlevi Mir Hasan’ın, İkbal’in babasını çocuğu okula göndermeye ikna ettiğini söylemektedirler. Böylece İkbal, o zamanlar İngiliz-Hindu sisteminin yürürlükte olduğu devlet okullarından birine girmişti. Babasının kendisine öğretmek istediği iğne işçiliği Mir Hasan’ın tasvibini görmemişti. Çocuk arık iğne yerine kalem kullanıyordu. Manevi yönü ağır basan ve duygusal olan pek çok kimse gibi İkbal’in babası da sadık rüyalara çok inanırdı. İkbal’in doğumundan çok kısa süre önce görmüş olduğu bir rüyayı anlattı.1 Son derece zarif ve süslü tüyleriyle alçaktan uçan, kendisini yakalamak için sıçrayan ve kollarını uzatan insan kalabalığının üzerinde alçalıp yükselen bir kuş görmüştü. O, kuşun güzelliğine hayran hayran bakarken kuş, kendiliğinden gelip onun eteğine konmuştu. İkbal’deki deha yavaş yavaş kendini belli etmeye ve büyük alim ve şairlerin övgüsüne mazhar olmaya başlayınca babası rüyasında gördüğü güzel kuşun İkbal’in ruhunu temsil ettiğini kani oldu. Benzer bir sembolizmi Ruhü’lkuds’ün bir güvercin şeklinde indiğini anlatan Yeni Ahit’te de görüyoruz.

Üç çeyrek asır geçmesine rağmen İkbal’in devam ettiği okul neredeyse hiçbir değişikliğe uğramadan bugüne kadar gelmiştir. Müfredatı okuma yazma ve aritmetikten oluşuyordu. İmtihanlar yoluyla derece derece ilerlenen bir sistem uygulanıyordu. Pejmürde bir ortamda düşük ücretle çalışan eğitimsiz öğretmenler küçük öğrencilerin zihni ve manevi gelişmesi üzerinde ancak menfi bir etki yapabilirdi. Ancak İkbal, bütün sistemlerde kendi yoluna devam eden ve kendi geleceğine doğru ilerleyen nadir bir tipti. Mümtaz bir alim ve üstün bir şahsiyet olan Mir Hasan, Seyyid Ahmed Han’ın hürriyetçi kültürel hareketinden çok etkilenmişti. O, İkbal’in orta öğrenimini tamamladığı okulda öğretmen değildi, ancak anlaşıldığı kadarıyla İkbal’in maneviyatı çok önceleri ondan etkilenmeye başlamış ve İkbal üzerinde çok kalıcı bir etki yapmıştı. İngiliz krallığı İkbal’e Şövalyelik (Sir) unvanı vermeyi kararlaştırdığında ilmi etkisine çok şey borçlu olduğu Mir Hasan’ın bu unvana kendisinden daha ziyade layık olduğunu söylemişti. Üniversite öğrenimi için İkbal, o zamanlar yeni yeni bir yüksek ilim merkezi olarak gelişmekte olan Lahor’a geldi. Özel bir yeteneği olduğunu düşündüğü felsefeyi branş olarak seçti. Sıradan bir öğretmen olmayan Thomas Arnold’un nezaretinde felsefe öğrenimi yaptığı için şanslıydı. Yakın bir öğretmen-öğrenci ilişkisi kısa sürede gelişti. Öyle ki, Bang-i Dera adlı kitabında topladığı şiirleri arasında Arnold’dan söz ettiği bir şiiri vardı. The Development of Metaphysics in Persia adlı kitabını Arnold’a atfederken, kendisinden çok şey öğrendiğini de ifade ediyordu. Şöyle diyordu: “Bu küçük kitap son on yıldır sizden aldığım edebi ve felsefi eğitimin ilk meyvesidir. Bir teşekkür ifadesi olarak bu kitabı sizin adınıza ithaf etmek istiyorum. Beni her zaman açıkça yargıladınız. Bu sayfaları da aynı ruhla yargılayacağınızı umuyorum.” Arnold Lahor’a gelmeden önce Sir Seyyid Ahmed Han’ın Aligarh’daki Muhammedan Anglo-Oriental College’inde Profesördü. The Preaching of İslam (İntişar-ı İslam adıyla Türkçeye çevrilmiştir) adlı meşhur kitabını da orada yazmıştı. İslami araştırmalar konusundaki sıcak ilgisini Seyyid Ahmed Han’a borçluydu. İngiltere’ye döndüğünde büyük bir bilim adamı olarak seçkin bir konuma gelmiş ve Sir unvanı verilmişti. İkbal, Batı felsefesi konusunda yüksek öğrenim görmek için İngiltere’ye gittiğinde onunla olan ilişkisini yeniden kurdu. İkbal, felsefe dalındaki araştırma tezinde hocası olan McTaggart nezaretinde Batı felsefesi alanındaki bilgisini zenginleştirdi.

Batı felsefesinin geçmişte ve gelecekte verebileceği her şey konusunda tam olarak yetiştikten sonra, o zamanlar İngiliz üniversiteleri felsefe dalında mastır derecesinden yüksek bir öğrenim vermediklerinden, doktora için Almanya’ya gitti. Batı’nın felsefesini tamamen özümledikten sonra, İslam-öncesi ve sonrası İran felsefi düşüncesi hakkında Batıyı bilgi sahibi kılarak borcunu ödemek istedi.

İkbal, formel akademik eğitimini tamamlarken bir yandan da Batı’nın ve Doğu’nun yaratıcı bir sentezini gerçekleştirmişti. Yüksek felsefe öğrenimi için Avrupa’ya gitmeden önce, bir şair olarak tanınmış durumdaydı. Ülkesindeki edebiyat eleştirmenleri onu Urdu şiirinin semasında yeni bir yıldız olarak görüyordu. Onun şiiri ta başından beri itibaren düşünce olarak son derece zengindi. Bu yönüyle Urduca yazan şairler arasında sadece Galib onun öncüsü olarak görülebilirdi. Ancak konuları bakımından kendinden öncekiler arasında bozulmaya uğramış geleneksel akımlara karşı çıkan ve İngiliz edebiyatının etkisi altında Urdu edebiyatına yeni formlar getiren Azad, Nireng-i Hayal adlı kitabında Urdu edebiyatını, elinde hem Doğunun, hem de Batının anahtarlarını bulunduran kimselerin geliştireceği yolunda bir tahmin yapmaktadır. Hali de aynı görüştedir ve bir şiir eleştiri eseri olan Mukaddimesi’nde Arap, Fars ve Urdu edebiyatından örneklemelere yer veriyorsa da, edebi tenkit yöntemlerini doğrudan ya da dolaylı olarak Batı edebiyatından almakta sakınca görmemiştir. Seyyid Ahmed Han, Azad ve Hali’nin tasavvur ettikleri ideal düşünür ve edebi deha İkbal’de somutlaşmıştır. Seyyid Ahmed, fiziki ilimlerdeki gelişme dolayısıyla on üçüncü/on dokuzuncu yüzyılın ortalarında iyiden iyiye yaygınlaşan Batılı natüralizm akımının etkisinde bir liberal rasyonalisttir. Ebedi hakikatler konusunda İslam’ın doğruluğuna inanırken, akılla vahiy ya da dinle bilim arasında bir ihtilaf görmemekte, bunları birleştirmeyi amaçlamaktadır. İkbal, bütün yönleriyle reformcu olan bu zatı övmekte, ilk dönemlerinin ürünü olan bir şiirinde ondan sitayişle söz etmektedir. Bu merhum liderin ağzından genç şaire milletine geniş, özgürlükçü ve yenilikçi idealleri ilham etmesi tavsiye etmektedir. İkbal bu işi manevi bir görev olarak kabul etmiş ve bir ölçüde de başarmıştır.

İkbal çok zengin bir edebi ve felsefi potansiyelin mirasçısı olmuştur. İslam ve Doğu düşüncesinde bütün güzellikleri özümsemiş, bunlara geçmiş ve çağdaş Batı edebiyat, felsefe ve kültürünün bilgisini eklemiştir. Onun ilgi alanları dini, felsefeyi, sanatı, ekonomiyi, İslami yaşayışına ihyasını ve insanlığın evrensel kardeşliğini kapsamaktadır. Sadece kendi ana dilinde değil, İngilizce’de de usta bir yazardır. İngilizce olarak yazdığı iki kitabının dili çok usta bir İngiliz yazarının dilidir. Ancak İkbal, doğuştan bir şair olması dolayısıyla şiiri ifade aracı olarak kullanmayı sürdürdü, düşündüğü ya da hissettiği her şey hemen hemen kaçınılmaz bir biçimde mısralarda şekillendi. Onun kaleminden çıkan bir çok şiir, ‘sanat için sanat’ şeklindeki bir düşünüşün müdafilerinin beğenisini kazanacak nitelikte olabilir. Ancak o, sanatın hayatın gerçeklerinden kopuk olması gerektiğini ya da koparılabileceğini düşünenlere karşı çıkmaktadır. O, insan hayatının bütün sorunları üzerinde düşünmüştür. Öyle ki, onun düşünce, ideal ve duygularını kapsamlı bir biçimde ele alacak bir çalışma, birkaç cildi doldurabilir. Onun düşünceleriyle ilgili kitaplar son yirmi yıldır yayınlanmaktadır. Yine gazete ve dergilerde onun katkılarıyla ilgili sayısız makaleler yayınlanmıştır. Onun düşüncelerini teyid ya da eleştiri mahiyetindeki yazılar sürekli olarak yazılmakta, üniversitelerde doktora için onun düşünceleri ve şiiri üzerine birbiri ardına tezler verilmektedir. Kapsamlı ve yoğun etkisini mümkün olan kılan şiirinin verdiği canlı mesaj kolaylıkla nesre çevrilemez. Onun şiiri ruhu harekete geçirici bir hayatiyete sahipken, aynı duygu ve düşüncelerin nesirle ifadesi bu canlılığa nispetle ruhsuz bir beden gibi kalmaktadır. Goethe hayat ağacının yeşil olduğunu, ancak hayatla ilgili teorinin sonbahar yaprakları gibi sarı olduğunu söylemektedir. İkbal’in dostu ve çağdaşı olan büyük Urdu şairi, “ Kur’an Urduca olarak vahy edilseydi İkbal’in şiirindeki üslupla nazil olurdu “ demiştir. Arap ve İslam araştırmaları konusunda büyük bir Batılı uzman olan Sir Hamilton ise Kur’an hakkında, onu bir başka dile çevirmenin altını dönüştürmek gibi olduğunu söylemektedir. İkbal de bir mısrasında, duygudan ve tahassüsten ayrı olarak hakikatin felsefe olduğunu, ancak bu hakikatin kalbi harekete geçirdiğinde şiire dönüştüğünü söylemekte; bu meyanda, her ikisi de örtüler içindeki bir güzelliği(gizli hakikati) taşıyan deveyi takip eden, aklin tipik temsilcisi olarak ibn Sina’nın, tipik bir tasavvuf şairi olan Mevlana ile kıyaslandığı bir örnek getirmektedir. Bunlardan birincisi (İbn Sina), sür’atle gitmekte olan devenin kaldırdığı toz bulutu içinde kalıp kaybolmakta, diğeri ise pervasızca ve cesaretle öne atılıp örtüler içindeki güzelliği açmaktadır. İkbal sürekli olarak sezginin akıldan daha temel nitelikte olduğu ve hayat hakkındaki hissiyatın sanatlar yoluyla diğer vasıtalardan daha iyi bir şekilde ifadelendirileceği yolundaki kanaatini savunmuştur. Mevlana, sanatlar arasında hakikatin mahiyetine yaklaşma konusunda müziğin daha güçlü bir araç olduğunu düşünmüştür. Hakikat hakkındaki anlayışları taban tabana zıt olmakla birlikte, Schopenhauer de aynı görüşü paylaşmaktadır. İkbal’in Mevlana’nın müzik hakkında bu görüşünü tasdik ediyor olması mümkündür. Ancak insanlar sadece Yüce Hakikat’le değil, birbirleriyle de iletişim kurmak zorundadırlar. Bu iletişim için en iyi araç, dildir. Dil ise düşüncenin duyguyla temas halinde olduğu şiirde kemale ulaşmaktadır.

İnsani olan hiçbir şeyin İkbal’e yabancı olmadığını söylemiştik. İnsan hayatında İkbal’in tatminkâr bir çözüm bulmak üzere ele almadığı mesele çok azdır. Hayatın temel meselelerinden birkaçını ele alalım ve İkbal’in bunlar hakkındaki hakim fikirlerini görelim. Şairliğin ilk dönemlerinde, İkbal’in kendisini etkileyen her şeyi mısralarda ifade eden serbest bir şair olarak görüyoruz. Hayatının sonraki dönemlerinden farklı olarak bu dönemde herhangi bir görev ya da mesaj etrafında yoğunlaşmaksızın kalbinin hareketlerini mısralara dökmektedir. Bu ilk dönemlerde vatanperver milliyetçilik konusunda ateşli şiirler ve o zamanlar en üst noktasında bulunan İngiliz emperyalizminden kurtulmaya yönelik yakıcı arzular vardır. İkbal o dönemlerde Hindistan alt-kıt’asındaki büyük halk kitlelerinin çok-toplumlu ve çok-inançlı olarak birleşmesinin dini ve ırki ayrılıklara rağmen Batı tarzı bir yapıya dönüştürülebileceğine; halkın, vatan sevgisi gibi müşterek bir sevgiye dayalı psikolojik bir birlik hissetmedikçe özgürlüğü elde edemeyeceğine inanıyordu. Çoktanrıcı Hindu kitlelere eski tanrılarını bir tarafa bırakıp bunun yerine vatana ibadet etmelerini, inanç ve kastlarına bakmaksızın bütün insanların müşterek bir ibadette birleşebilecekleri mabetler inşa etmelerini öğütlüyordu. İkbal’in bu dönemi Batı felsefe ve kültürünü öğrenmek için Avrupa’ya gitmesiyle son buldu. Bu dönemde birçok öğrenci ya milletine yabancılaşarak tam bir Batı taklitçisi şeklinde ya da vatanperver milliyetçiliğin ateşiyle tutuşmuş olarak Avrupa’dan dönmüştü. Onlar bütün hayat tarzlarıyla batılılaşmış olarak dönüyorlardı. Batının bilim ve teknikteki başarıları karşısında eziliyor ve kendi kültürlerinin iyi yönlerini bile küçümser bir tavra giriyorlardı. Kendi toplumlarının dinamik ve ilerici bir toplum olmasını istiyorlar, bunun tek yolunun da Batılı yöntem ve yaklaşımları gözü kapalı bir biçimde kabul etmek, benimsemek olduğunu düşünüyorlardı. İkbal, Batının çirkin tarafını da gören nadir düşünürlerden biriydi. Batı toplumu insafsız anlamıyla rekabetçi bir toplumdu. Kendi çalışan sınıflarını sömüren düşman milletlere bölünmüş olmakla kalmayıp, Asya ve Afrika’daki teknik yönden geri kalmış, yeterli organizasyona sahip olmayan toplumları da ekonomik emperyalizmin kurbanları haline getirmeye çalışıyorlardı. İkbal, Avrupa’nın bir felakete doğru sürüklediğini, zira ahlaki ve manevi değerlerden yoksun, salt maddeci bir bakışa sahip olduğuna düşünmekteydi. Bu aşırı milliyetçilik, öteden beri kendisini vatanseverlik maskesi altında gizlemekteydi. İktidara yönelik milli ihtiras İsa’nın ahlakının yerine Machiavelli’nin ahlakını getirmişti. Hegel’in felsefi zeminini oluşturduğu devlete ‘ibadet’ anlayışı süper-insan ya da süper millet’in iktidarını fertlerin ve milletlerin nihai amaçları olarak gören Nietzche ve Trotsky gibi düşünürler yetiştirmiştir. İkbal Batı’yı yakından tanıdıkça şaşırıyordu. Avrupa’da yazdığı şiirlerinin bazılarında bu muhteris uygarlığın mukadderatı hakkında karanlık tahminlerde bulunuyordu. Batılı Miletlerin yuvalarını çok zayıf ince dallar üzerine kurduklarını, kitle intiharına doğru gittiklerini söylüyordu. Carlyle, Birinci Dünya Savaşından, yaklaşık yarım yüzyıl önce İngiltere’nin kendisi için seçmiş olduğu yolda yürümeye devam etmekte ısrar etmesi halinde elli yıl içinde mahvolacağını söylerken durumu İkbal’den çok önce görmüş oluyordu. İkbal’in Avrupa’da bulunduğu yıllar değişik bir okul öğretmeni olan Spengler’in bin yıllık bir uygarlık tarihi içinde kültürlerin yükseliş ve çöküşünü konu alan abidevi tarih araştırmasıyla uğraştığı dönemde hemen hemen çakışıyordu. Batının Çöküşü (Decline of the West) adlı tezi Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden kısa bir süre sonra yayınlanmıştı.

İkbal ülkesine 1908 yılında Doğulu da, Batılı da olmayan bir bakış tarzı olarak döndü. Batı’nın dengesiz, tek yönlü gelişiminin ahlaktan ve maneviyattan mahrum olduğu, Doğunun dindarlığının, ise aldatıcı bir güç olduğu sonucuna vardı. Ruh ülkesi hem Doğu hem de Batı tarafından yeniden keşfedilmeliydi. Batı bilim ve teknolojisinin önemli bir kısmı kıymetliydi ve Doğu da fakirliği, sefaleti, diğer sorunları önlemek için onu öğrenip benimsemeliydi. Ancak Doğu, başlı başına olarak bir amaç olarak maddi güce tapınma hatasını tekrar etmemeliydi. Sahip oldukları fiziki bilimler ve muazzam güçler ahlaki ve manevi amaçlarla dizginlenmeliydi. İnsanlığı ancak dini bir bakış kurtarabilirdi, fakat bu da yeniden incelenmeli ve inşa edilmeliydi. İkbal, milliyetçilik ve vatanperverlik hakkında şarkılara ilham veren yazılar bırakmakla kalmadı, vatansever şarkılarda dile getirilen kolektif egoizm saplantısını da eleştirir oldu. Artık felsefesini ve sanatını öncelikle uyumakta olan İslam toplumunu canlandırma amacına yönelmişti. Vatanperver ve ırkçı milliyetçilik İslam’ın ruhuna yabancıydı; Batı kaynaklıydı. İslam dünyasının evrensel İslami ruhunun yerine Batı tarzı mütecaviz bir milliyetçiliği geçirerek durumuna çare aramasının kötü bir geri adım olduğu kanaatine varmıştı. İslam’ı bütün insanlığın birliğini sağlamayı tasavvur eden evrensel bir din olarak ele alıyordu. Ancak kendi dönemindeki İslam dar, katı ve sert kalıplar içine sokulmuştu. Ancak o, hayatı gelişen ve dinamik bir şey olarak düşünüyordu. Fosilleşmiş dini dogmatizmin bireylerin ve toplumların bilinçlenmesine yol açarak bir dünya görüşünü üretemeyeceği düşüncesindeydi.

Ancak yanlış hakikat anlayışının kaynağı sadece dini dogmatizmin darlığı değildi. Onunla birlikte mekanik materyalizmin de etkisi söz konusuydu. İkbal, bütün taassuplara ve putlara karşı çıkan bir put kıran (iconoclast) olmuştu. Dini dogmatizm dini zedelemişti. Milliyetçilik ve ırkçılık insanlığı hasım, mütecaviz gruplara bölmüştü. Materyalist felsefe ise ruhu ve manayı maddenin ikinci dereceden zayıf bir tezahürü haline getirmişti. İkbal, temel kavram ve sonuçları insan hayatının arınmasını ve her yönde ilerlemesini mümkün kılacak bir ideoloji geliştirmeye devam etti. Onun ideolojisini tek bir izm’le açıklamak zor olacaktır. Onu, manayı temel gerçeklik olarak kabul ettiği için bir maneviyatçı(spiritualist) ya da idealist olarak adlandırabilirsiniz. Daha büyük bir kesinlikle onu yaratıcı evrimci (creative evolutionist) olarak da adlandırmak mümkündür. Tek tanrı konusundaki kesin inancı dolayısıyla aynı zamanda teisttir de. Bütün varlığın ‘ben’lerden oluştuğuna inanması dolayısıyla Mevlana ve Bergson gibi bir monadolojist olarak da kabul edilebilir.

Genellikle ileri sürülen İkbal’in orijinalliği konusunda bir soru vardır. O sadece değişik düşünce akımlarını fikri olarak tutarlı bir biçimde hall-ü hamur etmeden bir araya getiren seçmeci bir düşünür müydü, yoksa değişik düşünce ve inanç sistemlerinin eksiklerini gidermeyi, yarı hakikatleri büyük ‘Hakikat’ içinde eritmeyi başarmış mıdır? Burada, Allah’a inanmakla birlikte Nietzsche gibi ateist bir düşünürü bile kimi durumlarda onaylayabilen bir –düşünürle karşı karşıyayız. Nietzsche hakkında, onun bir mü’minin kalbine, fakat bir kâfirin kafasına sahip olduğunu söylemektedir. Nietzsche ile günümüz insanlığının, gelişme yolundaki aşamalardan birini daha geçmesi gerektiğini düşünmektedir. Ancak Nietzsche’nin süper-insanını o, süper-hayvan olarak görmektedir. Zira Nietzsche, spekülatif çıkarsamalarını Darwinci biyolojiden almıştır. İbn Arabî, Mevlana ve Cili gibi Müslüman mutasavvıf ve metafizikçiler süper-insan (insan-ı kâmil) kavramını başka çıkış noktalarına hareketle ve hayli farklı çizgilerde geliştirmişlerdir. Onun ideolojisinin gelişmesinde geçmişin ve bugünün birçok düşünürden bir şeyler aldığını, hepsine bir anlamda borçlu olduğunu, ancak bunların hiçbirine bütünüyle bağlanmadığını görürüz. O, yolun bir kısmını onlardan biri ya da diğeriyle gitmekte ancak sonra birden durmakta ve birlikteliğe son vermektedir. Sözgelimi, esas bir değer ve başlı başına bir amaç olarak Nietzsche’nin iktidar kavramından hoşlanabilir, ancak hemen ardından Nietzsche’nin kaynağı kozmik benlikte bulunan insan benliğinin sonsuz kapasitesi hakkında eksik bir anlayışa sahip olduğunu söyler. Yine, sonsuz tekerrür şeklinde bir varoluş anlayışında da Nietzsche ile hemfikir olması mümkün değildir. Eğer hayat yaratıcı bir süreç ise, kendisini tekrar etmesi mümkün değildir. Nietzsche’nin süper-insanın acımasız ve sevgisizdir. Bütün güzel duyguları daha yüksek bir biyolojik kemal amacı uğruna feda etmektedir. İkbal, kendi çağdaşı olan düşünürler arasında mekanistik materyalizmi, Darwinci biyolojik felsefeyi ve bu arada yaratıcı hayatı kıyasçı mantığın sert kalıplarına sokmaya çalışan entelektüalizmi alt eden Bergson’a daha fazla yakınlık duymaktadır. Bergson sadece mekanizmi değil, teleolojiyi de reddetmiştir. Bergson’a göre hayat, kozmik akılda mevcut bulunan belli bir plana göre yaratmaktadır. İkbal bu konuda Bergson’u desteklemekte böylelikle de Ortodoks Müslümanlar da yaygın olan takdir ya da kader şeklindeki evrendeki bütün olayların en ince ayrıntılarına kadar “belirlenmiş” olduğu inancına karşı çıkmaktadır.2 Ortodoks anlayışa göre zamanın ilerlemesi ilahi akılda ezelden beri var olan şeylerin ortaya çıkmasını, husule gelmesini sağlamaktadır.  Ancak İkbal, Bergsoncu felsefeye birçok yönüyle katıldıktan sonra ondan da ayrılmaktadır. Bergson hakikati yaratıcı süre (crative duration) olarak almaktadır. Ona göre var oluşun merkezinde benlik (self) olarak adlandırılabilecek bir şey yoktur. İkbal’e göre hayat, önceden belirlenmiş bir plana göre tatbik edilişi noktasında teleolojik olmamakla birlikte amaçlı bir faaliyettir. Benlik kavramı da amaçlılığı anlatmaktadır. “Dini Tecrübenin Felsefeyle Sınanması”  konulu konferansında Bergson’a şu şekilde muhalefet etmektedir: “Amaçlar sadece bizim hâlihazırdaki bilinç halimizi belirlemezler. İstikbaldeki istikameti de anlatırlar. Gerçekte amaçlar hayatımızda ileriye yönelik itici güç oluştururlar. Dolayısıyla, henüz gerçekleşmemiş halleri hazırlar ve etkilerler. Bir amaçla belirlenmiş olmak, olması gereken bir şeyle belirlenmiş olmak demektir. Dolayısıyla, Bergson’un düşündüğü gibi gelecek tamamıyla belirlenmemiş olmayıp, geçmiş ve gelecek, şimdideki bilinç hali için de bir işlem görmektedir. Hassas bir bilinçlilik hali iş gören faktörler olarak hem hafızayı, hem hayali ilgilendirmektedir. Bilinçle ilgili tecrübe göstermektedir ki, hakikat düşüncenin tümüyle örttüğü kör bir saik değildir. Onun mahiyeti tamamıyla teleolojiktir.”3 İkbal, Bergson’un amaçlı olamayan hayatiyet konusundaki eleştirisini şu birkaç satırda hülasa etmektedir: “Bergson’a göre hayati saikin kendi yaratıcı özgürlüğüyle ileriye doğru akışı yakın ve uzak amaçların ışığıyla köreltilmektedir. O, bir amacı hedeflememektedir. Davranış olarak tümüyle keyfi, istikametsiz, düzensiz ve tahmin edilemezdir. Bergson’un bilinç tecrübemizi tahlil konusunda tutarsızlığını en çok ortaya koyan husus budur. Bilinç tecrübesini şimdiyle birlikte cereyan eden ve şimdi de işleyen bir geçmiş olarak görmektedir. Bilinç bütünlüğünün ileriye dönük bir yönü daha bulunduğunu görememektedir. Hayat bir dikkat eylemleri serisinden ibarettir. Bir dikkat eylemi ise bilinçli olsun, bilinçsiz olsun bir amaca atıfta bulunmaksızın izah edilemez. Bizim idrak eylemlerimiz bile doğrudan ilgilerimiz ve amaçlarımızla belirlemektedir. İranlı Şair Örfi şu sözleriyle insan idrakinin bu yönünü çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. “Eğer kalbinizi bir serap yanıltmamışsa, anlayışınızın keskinliğiyle övünmeyin. Zira bu göz yanılmasında kurtulmanız yeterince susamamış olmanızdan kaynaklanmaktadır.”4

İkbal, Allah’ı ya da kozmik Benlik’i yaratıcı olarak almakta, O’nun yarattığı, ya da onun yaratıcı fiilinden zuhur eden benlere ya da benlikleri farklı bilinç düzlemlerinde potansiyel yaratıcı olarak kabul etmektedir. En fakir çömlekçi ya da zanaatçı bile bir yaratıcıdır. Fakat elindeki materyali ancak belli bir plana ya da kalıba göre şekillendiriyorsa onun yaratıcılığı en aşağı düzeydedir. Yaratıcı kuvvet ya da saik giderek yapıyı oluşturmakta, müzikal deha da yarattığı şey görülebilir ya da dinlenebilir bir şekil kazandıktan sonra onu görmektedir. Bu senfoniyi çalanlar ise bu duyguyu yeniden- üretme yoluyla yaratmaya çalışmaktadır. Onlar yaratmamakta, ancak yaratılmış olan şeyi yeniden-ya atmaktadırlar. İkbal şairane bir dehaya sahipti. Büyük bir şiirin nasıl ve hangi kaynaktan zuhur ettiğini biliyordu. Şair, ilhamının husule getirdiği sözleri önceden bilemezdi. Kendi yarattığı şeyi önceden bilmeyen güzelliği onu da zaman hayrete düşürürdü. İncil’deki Tekvin babında Allah’ın yarattıktan sonra kendi yarattığı şeyi gördüğü ve takdir ettiği söylenmektedir. İkbal’in, Kozmik Yaratıcı Akıl’a kendi şairane yaratmada deneyiminde şahid olduğu şeyin daha azını yakıştırması mümkün değildi. Yaratıcı saik ya da ilhamı teşekkülü önceden tahmin-edilemez olmalıydı. Platon’un (Eflatun) metafiziğinde gördüğümüz gibi, ebedi örnekler ya da arketipsel fikirler yoktu. Eflatun’un yaratıcı tanrısı Demiurgos gerçek bir yaratıcı değildi. O,hiç yaratılmamıştı, sadece taklit edilmeye ya da kısmen asimile edilmeye yarayan formları ya da fikirleri tecelli ettiriyordu. İkbal, Bergsoncu ontoloji ve epistemolojiyi Eflatun’un statik Yüce Hakikat anlayışının devrimci bir atılımı olarak görmüş olabilir. Eflatun, bütün hareket ve değişimi Varlık ile Yokluk ’un kutsal olmayan ittifakına bağlamıştır. Ona göre Hakikat, hareket etmez ve yaratmaz. Hareket ancak yokluk’un ölümsüz statik modellerin gerçekliğine eksik bir şekilde katılım çabasından doğmaktadır. Aristo’da Tanrı’yı, farkına varanları cezbeden güzel bir heykele benzetmektedir. Heykelin kendisinde bir hareket ya da irade yoktur. Bu klasik Grek Yüce Hakikat kavramına ilk başkaldırı, hiçbir şeyin kendisi olarak kalmadığı, her varlığın ya da sürecin kendi zıddıyla bir senteze ulaşmak için içten içe çalıştığı, ayrıca bu sentezin de olduğu gibi kalmayıp kendi içinde mevcut bulunan bir antitez geliştirmeye başlayan bir tez haline geldiğini söyleyen, Hegel diyalektiğidir. Ancak Hegel’in Mutlak’ı da ebedi olarak neyse odur, değişmemektedir ve teizmin yaratıcı tanrısı gibi bir özgür yarayıcı da değildir. Hegel’in Mutlak’ı bir yaratıcı, amaçlı bir benlil değildir. Kendi sonsuz potansiyelliğini gerçekleştiren bir varlık değildir. Hegel’in Hareketli diyalektiği de zaman içinde ortaya çıkan değişmez bir model izlemektedir. Böyle bir tanrı ve evren anlayışı İkbal’i cezp etmemektedir. O, Eflatun’u, Hegel’i ya da Bergson’u izlemez. Bir başka büyük yaratıcı hayat filozofu William James’in dediği gibi, içinde yaşadığımız evren bir blok evren değildir. Hakikatin kendisi oluş halindedir. Hakikat hakkındaki doğru da gerçekliğin hiçbir mantığa tabi olmayan yeni tezahürlerini sürekli olarak teyid etmelidir. İkbal Kur’an’ın onu bu dinamik görüşünde desteklediği kanaatindedir. “Bana göre evrenin, önceden belirlenmiş bir planın zaman içinde işlediği fikri kadar Kur’ani görüşe yabancı bir şey yoktur… Kur’an’a göre evren, büyüme halindedir. O, büyüyen bir evrendir, yapıcısının elini çağlarca önce terk etmiş tamamlanmış bir mamul değildir. Şu anda uzayda, zamanın hiçbir etki yapmadığı ölü bir madde kitlesi halinde yatmakta olan bir şey değildir.”5

Eğer İkbal, felsefi şiirlerden başka bir şey üretmemiş olsaydı, onun geniş kapsamlı düşüncelerini derlemek ve başlı başına bir felsefe olarak vermek çok zor olurdu. Ancak o, bu işi Reconstruction of Religious Thought in İslam adlı eserinde kendisi yapmıştır. Konferanslardan oluşan bu eser özellikle düşünce üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konferanslar zaten bir özettir. Onları yeniden özetlemek bir çok önemli açıklamanın dışta bırakılması gibi bir sakıncaya neden olacaktır. Ancak, böyle de olsa, biz bu kitaptaki düşünceleri özet halinde vermek durumundayız.

İlk konferansı bilgi ve dini tecrübeyle ilgilidir. İkbal bir filozof olduğu kadar bir şairdir de. Ancak aynı zamanda Müslüman bir düşünürdür ve din onun için hem hayati bir tecrübe, hem de aklen tesis edilebilir bir gerçekliktir. O, insan hayatında dinin felsefeden daha hayati ve daha merkezi olduğunu savunmaktadır. İkbal’in kendi görüşünü teyid için birkaç kez atıfta bulunduğu büyük çağdaş filozof Whitehead’in sözleriyle din, samimiyetle inanılıp savunulduğu ve canlı tutulduğu takdirde dönüştürücü etkiye sahip bir genel hakikatler sistemidir. Ancak akıllı bir yaratık olarak insan yalnız başına inançla yetinmemekte, aklında onunla ittifak halinde olmasını istemektedir. Fonksiyonu açısından din akli bir temele bilimin doğmalarından daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Hem akılcı, hem de dindar olan bir insan için tecrübe ihtilaflarının uzlaştırılması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Karşılıklı hayatiyetlerinin devamı için düşünce, sezgi ve inanç birbirine muhtaçtır. Akıldan daha temel bir mahiyet olarak sezgi şeklindeki anlayışın büyük savunucusu Bergson ise sezginin, üstün bir akıl türü olduğu görüşünü beyan etmiştir. Eski Yunanlılar mantıki aşırı ilahlaştırmışlar, tabiatta sebep aramayı da küçümsemişlerdir. Öte yandan İslam’dan önceki dinler salt inanca dayanmışlar, mantıki akıl ya da tabii delillerle tutarlılığa itibar etmemişlerdir. İslam’da akılla vahyin uygunluğunu esas kabul etmiştir. Fiziksel tabiat fenomenini ve insan aklını ifade eden akıl Kur’an’da Allah’a imanla çelişmeyen, onunla ittifak halinde olan bir şey olarak verilmektedir. Kur’an, peygamberlere ve evliyaya mahsus bir şey olan vahiy ile bilinçsiz aklilikleri mucizevi bir nitelik belirten hayvanların içgüdüleri için aynı kelimeyi kullanmaktadır. Kur’an, basit bir arayı vahye muhatap görmekte, insanları rüzgarların değişimi, gündüz de gecenin birbirini izlemesi, bulutlar, yıldızlı gökler, sonsuz bir uzay içinde yüzen gezegenler konusunda dikkate ve gözleme çağırmaktadır. Niçin bir peygamberin ya da bir velinin sezgileri hakikate küçük hayvanların içgüdülerinden daha az yakın olsun? İkbal, akli bilgi ile dini tecrübe arasında aşılmaz bir uçurum görmemektedir. Eflatun duyu-tecrübesine bir bilgi kaynağı olarak küçümsemiştir. Modern irras yonalist ise hakikat bilgisinin bir aracı olarak akla tepeden bakmıştır. İkbal’in görüşü bütünleyicidir: Duygusal algıyı, aklı ve sezgiyi aynı gerçekliği kavramaya yarayan değişik yolar olarak görmektedir. Onun yaklaşımı muhakkak ki, Kur’an’idir. Vahyi ve imanı teyid için aklı çağırmakla kalmamakta, ayrıca işitme ve görmeyi en kıymetli ilahi nimetler olarak görmekte ve bunların hesabının Allah tarafından sorulacağını ilan etmektedir. İkbal, ilk Müslüman skolastiklerin Grek felsefesi altında Kur’an’ın ruhunu kaybetmekle suçlamaktadır. Gazali Grek rasyonalizmine karşı çıkmış, Yüce Hakikat’e ulaşma konusunda tasavvufu tek yol olarak görmüştür. İkbal, Gazali’yi içtenlikle takdir etmesine rağmen düşüncenin sezgiyle ilişkisi konusunda ona muhalefet etmekte, Gazali’nin “düşünce ve sezginin organik olarak ilişkili olduğunu ve düşüncenin zorunlu olarak, zamanla bağlantısı dolayısıyla sonluğu ve yeterliliği üzerinde taşıdığını” göremediğini söylemektedir.6 Mantıki ve bilimsel aklı tahlil konusunda bunların sınırlarını belirleyen kapsamlı çalışmalar yapmış olan Kant, onun yetersizliklerine güvenememiş, aklı, anlayış kategorilerinin üzerinde bir kategori olarak alıp bu arada tanrı ve özgür irade gibi mantık-ötesi gerçekliklere yönelmiştir. Kant’tan çok önce Mevlana da mantıki akıl ve diğer zamanla sınırlı kategorileri gerçekliğin tek belirleyicileri olduğu yolundaki iddiaları reddetme konusunda benzer bir sonuca varmıştır. Kant’ın akıl (interlect) diye adlandırdığı şeye Mevlana “Cüz’i akıl” (particular reason) demekte ve bu sınırlı aklı bütün gerçekliğin sezgisi olarak kabul ettiği evrensel akıldan ayırmaktadır. İkbal’in görüşü Mevlana’nınkiyle tıpatıp çalışmaktadır. İkbal, mantıki anlayışın yetersizliğini kabul etmektedir; istisnai ayrıntıların çokluğunu ve bunların bir bütünlüğe irca edilmesinin imkansızlığını görmekte, bu da onu düşüncenin sonsuzluğu konusunda şüpheci kılmaktadır. Mantıki anlayışın bu çokluğu ahenkli bir evren halinde görmeye yeterli olmadığı gerçeğinin tamamen bilincindedir. Tümevarımsal mantığın genellemelere somut şeylerin realitesine etkilemeyen hayali birimlerdir. Ancak insan aklı sadece istidlali (discursive) düşünüşle sınırlı değildir ve bu düşünüşün tümdengelim ve tümevarım süreçleriyle tüketilemez “Düşünce, daha derinlikli hareketiyle, kendini açıklayıcı hareketi içinde sınırlı olan şeylerin Saikler durumunda bulunduğu için Mutlak’a (sonsuz’a) ulaşabilecek kapasitededir.” Düşünce potansiyel olarak sonsuzdur ve nasıl, bir tohum gerçek olarak bir ağacın organik bütünlüğünü içinde taşıyorsa, o da sonsuzluğu içinde taşımaktadır. Düşünce, eğer bütün sonlu, sınırlı kavramları kıyasladığı sonsuzlukla temas halinde olmasaydı kendi sınırlarına ve yetersizliklerine yönelmezdi.” Sınırlı (finite) düşünceyi mümkün kılan, bilginin hareketindeki sonsuzluktur. “İkbal şöyle demektedir: ” Kant da Gazali de düşüncenin, bilgi edinme sırasında kendi sınırının ötesine geçtiğini görememiştir.”7 Birçok inanç ve felsefe ideal ile gerçek arasında bir uçurum oluşturmuş ve bu ikisini birleştiren köprüyü görememiştir. İdeal ile reel aynı sonlu ile sonsuz gibi birbirleriyle temas halindedir.”  İdealin esrarengiz temasıdır ki, gerçeğe hayat verir, onu ayakta tutar. İdealin hayatı gerçekle tam bir temasızlık olarak açıklanamaz. Zira bu, keskin ihtilaflarla hayatın organik bütünlüğünü tahrip edilmesi sakıncasını getirmektedir.

İdealin hayatı, yine idealin, gerçeği, onu özümseyecek, onu kendinse dönüştürecek ve bütün varlığını aydınlatacak bir görüşle uygun düşme çabasını ihtiva etmektedir.8 İkbal organik bir hayat ve varlık görüşüne sahiptir. Bu görüşe göre gökler yeri kuşatmakta, sezgi ve inanç evrensel akılla uzaklaşmakta, bilim, dini küçümsemeyi bırakmakta, sonsuzluk sonluluğu (finitude) şekillendirmekte ve canlandırmaktadır. Onun varlık görüşü Varlık’ın bütün yönlerini kesintisiz, aralıksız olduğu bir bütünlük (tevhid) ve devamlılık anlayışına dayanmaktadır. O, inançların, felsefelerin ve bilimin analitik düşünce ile bölündüğü bütün yönleriyle organik bir bütünlüğe sahip olan Varlık anlayışına işaret etmektedir. Onun bütün felsefesi bir evrensel ahenk felsefesi olarak özetlenebilir. Yüce Hakikat kendi sembollerini hem içte (enfüs) hem dışta (afak) ifşa etmektedir. Tecrübi olanın insanlığın manevi hayatında kaçınılmaz bir aşama olma özelliği rasyonel olanınkinden az değildir.

İkbal duyuların, akılların ve sezginin, Kur’an’ın fu’ad ya da kalb olarak adlandırdığı şeyden neş’et ettiği kendi ahenk felsefesine Kur’an ayetlerinden güçlü delilleri getirmektedir. Bu ayetler, bütün çeşitlilikleri kapsayan tutarlı bir bütün halinde bilginin bu üç kaynağının bulgularıyla temas halinde Yüce Hakikat konusunda tutarlı ve meşru yaklaşımlar sağlamaktadır.

“O’dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir su’yun özünden yaptı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak’lar, gözler ve gönüller (fu’ad, ef’ide) yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Secde, 7-9).9

İkbal, Mevlana’dan iktibasla ‘kalb’in (fu’ad) duyu-üstü bir güneşin ışıklarından beslenen ve bizi hakikatin duygusal idrake ya da muhakemeye açık olandan başka yönleriyle irtibatlandıran bir sezgi ya da kavrayış türü olduğunu söylemektedir. Nasıl fiziki tabiattaki fenomenler hakkındaki ilkel görüşler bilimsel düşüncenin geçersizliğini gerektirmiyorsa, ilkel dini bilinç arayışları da üstün ve saf şekilleriyle dini bilincin gerçek dışı olmasını gerektirmezler.

İkbal’in Tanrı anlayışı onun Yüce Hakikat’ın mahiyeti hakkındaki görüşünü bir sonucudur. Zira o, Tanrı’yı Yüce Hakikat’le özdeşleştirmektedir. Ancak o, monizmin değişik türlerinden biri ya da bir panteist değil, bir tesit’tir. Gerçek olan sadece Tanrı değildir. O’nun yarattığı şeyler de gerçektir. Ve Tanrı’nın yarattığı bütün nefsler (benlikler) Kozmik Yaratıcı’nın yaratıcı irade ve özünü paylaşırlar. Tanrı, kusursuz Nefs’tir, Kusursuz Benlik veya Kusursuz Ferd’dir. Ferdaniyyet bütün yaratılmış nefsler için tedricen ulaşılacak bir gayedir. İkbal, ferdaniyyetin dereceli bir şey olup insan benliğinin nihai bütünlük aşamasında bile tam olarak gerçekleşmiş olamayacağı konusunda Bergson’la hemfikirdir. Organize dünyada bireyleşme (teferrüt) eğilimi her yerde mevcuttur. Ancak organizmanın ayrılan parçalarının ayrı ve bağımsız yaşama eğilimlerinin getirdiği yeniden üreme yolundaki eğilim bunu engellemektedir. Bergson bu konuda, “Ferdaniyyet kendi düşmanını kendi evinde saklıyor” demektir. İkbal kendi Tanrı anlayışını Tanrı’nın hazır ve yüce, hem şahsi hem gayrı şahsi olara izah edildiği Kur’an’dan almaktadır. Kur’an’da vahdet-i vücutçu bir hakikat görüşünü teyid eder şekilde yorumlanabilecek ayetler vardır. Vahdet-i Vücutçu tasavvuf bu temeller üzerinde güçlü bir alt-yapı oluşturmuştur. Sözgelimi Kur’an’da, “O, ilktir ve sondur, zahirdir ve batındır”10 buyrulmaktadır. Nur suresinde ise “Allah, semavatın ve arzın nurudur”11buyurulmuştur. Buradaki teşbih geliştirilmiş ve bu nurun bir oyuğa yerleştirilmiş bir lambadan neş’et ettiği, lambanın inciden bir yıldıza benzeyen bir cam içinde bulunduğu beyan edilmiştir. Lamba ise ne doğuda, ne de batıda olan bir ağacın yağından beslenmektedir. İkbal, bu Kur’ani teşbihin Allah’ın mekanı olmayan manevi bir hakikat olduğu şekildeki bir düşünceye delalet ettiğini, keza Allah’ın bütün varoluşu karışmış belirsiz, müphem bir şey olmadığını da gösterdiğini söylemektedir. Oyuğa yerleştirilmiş muhafaza içindeki lamba şahsi bir varlık olarak Allah’a işaret etmektedir. Nihai varlık olan Allah sonsuzdur. Fakat O’nun sonsuzluğu dünyevi ya da mekanı olmayıp bize malum olan evrenin onun yaratıcı faaliyetinin ancak bir kısmını teşkil ettiği sonsuz derüni imkanları içermektedir. Allah’ın nihayetsizliği şümullü değil kesifdir, sonsuz bir silsile ihtiva eder, ama ondan ibaret değildir. İkbal, belli bir zaman noktasında yaratılmış, Allah’ın zatı dışındaki mamul bir madde şeklinde bir dünya anlayışına sahip değildir. Allah zatıyla sonsuz yaratıcıdır. Alem onun “gayrı” olarak O’na muhalefet etmez. Mekan, zaman ve madde düşüncenin Allah’ın özgür yaratıcı faaliyeti hakkındaki yorumlarıdır. Bu tasniflere göre bakıldığında Allah’ın yaratıklara nisbeti Kant’ın da işaret ettiği gibi aklı hem kabule, hem inkara zorlayan Allah2a iman ve onun yaratıklarla ilişkisi konusunda çelişkilere neden olan zıtlıklar doğuracaktır. İkbal, zaman içinde yaratılma şeklindeki Sünni görüşü reddediyorsa da, madde dünyasını Allah ile birlikte edebi olan ve Allah tarafından yönetilen bir şey olduğu görüşünü kabul etmemektir.

Allah’ın cüziler hakkındaki konusunda İkbal insan düşüncesinin istidlali olduğunu, ancak sınırsızda olsa istidlali bilginin Allah’a atfedilemeyeceğini, zira O’nun bilgisinin bildiği şeyleri yaratıcı bir özelliğe de sahip olduğunu söylemektedir. İkbal Allah’ın bilgisini-geçmiş, şimdi ve gelecek şeklindeki-bütün bir tarih sürecinin aynı anda bilinmesi anlamında almamaktadır. Bu Celaleddin Devvani, Iraki ve josiah Royce’un Allah’ın bilgisi konusundaki görüşüdür. İkbal onların bu görüşlerine katılmamaktadır. Ona göre bu görüş tıpkı her şeyden üstün bir kader gibi Allah’ın yaratıcı faaliyetini önceden belirleyen kapalı bir evren, tamamlanmış bir gelecek, olayların düzeninin değişmez bir biçimde önceden belirlenmesi düşüncelerini beraberinde getirmektedir. İkbal hakikatin realitenin tam bir yansımasından ibaret olduğu mukabil bir bilgi teorisine de inanmamaktadır. Hem fenomenal hem de numeral bir Yüce Hakikat, sürekli yaratan bir yaratıcı Benlik anlayışına sahip bir düşünür Tanrı’yı, yani Kusursuz Varlık’ı sadece geçmiş, şimdi ve henüz gerçekleşmemiş olayları ayrıntılarıyla bilen bir varlık olarak düşünemez. Böyle statik bir hakikat anlayışı Allah’ın edebi olarak belirlenmiş olarak değerlendirilemeyecek olan yaratma faaliyetini hükümsüz kılacaktır. Allah’ın bilgisi sınırlı bilincin, sadece cüzlerini bildiği eşyanın sonlu yapısını pasif olarak ayrıntılarıyla yansıtan bir ayna olarak görülemez. Sünni kelamın öngördüğü Allah’ın bilgisi anlayışı ancak onun özgürlüğü feda edilerek kabul edilebilir.

Burada İkbal’in Allah’ı bir nefs (ego) olarak tasavvur ederken, O’nu gerek akıl alanında, gerekse estetik alanında yaratıcı olan insan benliğiyle kıyaslandığını tekrar edebiliriz. İkbal, olası uygulamalarının zenginliğine gebe olan verimli bir fikrin bir defada ortaya çıktığını, ancak çok sayıdaki ürünlerinin ortaya çıkışının zaman içinde bir süreç olduğunu söylemektedir. Zaman zaman ta baştan var olan imkanların tamamen dönüşmesi için nesillerin geçmesi gerekmektedir. Şiirde ve müzik kompozisyonunda da aynı şey geçerlidir; mısraların ya da seslerin şekilleri yaratıcı düşüncede gizliyken kendini neşrederek açığa çıkmaktadır; İkbal’e göre Allah her an yeni şeyler yaratan nihayetsiz bir yaratıcı bir dehadır.

İnsanın özgür iradesi sorunu İkbal açısından bir zorluk teşkil etmemektedir. İkbal’in reddettiği matematiksel olarak belirlenen mekanik bir determinizmin ortaya çıkardığı zorluklar, Einstein ve Eddington gibi bilim felsefecilerinin madde ve nedensellik konusundaki görüşlerinin desteğine ihtiyaç göstermektedir. Determinizm sadece mekanistik materyalistler tarafından değil, ayrıca teistik ilahiyatçılar tarafından da savunulmaktadır. Dahası, modern çağ fizyolojik ve psikolojik determinizm teorileri de üretmiştir. Teist ilahiyat Allah’ın sonsuz özgürlük ve bilgisiyle insan özgürlüğünü bağdaştırmayı başaramamıştır. İkbal problemi Allah’ın önceden bilmesini reddederek ve Allah’ın yaratıcı faaliyetine iştirak eden insan egosuna özgürlük bahşettiğini söyleyerek halletmektedir. İhtiyari, dolayısıyla önceden bilinmesi mümkün olmayan eylem yeteneğine verilmiş benliklerin her şeyi kuşatıcı bir benliğin özgürlüğüyle sınırlandırıldığını kabul etmekte, ancak bu sınırlamanın dışarıdan empoze edilmediğini düşünmektedir. Bu egolar yaratıcı özgürlüğünün mahsulüdürler ve bu sınırlı egoların onun hayatiyetine, gücüne ve özgürlüğüne iştirakini yine o tercih etmektedir. İkbal Allah’ın mutlak kudreti konusundaki yaygın fikri bir yanlış anlama olarak görmektedir. Ona göre yaratıcı olsun, başka türden olsun bütün etkinlikler onlar olmaksızın, Allah’ı somut bir kudret sahibi Benlik olarak algılamak, mümkün olmayan sınırlandırma türüdür. Mutlak kudret soyut olarak anlaşıldığında sınırı olmayan, anlaşılmaz, kaprisli bir güçtür. Böyle anlaşılan bir kudret Allah’ın bilgi, sevgi ya da adalet gibi vasıflara sahip olduğunu düşünmeyi imkansız kılmaktadır.

Bir teist olarak İkbal, günah problemini de ele almaktadır. Rasyonel olarak yönlendirilmiş ilahi iradenin iyi olması haline, fiziki ve manevi günahın varlığını görmezken ciddi bir sorunun ortaya çıktığını görmektedir. Öncelikle evrensel eza ve kötülüğün trajik görünümünü göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Acı, sadece yanlış fiillerin değil, aynı zamanda doğru olanı yapma girişimlerinin de kaçınılmaz refakatçisidir. Gelişme ya da tekamül süreci sonsuz acımasızlığı da ihtiva etmektedir. İkbal, “her ne varsa iyidir” diyen ve kozmik açıdan dünyadaki her şeyin iyi olduğunu düşünen iyimserlerden değildir. Aynı zamanda birçok Hint filozofu gibi düzeltilmesi mümkün olmadığı için hayatın son bulması gerektiğini düşünen Schopenhauer gibi kötümserlerden de değildir. Allah kötüyü yaratmaz. Kur’an’daki deyimle “O bütün iyiliği kendinde bulundurmaktadır.” Varoluş ya da hayatın direnişle karşılaşmaması mümkün değildir. Allah’ın iyiliği ise varoluşun kötülüğün üstesinden gelecek güçlere sahip olduğu gerçeğinde yatmaktadır. Hiçbir kötü mutlak değildir. Hayatın terkibi kötüyü iyiye çevirecek kapasiteye sahiptir. Eğer “ben”in karakteri ancak saptırıcı güçlere karşı mücadeleyle gelişebiliyorsa, iyinin tahakkukuna direnişin olması kötü görülemez. İkbal hayatın kendi gelişmelerine direnişleri var ettiği konusunda Fichte ile aynı görüştedir. Kim hayatta niçin kötülüklerin bulunduğunu soruyorsa, yanlış olarak acı ve kötünün, direniş ve faydasızlığın olmadığı hayat bulunduğu vehmine kapılmıştır. Ahlaki ve ruhi gelişme iyi bir şeyse, dahili ve harici engeller olmaksızın bu nasıl başarılacaktır. Acısız hayat isteyenler Kant’ın kullandığı bir benzetmeyi kullanarak sanki boşlukta uçabilmiş gibi havanın direncinden şikayet eden kuşlar gibidir. Uçuş havanın direncini aşmak için harcanan bir çabanın sonucudur. İkbal ne iyimser (optimist) ne de kötümserdir(pesimist). O bir meliorist’tir.(işlerin sonunda iyiye varacağı inancına bağlıdır).

İkbal’in tekamülü gelecekteki seyri içinde zamanın belli bir noktasında iyinin kötüye karşı mutlak zaferine inanıp inanmadığı sorgulanabilir. İkbal sürekli yaratıcı faaliyet içindeki hayat görüşüne paralel olarak ölümden sonraki hayatı gerçekleşmemiş arzuların ebedi olarak gerçekleştiği bir cennet şeklinde düşünmez. Ona göre iyinin mükafatı tekamüle yönelik hareketin son bulduğu Epikürcü bir cennet değildir. Hayatın mükâfatı daha üstün tezahürleri ve daha derin potansiyelleri de daha yüce bir hayattır ve yine onun anlayışına göre benlik her seviyede direnişle karşılaşmalı, dolayısıyla acı, hayatın ölümsüz bir unsuru olarak kalmalıdır. İkbal üstünlüğü ve kaşı koyuşu kendi şahsında simgeleyen şeytan’a bir tür övgü mahiyetinde merak uyandırıcı çekici şiirler yazmıştır. Şeytan’la Cebrail arasındaki diyalogda İkbal, şeytan’ı savunur görünmektedir. Bir mısra’ında hayatı sevenlere şeytan’ın bulunduğu bir mekanı arzu etmemelerini öğütlemektedir. Hayat başarılarından biriyle yetinemez. Her amaç yeni bir aşamanın başlangıcıdır. Tanrı’nın kendisinden hakikat ile hakikati arasında tercih yapmasını istemesi halinde, ebedi huzuru tercih edeceğini söyleyen Lessing’ın yaklaşımı onu çokça etkilemiş görülmektedir. O, şöyle der: “ Ey Rabbim! Hakikati kendin için sakla, zira ancak sen hem hakikate sahip olup hem de diri olabilirsin. Bana gelin, beni ancak bir hayatı aramak ayakta tutabilir.” İkbal’in cenneti ne Adem’i (a.s) itaatsizliği dolayısıyla kovulduğu cennettir, ne de tatmin edilememiş dünyevi arzuların gerçekleştiği yer. İnsanın düşüşü öyküsünün, Kur’an’i versiyonun gerçek anlamı olduğunu düşündüğü bir yorumu vardır. Şöyle demektedir: “Kur’an’daki düşüş kıssasının insanoğlunun bu gezegene ilk gelişiyle bir ilgisi yoktur. Bunun amacı daha içgüdüsel arzu gibi ilkel bir konumdan şüphe ve itaatsizlik yeteneğine sahip hür bir benliğe bilinçli olarak sahip olan bir konuma yükselişini anlatmaktadır. Düşüş bir manevi bozulmayı anlatmaz. O, insanı basit bir bilinç halinden kendi farkına varmasının ilk aşamasına geçişidir. Bu bir bakıma kendi benliğinden gelen bir darbeyle tabiat rüyasından uyanmaya benzer.” 12 Tekamül süreci içinde insanlığın aralarında bıraktığı bir cennet vardı ve şimdi de daha fazla imkanları kendisine açan bir cennet beklemektedir onu. Ancak her aşamada bu bir itminandan ziyade bir arzu olacaktır. Hayat sonsuz varoluş imkanlarının sürekli bir açılımıdır. İkbal benliği statik bir mutlak’ta mezcederek bir sükun haline gelmesini arzu etmemektedir. Zira ona göre statik bir Mutlak, yok demektir.

Özet

İkbal’in çağdaş İslam dünyasının yetiştirdiği en çok-yönlü düşünür olduğundan şüphe yoktur. O, her yüzeyi her yönden gelen hakikat ışıkları yansıtan iyi-işlenmiş bir elmastır. Doğu ya da Batı dillerinden herhangi birinde onun dengi şair bulmak çok zordur. Kant ya da Hegel gibi büyük bir felsefi sistem geliştirmemiştir, ancak onun felsefi düşünüşü hem kapsamlı, hem de derinliklidir. O kendsiyle geçmişteki ve zamanındaki büyük dehalar arasında fikri bir yakınlık hissetmiştir. Şiirlerinden birinde kendisini Goethe’yle kıyaslamakta, kendisinin neredeyse ölü bir kültürde geldiğini, bir rastlantı sonucu ölü bir toprakta yetişen yalnız bir bitki olduğunu, Goethe’nin ise yani bir hayatın damarlarında dolaştığı bir milletin içinde doğduğunu söylemektedir. Bilgisinin artması ve yedinci/on üçüncü yüzyılın güçlü sufi şairi Mevlana’yla kendisi arasındaki fikri yakınlığı sezmesiyle iç dünyasını zenginleşmektedir. Mevlana’nın dini bilinci İkbal gibi bir dehanın aklı bilinciyle dengelendiğinde maddeyi, hayatı, aklı ve ruhu kuşatan zengin bir hayatın sadece bireysel ve sosyal benliklerin armonize olamayıp, gelişen benliğin kendi faniliğinin sonsuz kozmik manaya uyarladığı bir hayatın hakikati de ortaya konulmaktadır. Her ikisi için de hayat arzusu bütün varoluşun merkezi ve muhiti olan Yüce Hakikat’in çevresinde dönen aşk saikidir. Mevlana, Helenizm’in zihni araçlarını alıp onunla Helenizm’i tamamen aşan bir bakışı teyid etmektedir. İkbal de kadim ve çağdaş felsefenin zengin mirasıyla aynı şeyi yapmıştır. Birçok çağdaş düşünür de aynı yönde gitmektedir. Nitekim onu Kant, Fichte, Hegel, Nietzsche, Bergson, William James, Whitehead ve Eddington gibi isimlerle birlikte görürüz. Ancak bu cereyanlar onun dehasına karışarak büyük bir nehire dönüşmektedir. Modern İran’ın büyük şairi Melikü’ş-Şuara Bahar, İkbal’in şiiri için Fars şiir ve kültür mirasının sekiz yüzyıllık gelişmesinin bir meyvesi olduğu tespitinde bulunmaktadır. Hayatının son yılında İkbal şairler sınıfında sayılması reddedilmiştir. Kendisinin şiiri bir mesajın vasıtası olarak kullandığını söylemektedir. O yeni bir rönesans tasarrufuna sahip bir öğretmen, bir tebliğci ve bir hayat eleştirmenidir. Bu mesaj doğrudan doğruya İslam milletine yöneliktir. Ancak onun getirdiği şey evrensel bir manadır. Şiirinde ve felsefi yazılarında sunduğu geniş evrensel dini bakış, insanlığın tümünü kuşatan bir bakıştır. O, liberal ve dinamik bir İslam görüşüyle bütün bir İslam dünyasını ihya etmeye çalışmıştır. Coğrafi ve ırki ayrımları reddetmiş ve bütün bir uygarlığa kasteden saldırgan milliyetçiliği şiddetle kınamıştır. O, Batılı ekonomik ve siyasi emperyalizmin bir düşmanı ve fizik biliminin başarısıyla hakim duruma gelen, fakat ruhun hakikatine olan inancı kaybeden Batılı materyalizm ve natüralizmin şiddetli bir tenkitçisidir. Katı ve boş bir niteliğe bürünen ve ölü bir geçmişe kapılmaktan ibaret olan Doğu maneviyatını da aynı şekilde eleştirmektedir. Kendi hallerine bırakıldığında yıkıcı güçlere dönüşen siyaset ve ekonomiye ahlaki ve manevi bir temel getirmek istemiştir. Kendini idrakin ilkelerini açıklamıştır. Ancak onun benlik anlayışı mistik olarak aşkın bir kavram değildir. Onun ideal insanı akılla vahyi birleştiren bir ilham ve düşünce adamıdır. Sadece profesyonel bir filozof gibi felsefe yapmış olsaydı –ki bunu Reconstruction of Religious Thought in İslam eserinde yapmıştır- okuyucularının ruhlarını şiiri bir araç olarak kullandığı zamanki kadar kuşatamadı. Onu eleştirenler hala onun öncelikle bir şair mi, filozof mu, mistik mi, tebliğci mi, yoksa reformcu mu olduğu konusu üzerinde ihtilaf etmektedir. Gerçek şudur ki, o bunların hepsinin bir sentezidir. Sadece bir derlemeci değildir. Farklı eğilimlerin hepsi onun zengin şahsiyetinde birbiriyle organik olarak örülmüş durumdadır.  Bunlar onun kafasında birbiriyle ilişkisi olmayan unsurlar olarak durmaktadır. O tabii ve kişisel hayatın zıtlıklarını aşan ve çözümleyen bir kozmik aşkı terennüm etmektedir. O bir aşk ve hayat dâhisidir. Hiçbir nihai sınır ve nihai muhalefet tanımamaktadır. Onun mesajı kendi gizliliklerini sürekli olarak fiiliyata geçiren zengin ve bütünlüklü bir hayattır. İkbal’in düşünce duygularının çoğu İslam çerçevesi içinde sunulmuştur ve mesajının esas kısmı doğrudan doğruya kendini uyanışlarına adadığı Müslümanlara hitap etmektedir. Ancak onun geniş ve özgür ideolojisinde belli bir ekolü çağrıştıran hiçbir şey yoktur. Öncelikle Atina ve Grek hayatının fikri, ahlaki ve sosyal sorunlarıyla alevlenmekte buna karşılık evrensel anlamlar içeren mesajlar yayan Eflatun ve Sokrat gibi İkbal’de evrensel mesajlar taşımaktadır. Ötesinde insanlığı iyi ya da kötü yönde etkileyen kutlu ve pespaye ruhlarla karşılaştığı ülkeyi anlattığı Cavidname’si muhakkak ki, sadece sıradan düşünce, inanç ve yargılarını yansıtan Dante’nin İlahi Komedya’sından daha zengindir. İster metafiziği ya da dini, ister bilimi ya da sanatı, isterse de ekonomi ve siyaseti tartışsın, yargıda ve eleştiride kullandığı ölçütler sürekli basit kalmakta, değişmemektedir. O hayatın seçkinliğinden ve sürekli yaratıcılık ve zenginliğinden yanadır. Çeşitli yönleriyle hayatı güçlendiren, geliştiren her şey onaylanmakta, hayatı zaafa uğratan ve ihmal eden her şey reddedilmektedir. Düşüncesinde ve şiirinde mistik bir hava vardır, ancak onun mistisizmi pasif ve öte dünyacı değildir. Fichte’in ahlaki monizmi gibi onun mistisizmi de dinamiktir. Bergson bu sonuca varmadan çok önce veliler ve peygamberler ilhamla ilgili bir şey olan yaratıcı hayat arzusu ve aşkı teşhis etmiştir. Büyük bir sanatçı olmakla birlikte sanat için sanata inanmamakta, öte yandan büyük Grek filozofları gibi bilgi için bilgi şeklinde bir düşünceye de yaklaşmamaktadır. Onun temel anlayışı, düşünce değil hayattır. Düşünce hayatın birçok yararlı vasıtalarından sadece biridir. Binaenaleyh kesinlikle hayattan ayrılmamalıdır. O, hayata hizmet eder ve onu geliştiren bir vasıtadır. Onun düşünce ve şiirinde şimdiki ya da geçmişteki herhangi bir şairinkinde bulunabilecek olandan çok daha fazla bir dinamizm vardır. Feragat ve fedakârlıktan söz etmesi daha zengin bir nefs idraki lehinedir. O bütün zamanlara ve bütün insanlığa aittir. Zira o, insanlığın sunacağı şeyin en iyisini kendinde depolamış ve bütün yaratılışın yöneldiği amaçlara amade kılmıştır. Aşağıda İkbal’in bazı şiirlerinin nesir halindeki çevirileri verilmiştir:

Akıl ve Kalp: Bir Diyalog

“Akıl kalbe karşı şu iddiada bulundu:” Ben yollarını kaybedenlerin kılavuzuyum. Bu dini yeryüzünde faaliyet gösteriyorsam da, bütün semavatı arşınlıyorum. Baksana görüşüm nice mesafelere ulaşıyor. Rehberlik benim görevimdir, tıpkı ölümsüz bilge Hızır gibi. Ben hayat kitabını şerh ederim ve aşkın ihtişamını aşikâr kılarım. Oysa sen sadece bir damla kansın hâlbuki benim parmağım paha biçilmez mücevherleri imrendirir.”

“Kalp şöyle cevap verdi: “Senin söylediklerine karşı çıkmıyorum, ancak benim tabiatıma daha yakından bakılmalıdır. Sen varoluşun esrarını düşünerek araştırıyorsun oysa ben senin sadece bildiğin şeyi doğrudan doğruya görüyorum. Görmek bilmekten daha kesin değil midir? Sen tezahürler ülkesinde geziyorsun oysa ben tezahürlerin arasındaki hakikatle haşir neşir oluyorum. Sen ancak Allah’ı arama mevkiindesin, ama ben onu ifşa ediyorum. Bende hakikatin bilgisi var, sende sadece onun hakkında bir bilgi. Senin bilginin sonu huzursuzluktur. Bense o hastalığın çaresiyim. Sen hakikat bahçesini aydınlatıyorsan, ben Edebi Cemalin nuruyum. Sen zaman ve mekân kafesinde çırpınan esir bir kuş gibisin, oysa benim ebediyetteki uçuşum özgür ve sınırsızdır. Ben bütün yaratıkların üstünde yüce Tanrı’nın mahkûmuyum.”13

İnsanın Macerası

“Rabbimle olan ebedi akdimi unutarak ondan uzağa düştüm. Çarpıcı bilinç şarabı beni Adn Cennetinde bile huzursuz etti ve ülkesinden çıkardı. Göklerde dolaşan düşünce, benim varlığım sırrını aramamamı istedi. Değişmeye dair bilgim bana hiçbir konuda rahat vermedi. Mabetleri kendi var ettiğim tanrıların putlarıyla doldurdum. Ancak yine onları nefretle tek tanrıya ibadet yeri olan Kâbe’den defettim. Onunla yüz yüze konuşma arzusuyla Sina dağına çıktım. Cebimde sakladığım el ilahi nurla aydınlandı. Hemcinslerim beni çarmıha gerdiler, ben de bu mutsuz dünyayı terk ederek tekrar semavata yükseldim. Sonra insanlığa nihai mesajı aktarmakla görevlendirilinceye kadar kendimi yıllarca Hira mağarasında gizledim. Kimi zaman Hint ülkesinde semavi bir şarkı terennüm ettim. Erdem düşkünü Greklere de yöneldim. Hint benim mesajıma kulak vermeyince Çin’de ve Japonya’da hoş karşılandım. Bütün hak dinlerin ruhuna aykırı bir biçimde akılsız atomlardan bir evren oluşturma hevesine kapıldım. Akılla inanç arasında yeryüzünü insanlığın kanına bulayan acımasız bir savaş başlatma suçu benimdir. Parlayan kürelerden varoluşun sırasını çekip çıkarmak için bir müneccim olarak nice uykusuz geceler geçirdim. Kilise’nin acımasız kılıcı beni dünyanın güneş etrafında döndüğünü öğrenmekten alıkoyamadı. Benim teleskopik aklım yerçekiminin kanunu bulup çıkardı. Işınları ve manyetik dalgaları ele geçirdim ve o yerinde durmaz ışınları itaatkâr köleler yaptı. Tabiatın güçlerini kontrol altına alarak yeryüzünü cennete çevirdim. Ama heyhat! Tabiat dünyasını kendime tabi kılmama rağmen hiçbir şey bana varoluşun sırlarını ifşa etmedi.

“Sonunda kendime dönüp gözlerimi kendime çevirerek O’nu buldum, kalbimin mabedinde. O ki var olan her şeyin kaynağı ve anlamıdır.”14

Hayatın Tabiatı

“Nehrin durgun kısmı şöyle dedi: “Var olalı beri ne olduğumu düşündüm, durdum. Ancak varoluşumun sırrı bana açılmadı.” Bunu duyan hızla çırpınan dalga cevap verdi: “Hayatın sırrı ve esası harekettir. Ben hareket ettikçe varım. Hareketim biterse varoluşum da biter.”15

Lalenin yapraklarını büyüleyici renklere boyayan aşk, kalbimde acılı bir gürültü koparıyor. Bu donuk arzın damarlarında bile aşkın kızıl kanı akıyor.”16

“İnsan aşkın melodilerini çalan bir sazdır; âlemi Allah yaratmıştır, insan tasarruf eder. O halde insan evrende pay sahibi değil midir?”17

“Eğer kalp de akıl gibi sadece zeki olsaydı, hiçbir kıvılcım bizim çamurumuzu tutuşturamazdı. Eğer aşk dağdağasıyla birlikte orada olmasaydı, hayat meyhanesinde ölümcül bir sessizlik hüküm sürerdi.”18

“Benim kalbimi aydınlatan, duyguların ateşidir. Gözlerdeki kandamlaları onları varlığı incelemeye müsait kılar, Aşkı bedbahtlık olarak görenler hayatın sırrına yabancı kalırlar.”19

“Bendeki bahar rüzgârları aşkın armağanıdır, tarlalar da tomurcukları yetiştiren aşktır. Aşk nurunun ışıkları denizin derinliklerine girer ve balıklara karanlıkta yollarını gösterir.”20

İnsanın Doğuşu

“Aşk, ey âşık dedi, ‘benim acılı oklarımı hoş karşılayacak kimse yok mudur? Büyük bir takdir edicinin doğuşuyla güzellik bir titreme geçirdi. Varlık sırlarının kapalı mabedinde ebedi sırların açılacağı haberi dolaştı. Tabiat eli kolu bağlı durup kendisini serbestçe yakıp yıkacak bilen ve belirleyen bir varlık doğuyor diye alt-üst oldu. Hayatın kucağında uyuyan bilinçsiz arzu gözlerini açtı ve yeni bir varoluş manzarasına yöneldi. Hayat dedi ki, uzun süre çamurla kaplı bir kubbede kapalı kaldım. Dışarı çıkamamaktan dolayı huzursuzdum. Ancak şimdi kaçış şansı sağlayan bir kapı görüyorum.”21

“Bedenimiz eski, çamur bir kaptır, ama hayat şarabıyla ağzına kadar doludur. Ölüm gibi görünen şeylerde bile hayatın nabzı gizliden gizliye atmaktadır. Sonbaharda dalların yaprakları bırakması, oyuncağın uyumaya başlayan çocuğun gevşeyen ellerinden düşmesine benzer.”22

Bibliyografya

A.R.Gani  ve H.Nur İlahi, An Iqbal Bibliography, Bezm-i İkbal, Lahore, 1954; Halife Abdülhakim, Fikr-i İkbal, Bezm-i İkbal, Lahore; A.j. Arberry, The Mysteries of Selflessness (İkbal’in Rumuz-i Bihodi’sinin İngilizce çevirisi), Jhon Murray, London, 1963; Persian Psalms, İkbal’in Zebur-i Acem’inin İngilizce çevirisi), Sh.Muhammed Eşref, Lahore, 1949; Tulip of Sinai (İkbal’in Lale-i Tur’unun İngilizce çevirisi), Royal İndia Society, London 1947;Ata Allah, İkbal-Name, 2cilt, Sh. Muhammed Eşref, LAHORE, 1944, 1951; Atiye Begüm, İqbal, Academy of İslam Publicastions, Bombay, 1947; H.H. Bilgrami, Glimpses of İqbal’s Mind and Thoght, Oriantelia, lahore, 1954; B.A. Dar, İqbal and Post- Kantian Voluntarism, Bezm-i İkbal, Lahore, 1956; Study in İkbal’s Phlosophy, Sh. Muhammed Eşref, Lahore, 1944;  I.H. Enver, The Metaphysics of İkbal, Sh. M.Eşref, Lahore, 1944, M.İkbal, Armağan-ı Hicaz, Şeyh Gulam Ali, Lahore 1936; Bangi Dera, Şeyh Gulam Ali, Lahore, 1924; Darbı-ı Kelim, Şeyh Gulam Ali, Lahore;1936; Bal-i Cibril, Şeyh Gulam Ali, Lahore; Peyam-ı Meşruk, Şeyh Gulam Ali, Lahore; The Development of Metaphysics in Persia, Bezm-i İkbal, Lahore; Cavid-Name, Şeyh Gulam Ali, Lahore 1932; The Reconstruction of Religions Tought in İslam, Sh. Muhammed Eşref, Lahore, 1944; Zebür-i Acem, Şeyh Gulam Ali, Lahore, 1927; M.Eşref, Devil’s  Conferance (İkbal’in İblis ki Meclis’i Şüra adlı eserinin İngilizce çevirisi), Urdu House, Gucerat, 1951; Iqbal as a Thinker, Sh. Muhammed Eşref neşri, Lahore, 1944; V.G.Kiernan, Poems from Iqbal, İngilizceye çeviren Kutub, Bombay, 1947; Sir Zülfikar Ali Han, Voice from the East, Mercantile Press, Lahore, 1922; Mazharuddin Sıddıki, The Image of the West in Iqbal, Bezm-i İkbal, Lahore, 1956; R.A.Nivholson, Secrets of the Self(İkbal’in Esra-ı Hodi’sinin İngilizce çevirisi), Macmillan and Co, London, 1920; K.G.Saideyn Iqbal: The Man His Message, London, 1949; İkbal’s Educational Philosophy, 3.baskı (gözden geçirilmiş),ed, Sh. Muhammed Eşref, Lahore, 1954; M.M.Şerif(Ed.) , Iqbal (üç aylık dergi) c.1’den 10’a kadar, Bezm-i İkbal, Lahore, 1952-1960; “Iqbal’s Concept of God”, İslamic Culture, Haydarabad, Hindistan, c.16, Sayı, 3, July 1942; S.Sinha , Iqbal , The Poet and His Message, Ram Narain Lal, Allahabad, Hindistan 1947; S.A.Vahid, Iqbal: His Art and Thought, Sh. Muhammd Eşref, Lahore, 1944; Introduction to Iqbal, Pakistan Publications, Karaçi, tarihsiz; Yusuf Hüseyin Han, Ruh-i İkbal, İdare-i İşa’at-i Urdu, Haydarabad Hindistan.

Dipnot:

1Halife Abdülhakim, İkbal’in babasının bu rüyayı kendisine bizzat anlattığını söylüyor.

2The Reconstruction of Religious Thought in İslam, Sh. Muhammed Eşref, Lahor, 1958, s.49.

3A.g.e, s.53.

4A.g.e, s.52-53.

5A.g.e, s.55.

6A.g.e, s.5-6.

7A.g.e, s.6-7.

8A.g.e, s.9.

9A.g.e, s.15.

10Hadid,3.

11Nur,35.

12İkbal, a.g.e., s.35.

13Bang-i Dera, Lahore, 1949, s.28.

14A.g.e, s.80.

15A.g.e, s.150.

16A.g.e, s.13.

17A.g.e, s.16.

18A.g.e, s.20.

19A.g.e, s.12.

20A.g.e.

21A.g.e, s.97.

22A.g.e, s.165.

Kaynak: İslam Düşüncesi Tarihi 4. Cilt M.M. Şerif

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer