Ana Sayfa  /  ISLAH EKOLLERİ  /  Muhammed İbn Abdulvahhab ve Ekolü / Abdülhamid SIDDIKİ
  • Facebook da Paylaş
Muhammed İbn Abdulvahhab ve Ekolü / Abdülhamid SIDDIKİ
  • 19-08-2014
  • 0 yorum
  • 3853 okunma
Bu muttaki müceddidin Müslümanların içinde bulundukları uyuşukluktan kurtulup, asr-ı saadetin şevk ve gayretiyle yeniden canlanmaları konusunda tutuşturduğu kıvılcım, çok kısa bir sürede İslam dünyasının en ücra köşelerinde dahi yayılmayı başarmıştır.

Müslümanların arasında ihya hareketlerine gösterilen çabanın sürekliliği oldukça derin bir ilgi alanı oluşturmuştur. Gerileme döneminin oldukça erken yıllarında, cahiliyyenin gücü ile mücadele etme ve Müslümanları İslam’ın ana kaynaklarına yeniden yöneltme konusunda varını yoğunu ortaya koyan iki düşünce lideri ile karşılaşırız.  Bunlardan ilki, manevi etkisini genelde tüm İslam dünyasında, özelde ise Arap ülkelerinde, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan’da hissettiğimiz Arabistanlı Muhammed İbn Adulvahhab’dır.

Muhammed İbn Adulvahhab, yaklaşık 1111/1700 yılında Arap çöllerinin göbeği sayılan Necd bölgesinde doğmuştur. Bu muttaki müceddidin Müslümanların içinde bulundukları uyuşukluktan kurtulup, asr-ı saadetin şevk ve gayretiyle yeniden canlanmaları konusunda tutuşturduğu kıvılcım, çok kısa bir sürede İslam dünyasının en ücra köşelerinde dahi yayılmayı başarmıştır. Bir dini müceddid, bir özgürlük sancaktarı ve bir hatip olarak sadece zirvede kalmayı başarmamış, ayrıca tüm bu alanlarda şahsiyetinin derin ve kalıcı izlerini de bırakmıştır. Arabistan’da çağdaşları arasında, insanları galeyana getirme ve yatıştırma, savunma ve ısrar etme, tebliğ ve belagatle ateşli bir biçimde hitap etme gibi konularda onun kadar baş arılı ve bu konularda o denli vakıf bir başkası yoktur.

Şeyh, Medine’de eğitim gördü, İran’a kadar uzanan seyahatleri vardır, fakat sonunda doğum yeri olan Necd’de karar kılıp yerleşmiştir. Hocaları arasında Şeyh Abdullah İbn İbrahim Necdi, Şeyh Muhammed Hayat Sindi ve Şeyh Muhammed Mecmu’i en çok tanınan şahıslardır. Şeyh, çocukluğundan itibaren dini ve ilmi konulara eğilim göstermiş ve daha ilk gençlik yıllarında takva ve bilgisiyle haklı bir üne sahip olmuştur. Eğitim gördüğü dönemde, Kur’an ve Sünnet’e karşı derin bir sevgi beslemiş, insanları İslam’ın o bozulmamış ihtişamına tekrar döndürmek için tüm duyarlılığını ortaya koyması gerektiğini idrak etmiştir. Bu hedefine ulaşmak için, Arabistan’ı baştan aşağı dolaşmış ve “İslam’a Dönüş” sloganıyla hareket etmiştir. Anlatımlarının dolaysızlığı ve açıklığı taze kan görevi görmüş; cesareti yapmacılıktan ve taklitten iğrenmiş insanlara çok ihtiyaç duydukları bir panzehir olmuş, İslam’a ters düşen tüm uygulamalarla mücadele etme hususunda insanları harekete geçirmiştir.

Bir süre sonra, politik iktidarın yardımını almamış bir hareketin birey bazında etkili olsa bile, toplumların görüşünde kökten bir değişikliği gerçekleştiremeyeceğini görmüş ve bu yüzden farklı Arap kabilelerinden birinin politik gücünden yararlanmaya karar vermiştir. Uveyne Emiri Osman bin Hamad bin Ma’mer ile bu konuda ilişkiye girmiş, Emir önce çok istekli davranmışsa da daha sonra sözünde durmamıştır.1 Şeyh bunun üzerine Uveyne’den ayrılmış ve Ulema’nın bilgisizlikleri nedeniyle kendisine karşı tavır aldıkları Deriyye’ye gitmiştir. Uzun uğraşlar sonunda, insanların kendi görüşünü kabul etmelerini temin etmekle kalmamış, ayrıca bütün Necd’de en güçlü kabile reisi olan ve büyük Su’ud kabilesinin başı olan Muhammed’in kalbini kazanmıştır. Böylece Şeyh’in manevi açıdan insanlar üzerindeki konumu ile birlikte maddi gücü de hissedilir derecede artmıştır.

“Çöl Arapları giderek, aynen İslam Peygamber’inden etkilendikleri gibi, dini-politik birlik içerisine girdiler. Muhammed İbn Adulvahhab, gerçekten ilk iki Halife, Ebu Bekir(ra) ve Ömer’in(ra) sadık bir takipçisiydi. 1201/1787 yılında öldüğünde, müridi Su’ud onun değerli bir halefi olduğunu kanıtladı. Yeni Vahhabi devleti, Mekki Halifelerin adeta tamamlayıcısıydı.”2 Ülkenin siyasi ve idari düzeninde çok büyük değişiklikler yapıldı. “Sahip olduğu büyük askeri güce rağmen, Su’ud, daima kendisini kamuoyuna karşı sorumlu görür ve teb’asının hukuki özgürlüklerine asla el uzatmazdı. Hükümeti, katı olmakla beraber, güçlü ve adildi. Vahhabi hakimler, işinin ehli ve dürüsttüler. Hırsızlık neredeyse bilinmez olmuş, genel huzur sağlanmıştı.”3

Necd politik olarak güçlendirilmekle beraber, Suud, son birkaç yüzyıldır İslam’ı içten içe kemiren tüm gayri İslami etkilenmelerden İslamiyet’i temizlemek üzere daha büyük yükümlülükler almaya hazırlanıyordu. İman’ın hayat damarlarını yiyip bitiren tüm bid’atları kökünden koparıp atmak üzere bir kampanya başlatıldı. Bu teşebbüs saf İslam’a geri dönüş üzerine oturtuldu. Daha sonra gelişmiş tüm bid’atler  -Ortaçağ ulemasının skolâstik yorumlarıyla oluşan zihni figürler ve seremonik ya da şeyhe tapma gibi bid’atlar- kısaca kökleri İslam’da bulunmayan tüm uygulamalar kınandı ve kitlelere onarlı yıkıp yok etmeleri öğütlendi. Resulün vazgeçilmez fikri ve prensiplerinin basitliği içinde tektanrıcılığından vaazlarda söz edilerek, Kur’an ve Sünnet’in tüm insan faaliyetleri için tek rehber olması gerektiği işlendi. Doktrin açısından basitlikle beraber sıkı ahlak kuralları takip edildi.

Muhammed bin Abdulvahhab büyük bir kararlılıkla insanları gerçek İslam’a geri döndürmek üzere kıyama kalkmıştır. O, böylece, Müslüman’ın hayatını tüm bida’atlerden temizlemeye çalışmış ve onlara karşı “cihad” açmıştır. Öne çıkardığı duygu, kendisine kadar ulaşmış her şeyi yıkıp dışlamaktan çok, köhnemiş mezheplere karşı akılcı bir memnuniyetsizliğin ifadesiydi. İstediği, çöpü samandan ayırmaktı ve bunu da büyük bir cesaretle ve zekâsı ile gerçekleştirdi. İslam’ın ruhuna yabancı bulduğu her şeyi yıkıp atmaya, İman’ın ruhuna ters gördüğü tüm uygulamaları İslam toplumundan kaldırmaya uğraştı. Yaşayan medeniyetin içinde belli temel değişiklerin esas olduğuna inanmakla birlikte, bunun organik olması gerektiğini, yani, ait olduğu toplumun gerçek ihtiyaçlarına uygun ve karşılık olacak medeniyetten sudur etmesi ve kesinlikle başka bir medeniyetin taklidi olmamsı gerektiğini vurgulamıştır. Çünkü bir başka medeniyeti taklit etmek, gelişen bir toplumun can damarlarını oluşturan yaratıcı güçlerinden fedakârlık etmek anlamına gelir. Şeyh, bu yüzden aldığı kararlarda oldukça ihtiyatlı davranmıştır. İnsanları, sadece gayri İslami unsurları dışlamaya yöneltmiş, İslam’ın yapısıyla uygunluk içinde olan tüm fikir ve uygulamaları kabul etmiştir.

Vahhabi hareketi, bu yüzden mahiyeti itibariyle temelde gerici ve muhafazakâr değildir. Bilakis, Arapları, yıllardır içinde bulundukları zillet duygularını kırmak, hayati ihtiyaçlarının farkında olmalarını sağlamak ve belli bir hayat ve etkinlik çizgisi kazandırmak anlamında, ilerici bir harekettir. Onlar, İslam’ın ihyası yolunda, ikinci el formüllere güvenmekten vazgeçmelerini, İslami gerçeklere dönmenin esas olduğunu, bunlarla yeni düşünce ve faaliyetlerini oluşturmalarını öğretmiştir. İslam’a ait kültürel şekil ve hedefleri hissettirmeden yok etmeye İslami olmayan (ya da daha çok İslam’a ters düşen) toplumsal teşekkülleri hedef almaya yönelik bir girişim İslam kültürünü yeniden oluşturmak değil, yozlaştırmak olacaktı.

Hareketinin doğru çizgide gelişmesi ve gelecek nesiller üzerinde etkisinin ebedileşmesi için, Şeyh kitleler arasında beslenip-büyüyen bir eğitim programı yapmıştır. Bu çabasının bir sonucu olarak, her vaha onun mektebi olmuş ve eğiticiler hem öğretmen, hem de vaiz olarak Bedevi kabilelerine gönderilmişlerdir. Şeyhin müridleri, büyük bir coşku içinde ondan yararlanmışlardır. İbn Beşir, derslerine devam eden o kadar çok insan vardı ki, birisi bu konuda bir rakam verirse ona inanmayın, diye uyarır. Tüm çocukları, Hüseyin Abdullah, Ali ve İbrahim, İslami eğitimden geçmek üzere çok uzak yerlerden gelen insanlar için kendi evlerinde kendi mekteplerine sahiptiler ve tüm masraflar Beytü’l-Mal’den sağlanırdı.4

Şeyh, fıkıhta Hanbeli olmakla beraber, mezhebinin katı bir takipçisi değildi. Kitabı, Hedyet el-Saniyye’de “İmam İbn Kayyım [el-Cevziyye] ve hocası İbn Teymiyye, Sünni düşüncenin en önde gelen liderleridir ve eserlerinden etkilenmişimdir, ancak tüm meselelerde onların katı bir takipçisi olduğum söylenemez” diyerek itirafta bulunur.

Gerçekten selefi ihya hareketinin başlangıcı, kitlelerin eğitimine yönelik programlar ve taklide karşı yoğun tepkilerle oluşmuştur. Mu’tezile’nin öğretilerinin tekrar canlandırılmasıyla liberal görüşlü reformcular, görüşlerinin, Mu’tezile ulemasının eserlerinde adeta teyid edildiğini görmekten büyük memnuniyet duymuşlardır. Aklın ve körü körüne olmayan emirlerin hakikatin süzgecinden geçirilmesi gerektiği ilkesi, kalplerinde yatan reformların gerçekleşebilme ihtimaline açık kapı bırakmıştır.5 Böylece murakabe ve muhasebe sürecine girdiler.

Tüm bunlar, Arabistan’da, dünyanın her yerinde olduğu gibi, İslami ihya hareketinin ana özelliklerini oluşturur.

Düşünce liderleri, kendilerine atalarından ulaşmış İslami eserleri incelemeye tabi, tutarak, maalesef İslam kültürünün bir parçası haline gelmiş İslam öğretilerine dokunmadan gayri İslami uygulamalarını İslam’dan arındırmaya başladılar. Muhammed İbn Adulvahhab’ın bu çabalarına İslam ulemasından büyük eleştiriler geldi; Onlar Kur’an ve Sünnet’e göre geçerliliğini araştırmaksızın geçmişten gelen her şeyi kabul etmek niyetindeydiler.

Böylece toplumda, görülen ilk değişiklik, Fıkıh’ın sorgulamasını yapmak yönünde blirdi. Şeriat’ın asr-ı saadete özgü basitliğin sonraki ulemanın ileri sürdüğü indi çıkarsamalarla neredeyse yok olduğu görüşü hakim oldu. Bunlar elbette değerlidir, ancak tüm zamanlar için nihai geçerliği haiz olmamalıdır. Zamanla yeni sorunlar oluşmuş ve bu sorunlar da Kur’an ve Sünnet’in ışığında yeni çözümler bekler olmuştur. Böylece, eleştirilerin gelişmesiyle ki tamamen İslami uyanışın bir sonucudur, altı yüzyıldır kapalı olan içtihat kapısı yeniden açıldı. Tüm Müslüman toplumlar, fıkıh’a yeni bir yaklaşımın ihtiyacını hissetmeye başladı.

 Kur’an ve Sünnet’te köklerini bulmayan her şeye karşı genel bir rahatsızlık duyulmaya başlandı ve eğitilmiş insanlar arasında iki temel kaynaktan naslarla desteklenmeyen herhangi bir problem hakkındaki yorum ve kıyaslar için resmi ve hukuki bir kesinlik ve ilelebet bir süreklilik tanınmamalı, şeklinde bir kanaat hakim oldu.

Bu tür eleştirel bir yaklaşım, sonuç olarak Hafız İbn Hacer, Darekutni, İmam Nebevi, İmam Zehebi, İmam Şevkani gibi hadis yorumcularının halk arasında popüler olmasını sağladı. Onların eserleri ulemanın dikkatini çekti ve kendilerini Kur’an ve Sünneti incelemeye hasrettiler. Böylece vurgu fıkıh ve mantıktan, İslami öğretilerin iki ana kaynağına kaymış oldu.

Bu değişiklik, Müslüman ulemanın toplum felsefecilerine karşı takındıkları tavırda da görülebilir. Geliştirdiği devlet teorisini, soyut felsefi mesnetlere dayandıran Farabi (öl.339/950) yerini, ulema indinde, yine aynı teoriyi somut, kanıtlanabilir gerçekler üstüne kuran ve bilimsel tarih teorisini geliştiren İbn Haldun’a bıraktı.

İbn Haldun’un eselerinin incelenmesi Pan-İslamizm’e giden yolu açtı. Kureyş’in eski gücü kalmadığına göre, İmam olarak tolumdaki en güçlü insanı seçmekten başka çare olmadığını, o söz konusu etmişti. “Böylece İbn Haldun,” İkbal’e göre” olayların girift mantığını kavramış, öne sürdüğü görüşle, bugün artık açıkça görülen beynelmilel bir İslam’ın donuk (din) anlayışına ilk çözümü aramıştır.”6 Bu, modern Arabın, farklı şartlarda yaşamış e düşünmüş ulemanın aklına müracaat etmeyerek, tecrübelerin gerçekliğinden geliştirdiği bir görüştür.

Batı’nın bilimde baş döndürücü başarısı ve bu sayede sahip olduğu maddi avantaj, Arap halkını buna katılmaya yöneltti. Kendi yaşam tarzını Batı’nınkine göre ayarlayarak bazı dış şekillenmeleri benimseyerek aynı amaca ulaşmayı denediler. Bu arada, kendi kültürleri içinde gelişmiş değerleri ve adetleri korumada aşırı hassastırlar. Politik ve toplumsal yapılarında gözle görülür değişiklikler olmasına rağmen, bu değişikliklerin hızı günümüzde oldukça yavaşlamış durumdadır. Liberal ilkelerin ve Batılı ilerleme araçlarının yayılması, muhafazakâr güçlerle atbaşı gitmektedir. Denilebilir ki, Müslüman ülkeler arasında, Arabistan geçmişin geleneksel yaşam şekillerine en bağlı olanıdır.

Suriye, Şam Arap Akademisinin Rolü: 1336/1918’de Muhammed Kürd Ali (1293/1876-1372/1953) Şam’da Arao Akademisini kurdu. (elMecma el-Arabi) Akademi, Kral Faysal tarafından finanse edildi. Büyük kısmı yazma olan, 3000 esere (sahip el-Zahiriyye Kütüphanesinin sorumluluğunu yüklendi. Akademi (a) Modern düşünceyi ifade etmek için karşılık bulmak üzere Arap dilinin geliştirilmesinin yol ve araçlarını, dilbilimsel problemlerini ve edebiyatını araştırmakla yükümlü ve edebi(literary) dilbilimsel komite (Lecne Lugaviyye); (b) bilimin çeşitli dallarını ifade edecek şekilde dili zenginleştirmek ve alanını geliştirmekten sorumlu bilimsel komite (lecne ilmiye fenniye) olmak üzere iki komiteden oluşmuştu.7

1339/1921 yılında Akademi, Doğulu ve Batılı yazarların katkılarına da yer veren bir dergi olan Mecelle el-Mecma el-İlm el-Arabi’yi yayınlamaya başladı. Akademinin yüklendiği en önemli görev, bir dilbilim akademisi oluşturması, Larousse ve Oxford sözlüklerinden sonra modern bir sözlük yazma girişimini başlatmasıdır. Büyük bir şevk ve gayretle çalışmalarını sürdürmüş, çeşitli engellemelerle karşılaşıp hakkından gelmiş ve dil sorunlarını çözmede büyük başarı elde etmiştir. Suriye hükümeti, yabancı teknik terimlerin karşılıkları açısından Akademiye daima güvenmiştir. Zirai, tıbbi, felsefi, bilimsel tedbirler geliştirilmiş ve yukarıda sözü edilen dergide yayınlanmıştır.8

Beyrut Amerikan Üniversitesi: Arap milliyetçi hareketi, en güçlü dürtüydü, pek çok gücün sonucu olarak doğan edebi yeniden-canlanmadan almıştır. Fransız ve Amerikalıların etkisiyle daha genç nesil kendi edebi birikimini sahiplenmeye gayret ettiler. “Presbiteryan Koleji (1283/1866’da Beyrut’ta kurulmuştur) sonunda Amerikan Üniversitesi olmuş ve genç Arapların kendi kültürel ve milli geçmişlerini öğrendikleri Kuzey Doğu’nun ilk modern eğitim merkezi haline gelmiştir.”9 Bunların dışında çok çeşitli akımlar –Batılı görüşlerin yayılması, Arap klasiklerin şarkiyatçılar tarafından yeniden basımı, yazılı basının girişi ve gazete ve dergilerin basılması- Arap topraklarında yeniden canlanmanın çok renkli yelpazesini oluşturdular. Böylece on ikinci/on sekizinci yüzyılda oluşan sun’i şiirsel ifade tarzına karşı bir tavır gelişti. Edebiyat sahasında, sanatçılar şahsi farklılıklarını güçlendirmeye ve yeniden vurgulamaya başladılar. Kendi seçtiklerinin dışında uymak zorunda oldukları herhangi bir sanat geleneğinin bulunmadığı düşünülmeye başlandı. Sanatın tüm ölçütleri –ki daha önceki nesil tarafından oluşturulmuştu-  sanatçıya yol göstermesi için vardır, onu köleleştirmek için değil. Bu sanatçının kendi benliğine ve var olduğu tabii duygusal çevreye ilgi göstermesini sağladı. Aynı zamanda, pek çok yönden Beyrut grubuna benzer bir grup Kavalalı Mehmet Ali ve haleflerinin teşvik ettiği pek çok okul, eğitim hizmetleri ve çevirilerle Kahire’de oluşturuldu. Bu grup, İslam ve modern medeniyet sorunlarına gösterdiği ilgi ve Avrupalı yenilikleri ve fikirleri kabul etme konusundaki merakları açısından diğer gruplardan farklılık gösterir. Bu iki grup ve diğer kasabalardaki benzer, fakat daha az önemli gruplar yeni Arap Edebiyatının temellerini attılar.10 Bu grupların çabaları sonucunda, Arap dilinin alanı genişledi. Çeviriler kanalıyla Batılı görüşler yaygınlık kazandı ve yeni edebi formlar –şiirsel drama, roman, semantik otobiyografi- kazanıldı. Aynı süreçte eski edebiyat ta canlandı. Arap çocuğundan el-Mütenebbi’yi ezberlenmesi istenmeye başlandı. İbn Rüşd ve İbn Sina’nın kitapları kolejlerde yeniden yaygınlık kazandı ve İbn Haldun ve el-Fahri’nin devlet ve kültür sorunlarına dair öne sürdükleri görüşler yeniden popüler oldu. Tarık İbn Ziyad ve Arap generallerinin verdiği nutuklar, daha genç nesil arasında milliyetçilik ruhunu aşılamak üzere tekrarlanmaya başlandı. Geçmişin büyük simalarının bininci yıl kutlamaları da ayrıca yeniden canlanmaya hareketinin boyutlarını göstermektedir. Arapların şanlı geçmişi, bugünkü ihya hareketi için bir muharrik iken, bu günün başarıları da gelecek için umut oluşturdu. Bir diğer sonuç, Arap topraklarında en önde gelen beyinlerin (sözgelimi dini düşünür Muhammed Abduh, toplum reformcusu Kasım Emin, denemeci Muhammed Hüseyin Heykel ve el-Menfaluti, şairler Ahmet Şevki ve Hafız İbrahim, oyun yazarı ve romancı Tevfik el-Hakim, araştırmacı Taha Hüseyin gibi) yükselmesi şeklinde belirdi. Tüm bunlar Mısırlıdır. Ayrıca çok önemli Suriyeli ve Lübnanlı yazarlar da vardır, ancak pek çoğu hayatını Mısır’da kazanmış, diğerleri ise kendi memleketlerinde kalmıştır. Bunların arasında Bustani ve Yazıcı ailelerine mensup bilim adamları ve şairler de vardır; dini reformcu Reşid Rıza –Muhammed Abduh’un öğrencisidir-, Arap gazeteciliğin liderlerinden Şidyak, Nimr, Sarruf, Zeydan ve Takla; şair Halil Matran; Arapçada en önde gelen kadın yazarlardan Mey Zeyde; Seyyah Emin Reyhanî ve mistik Halil Cibran.11

Son birkaç yıl içinde edebi hareketin hızla ilerlemesiyle Arap yazarların, klasik Arap dilini modern hayatın şartlarına adapte etme çabalarının pratik sonucu olarak, Muhammed Şeref, İsa Bey, Ma’luf Paşa ve Mazhar Sa’id gibi çağdaş bilim adamlarının ürünü olan bilim terminolojisinin ve Ya’kub Sarruf, Fuad Sarruf,el-Gamraveyh, Muşerref gibi yazarların bilimsel eserlerinin özellikle burada anılması gerekmektedir.12

Arap Dünyasını Birleştirme Konusunda Arap Birliğinin Rolü: Arap dünyasını birleştirme ve yönlendirme girişimlerinin en sonuncusu Arap birliğinden gelmiştir. 22 Mart 1945 tarihinde, yedi bağımsız Arap Devleti Arap Birliği paktına imza koymuştur. “Birlik ve bağımsızlık, Arap milliyetçi hareketinin başlangıçtan itibaren çifte amacı olmuştur. Bu iki amaç, Arap milliyetçisinin kafasında ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Birinci Dünya Savaşından sonra girişilen gelişme sürecinde Araplar muhtelif Devletlere ayrılmış, ancak bu devletlerin halkları arasında yayılan milliyetçilik düşüncesi birlik için daha çok çaba harcamalarını sağlamıştır. Arap milliyetçiliği bölünme gerçeğini hiçbir zaman kabul etmedi. Oysa her Arap devletinin kendi yapısı gereği ya hanedanla ilişkili ya da ekonomik sebeplerden farklı gelişmeler içine girmesi kaçınılmazdı. Buna milliyetçilik hareketinin dikkate alınması gereken, devletler arasındaki çıkarlar sebep olmuştur.”13 Bölgesel bölünme ve hanedan kıskançlığı aslında vardı. Ancak bunlara rağmen, Arap halkında, ülkelerinin birleşmesi arzusu da oldukça yoğundu. Bu genel arzuya cevap olarak, Mısır, Libya, Sudan, Ürdün, Suudi Arabistan, Suriye ve Yemen birleştiler. Birliğin oluşumu, Arap umut ve arzularının gerçekleştirilmesi konusunda büyük ve olumlu bir adım olarak değerlendirildi.14 Pek çok açıdan birlik, Pan-Arabizm’in ruhunun en derin ifadesiydi. Zayıf kurallara dayandırılmasına rağmen iyi bir başlangıç yaptı, ancak, yarım gönüllü davranışlar ve üylerin içten pazarlıklı olması yüzünden zayıfladı.

Daha sonra Arap Birliğinin rolü, Arap Devletlerinin, Birleşmiş Milletlerde bir “Politik Blok” oluşturması ve ne pahasına olursa olsun Filistin Davasını savunacaklarına dair yazılı ve sözlü taahhütleri ile arttı. Filistin olayı, kısa sürede Arap devletleri için bir asit testi oldu ve sonuç hepsi için cesaret kırıcıydı. Filistin yenilgisi, sadece Filistin topraklarının önemli bir bölümünün kaybedilmesi değil, Arap birliği, gururu ve hayatının yaşayan hatırasına indirilmiş bir darbeydi. Bu darbe, Araplar arasında birliğe karşı genel bir hoşnutsuzluk oluşturdu. Üstelik Arap Birliğinin Filistin davasındaki başarısızlığı, üye devletlerin, aslında farklı hedef ve menfaatleri birleştirici akım ve eğilimlere karşı tavır koymalarına sebep oldu. Ekonomik ve kültürel alanlardaki birleştirme teşebbüsü bile, silik bir başarıyla birlikte, politik beklentilerinin merkezkaç kuvvetine yenik düştü. Arap Birliği, Arapları Batı hakimiyetine karşı birleştirdi; Arap devletlerinin ya da sadece bir kısmının hayati menfaatlerine karşı politik tehdit söz konusu olduğunda hemen birlik toplandı. Fakat olumsuz davranışlar ve dürtüler yapıcı olmadı, hatta yıkıcı oldu. Yine bu yapıcı olmayan davranışlar yüzünden, Süveyş krizi nedeniyle yeniden hepsi birleşmişken, Arap Birliğinin 1956 Mart’ında yine Araplar tarafından yıkılma noktasına getirilmesi oldukça manidardır. Mısır ve Suriye’nin birleşmesi ve 1377/1958’deki Irak ve Ürdün arasındaki federasyon, politik baskılara karşı savunmaya yönelik tavırlardır. Ne Arap birliği aleyhindeki çabalar ne de İslam’ın gelişimi üzerindeki etkileri bir sonuca ulaştı.15 Öyleyse Arap hareketinin gelecekteki durumu ne olabilir? Gelecek bazı faktörlerin geniş yayılma sahasına bağlı gözüküyor. Dil, tarih, coğrafya faktörleri, sorunların benzerliği, bağımsızlıklarının ve hâkimiyetlerinin korunmasının gerekliliği, milletler arasında önemli bir yer alma arzusu, ortak menfaat ve beklentiler, Arap Birliği için olmasa bile, Arap işbirliği için temel oluşturacaklar. Arap Birliği yönündeki çalışmalarda pek çok başarısızlıklar olmuştur. Fakat tüm yetersizliklere, kararsızlık ve disiplinsizlikler nedeniyle kaybolan ümitlere, uğranılan hayal kırıklıklarına rağmen, Arap milliyetçiliği, genel fikri ve politik Rönesans konusunda bulunulacak uyarıları tanıtmaya yetkilidir. Çalışması henüz tamamlanmamış, yeni Arap Dünyası hakkında son söz söylenmemiştir. Çünkü Arap halkları ve devletleri hala bir geçiş dönemindedir.16

1.Genel olarak, önceki bölümlerde söz konusu edilen tüm hareketlerde, Batı liberalizminin derin etkilerini görmek ve bunun sonucu olarak İslamiyet’i “serbestçe” yorumlamak gibi bir teşebbüsün varlığından söz etmek mümkündür.

2. Genel olarak, yine tüm bu hareketler saf biçimde dini olmayan genel bir vasfı paylaşmaktadır. İslamiyet’in din ve devlet gibi ikili bir yapıya sahip olmaması, Müslüman toplumun hemen her alanda bağımlı olması nedeniyle, bu hareketler Batılı etkiye ve nüfuza karşı çağdaş yöntemlerle karşı koyma ve direnme durumunda kaldılar.

3. İslam ihya hareketi için Arap dünyasında çok etkili adımlar atılmıştır. “ Gazeteler, dergiler ve kitapların basımı modern çizgiler dahilinde edebi cemiyet ve teşekküllerin sayısındaki büyük artış, öğrenci ve öğretmenlerin akademi ziyaretleri, ayrıca bilimsel araştırma hizmetleri, bugün Arap ülkelerinde şahit olunan genel bir vakıadır. Mısırlı öğretmen ve uzmanların Irak, Arabistan ve Yemen eğitim merkezlerine atanması; öğrenci değişimi; yeni kolej ve üniversitelerin artışı; radyo yayınları ve bunun kültürel faaliyetlerin tanımına yönelik olarak kullanılması, yeni düşüncelerin yayılması, genişletilmesi; tercüme hareketleri; tüm bunlar fikri uyanışın ifadesidir.17

4.Fikri rönesans, bu ülkelerde, milli uyanış ve dile duyulan ilgi ile birlikte gelişmektedir. Bu yüzden, elli yılı aşkın bir süredir Arap aydınlar dil ve tarihi geleneklerden yola çıkarak fikri uyanışa ve milli bilince ulaştılar. Sonuç olarak, Arapçanın, sadece Arap kültür başarılarının kutsal bir sicili olmayıp, ayrıca tüp Arap dünyasındaki baştanbaşa politik – entelektüel uyanışın direği olduğu konusunda genel bir mutabakat olmuştur. Dinin öneminin böylece bilincine varılması pek çok Arap ülkesinde yayıldı.

Gençliğinden bu yana bir Arapça tutkunu olan, Iraklı Peder Kirmili (öl.1366/1947) tüm enerjisini dilbilimsel meselelere harcamıştır. Arapçanın yeni durumlara adapte olabilen ve uyarlanabilen eşsiz bir dil olduğunu sağlam delillerle ispat etmiştir. Arapça yeni kelime ve ibareleri özümleyip yerine ihtiyaca göre kendininkileri getirebilen bir güce sahiptir. Aynı zamanda, sınırsız olarak kullanılan yabancı kelimelerin Arapçılığı yok edeceği ve milliyetçiliği zarara uğratacağı tehlikesine karşı uyarıda da bulunmuştur. Selim el-Cündi (1297/1880-1374/1955)Arapçanın öneminden bahsederken, şöyle der: “Dil bir toplumun uzun süreli asaletini temsil eden bir modeldir. Medeniyetinin ve gelişiminin boyutlarını gösteren bir rehberdir.”18 Aynı şekilde, Iraklı Münir el-Ecilani, Arapçanın bir dünya olduğundan bahsederek, onda biz edebi şiiri ve Kur’an’ı buluruz, o, askerlerin (Arapların) altında yürüdüğü bir bayrak gibidir” der.

Arap milliyetçiliği yazarlarının çoğuna göre, Arapça toplumun can damarı ve ruhudur, birliğin en güçlü bağıdır; Arap milliyetçiliğinin en sağlam direğidir, içteki ve dıştaki unsurlara karşı en kuvvetli dayanaktır, duygu ve düşünce aracıdır, geçmişle gelecek arasında köprüdür. Arap kültürel mirasının bekçisi, Arap başarılarının sicili ve birliklerini sağlayan en önemli faktördür.19 Bir gerçek olarak, Arap dili, çağdaş Arap yazarlarının elinde önemli bir gelişmeye uğramıştır. Bu esnek ve ifade gücü zengin dilin, modern hayatın tüm tezahürlerine, başka dilden kelime almaya da cevap verecek kapasitede olduğu kanıtlanmıştır.

5.Bu ülkelerde endüstrileşme dikkate değer bir hızla gelişmekte ve insanların hayat standardı istikrarlı bir şekilde artmaktadır. Teknik bilgiye ve bilimsel yeniliklere karşı oluşturulan eski önyargılar giderek yok olmaktadır. Arap ülkelerindeki endüstrileşme. Modern çizgide organize olan bir iş dönüşümüne de önayak olmuştur; bu, tüm Arabistan’ın Doğusunda ve hatta ötesinde kendini hissettirir. Zirai alanda da, “göçebe hayatından yerleşik hayata tedricen bir geçiş olması, Kuzey Doğu’daki, çalışma hayatının düzenindeki evrimi gösterir.” Bu yönde, iletişim araçlarının da çoğalması ve çeşitlenmesi çok büyük katkı sağlamıştır. Okuma- yazma bilmeme ve bebek ölümleri gibi problemlerin üstesinden gelinmesi, koruyucu hekimliğin geliştirilmesi ve uygulanması, kadınların eğitimi, dikkate değer gelişmelerdir.

6. Bu hareketin bir diğer özelliği. Zinde genç erkeklerin ve eğitilmiş kadınların her yerde önemli roller oynamaya başlamalarıdır. Aile hayatından ortaya çıkan evrimin sonucu olarak, Doğulu gençliğin çok kısa bir sürede, ne bir devleti teşekkül ettirecek ne de modern politik hareketin oluşması konusunda bilimsel ve idari yönetimle ilgili gerekli bilgiyi edinebilecek bir donanıma sahip olabileceklerine dair, eski kuşağın umutsuzluğa kapıldıkları görülür. 20

7.Platon ve Aristo’nun felsefi geleneğinde eğitim görmüş insanların araştırıcı-analiz edici zihinlerini tatmin etmek üzere, İslam felsefe ve kelamının yeniden teşekkülüne yönelik bir hareketin varlığından söz edilebilir. Böylece, modern dünyada görülebilen fikri şüpheyi karşılayabilecek bir İslami düşünce sistemi üretme yoluna gidildi. İslam Rönesanssının liderleri, modern dünyada görülebilen fikri şüpheyi karşılayabilecek bir İslami düşünce sistemi üretme yoluna gidildi. İslam Rönesanssının liderleri, Modern bilimin doğurduğu modern şüpheciliğe karşı İslam’ın vurgulanmasına ihtiyaç duyulduğunu gördüler. Bu yüzyıllardır kapalı olan içtihad kapsının nasıl tekrar açıldığını gösterir. Çabalarıyla modern çağın bilimsel ve toplumsal gelişmelerini Kur’an ve Sünnetin öğretileriyle uyumlu hale getirmeyi denediler ve bazen İslam’ın esaslarından taviz verdiler. Bu tür bir akım ulema ve kitlelerce çok tehlikeli olarak görüldü.

Bibliyografya

Muhammed ibn Abdülvahhab, Kitab el-Tevhid; el-Usül el-Selase ve’l -Kavaid el-Erba’a; Şurüt el-Salat ve Erkaniha; Fazl el-İslam; Kitab el-Kebair; Nasihat el-Müslimin;Sıttatu Mevadi min el-Sire; Tefsir el-Fatiha; Mesait el-Cahiliyye; Tefsir Kelime el-Tevhid; Kitab el-Sire (Hulasa Sire İbn Hişam); el-Huda ve Huve Muhtasar Zad el-Mead li el-Hafız İbn Kayyum; Kitab Mecmü’ el-Hadis ala Ebvab el-Fıkh; el-Hedye el-San’iyye ve Tahakkuk el-Vahabiyye el-Necdiyye, neşreden Süleyman bin Sehman.

Emir Şekib Arslan, Hadar el-Alem el-İslam, 4 cilt; Osman Beşer el-Vecdi, Unvan el-Mecd fi Tarih el-Necd; el-Husri, Ara’ ve Ehadis fi el-Vataniyye ve’l-Kavmiyye; Hasan el-Benna, Muşkilatun fi Dava el-Nizam el-İslami.

P.K. Hitti, History of the Arabs, Londra, 1949;George Antonious, The Arab Awakening; Sir  M.İkbal, The Reconstruction of Religous Thought in İslam, Lahor, 1954; Halide Edib (Adıvar), Conflict of East and West in Turkey; Lothrop Stoddard, The New World of İslam; New York 1925;Illse Lichtenstandter, İslam and the Modern Age,Vision Press, Londra; F.W. Fernau, Moslems on the March, Londra, 1955; A.H Hourani, Syria and Lebanon, Londra, 1946; R.Landau, İslam and the Arabs, George Allen and unwin,Londra, 1958; Zeki Ali, İslamın the Word, Trends in İslam; K.S. Twitchell,Saudi Arabistan,New York, tory of middle East, Londra 1957;Ian Thomson, The Rise of Modern Asia, Londra 1957; Gerald de Gaury, The Rulers of Mecca, Londra 1951; Stephen Hemslay Longrigg, Trag 1900-1950, Lonra 1963;Henry A.Fostr, The Making of Modern Irak, Oklahomo Uni. Pres, Oklahoma, 1935.   

Dipnot:

1Osman bin Beşer el-Necdi, Unvan el-Mecd fi Tarih el-Necd, s.9.

2Lothrop Stoddard, The New World of İslam, New York, 1925, s.28.

3A.g.e

4Osman bin Beşer, a.g.e, s.93.

5Lothrop Stoddard, a.g.e s.32.

6Sir M.İkbal, The Reconstrction of Religious Thought in İslam, s.158.

7Mecelle Mecma el-İlm el-Arabi

8A.g.e, s.223.

9R.Landau, İslam and the Arabs, Geordge Allen and Unwin, Londra, 1958, s.226.

10A.H.Hourani, Syria and Lebenon, Londra 1946, s. 36-37.

11A.g.e, s.37.

12Zeki Ali, İslam in the World, Lahor, 1938, s. 236.

13F.W. Fernau, Moslems on the March, Londra, s.153.

14Bk. C.A. Hourani, “The Arab Leaque in Perspective”, The Middle East Journal, 1947,c.1, No.2, s.125-26

15I.Lichtenstandter, İslam and the Modern Age, Vision Press, Londra, s. 167.

16F.W. Fernau, a.g.e. s.159.

17Zeki Ali, a.g.e. s.230.

18Mecelle Mecma el-İlm el-Arabi, 1922, Cilt 2, s.283-84.

19Bk. El-Husri, “Vataniyye”, Vahdet el-Ümme.

20Zeki Ali, a.g.e, s.251.

Kaynak: İslam Düşüncesi Tarihi 4. Cilt M.M. Şerif

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer