Ana Sayfa  /  ISLAH EKOLLERİ  /  Muhammed Abduh ve Ekolü / Osman EMİN
  • Facebook da Paylaş
Muhammed Abduh ve Ekolü / Osman EMİN
  • 17-08-2014
  • 0 yorum
  • 8026 okunma
Muhammed Abduh’tan önce Mısırlı düşünürlerin gerçekte ilham aldıkları belli bir ideal yoktu. Abduh’un Mısır düşünce hayatına bir bütünlük ve açıklık getirdiğini söylemek için yeterince sebep vardır.

Çağdaş Mısır’da İslam düşüncesinin yeniden canlanmasına Muhammed Abduh’dan daha fazla katkıda bulunan kimse yoktur. Mısırlı büyük bir düşünür, sosyolog ve ıslahatçı olan Abduh, çağdaş İslam dünyasının en önemli simalarından biri kabul edilir. Abduh, 1323/1905 yılında öldüğünde, geriye, birçok paha biçilmez eser yanında sayısı oldukça kabarık bir öğrenci kitlesi de bırakmıştı. Çoğunlukla ‘’El -Üstat El –İmam’’ (Üstat ve Rehber) unvanıyla anılmaktaydı ve halada bu unvanla anılmaktadır. Sadece bu unvan bile onun çağdaşları üzerindeki etkisini izah için yeterlidir. Mısırlı genç bir yazar olan Kamil El Şinnavi, Abduh’un hayatını ‘’Bir ermiş ve kahraman hayatının terkibi’’ şeklinde tasvir etmiştir. Bununla birlikte, yarım yüz yıldan fazla sürmüş olan ekolleşme ve hizipleşmeye düşkünlük dolayısıyla Abduh’un gerçek kişiliği çarpıtılmış, ayrıca, onun öğretisi hakkında yüzeysel bilgiye sahip kişilerin Üstat’ın yaşantısı ve yazmış olduklarıyla çelişen yorumları yüzünden Abduh çok az ve yanlış tanınmıştır.

Muhammed Abduh’un hayatıyla ilgili olayları, belge niteliğinde olması sebebiyle mükemmel kabul edebileceğimiz bir kaynaktan öğreniyoruz. Bu kaynak, öğrencisi Reşid Rıza’nın kendisine yönelttiği sorulara cevaplar şeklinde ömrünün sonlarına doğru Mısırlı düşünürün bizzat kaleme almış olduğu bir otobiyografidir. Bunun yanında, yine Üstat tarafından kaleme alınmış olup ailesi ve küçük yaşta görmüş olduğu eğitim hakkında önemli bilgiler içeren dokümanlara da sahibiz.

Muhammed Abduh, Mısırlı bir çiftçinin oğluydu. Bahire ilinin küçük bir köyü olan Mahaletü’n Nasr’da dünyaya geldi. Babası, zenginleşmesine rağmen fedakârlığı azalmayan, adaletin yerine gelmesi için her şeyi feda edebilecek kadar dürüst bir insan olarak tanınırdı. Annesi ise iffetli ve takvası dolayısıyla saygı gören asil ruhlu bir kadındı.

İlk olarak Tanta’daki Ahmedi Mescidinde öğrenim gördü. Buradaki akli araştırmayı engelleyen eğitim Abduh’un cesaretini öylesine kırmıştı ki, eğer amcası Şeyh Derviş onu ikna etmeseydi öğrenimini tamamen bırakacaktı. Şeyh Derviş, yeğeninde ilim ve tefekküre karşı bir istek uyandırmayı başarmıştı. Abduh, “Beni cehaletin karanlığından kurtarıp ilmin kapılarını açmış olan Şeyh Derviş’ ten başka yol göstericim yoktu”  diye yazar. “Söylenenleri papağan gibi tekrarlamakta olduğumuz bir zamanda Şeyh Derviş ufkumu açtı ve gerçek dine dönmemi sağladı.” Şeyh Derviş, Abduh’ un manevi rehberi ve vicdanın sesi olarak kaldı.

Genç Muhammed Abduh’la ilgili en önemli olay, İslami ilimlerin geleneksel merkezi olan Esher Üniversitesi’ne 1283/1866 yılında kaydoluşuydu. Bununla birlikte, -uygulanmakta olan eğitim metotlarının tamamen eskimiş ve bayatlamış olmalarından dolayı- Genç Muhammed Abduh burada iki sene boyunca katılmış olduğu derslerden pek faydalanamamıştı. Dr. Muhammed Sabri, The Egyptian Enıpier Under Ismail (İsmail’im Yönetimi Devrinde Mısır İmparatorluğu) adlı kitabında ‘’Öğrencilerin zihinleri, muhakeme yeteneklerini köreltme amacına yönelik olarak düzenlenmiş karma karışık bir gramer, ilahiyata dair ince konuların bilgisiyle tıka basa dolduruyorlardı’’ diye yazar. Abduh, Ezher’de ruhi bunalıma girdi. Daha sonra, Abduh’un zühde yönelik kendini toplumdan soyutlamaya ve çile hayatı yaşamaya çalıştığı görülecekti. Fakat Şeyh Derviş’in bilgece öğütleri Abduh’un bu ruhi bunalımından kurtulmasını sağladı.

Bununla birlikte, diğer bir büyük kişilik, Abduh üzerinde derin etkiler bırakacak ve takip etmesi gereken yolu ona gösterecekti. Bu kişi doğulu halkların dini ve siyasi özgürlüğünün cesur savunucusu olarak tanınan Cemaleddin Afgani idi. Cemaleddin Mısır’a geldiği zaman etrafına, aralarında Muhammed Abduh’un da bulunduğu birçok öğrenci toplanmıştı. Cemaleddin manevi mürşüdliği, Abduh’un münzevi bir şekilde yaşamayı terk edip aktif bir insan olmasını sağlamıştı. Giderek gelenekçiliği terk eden Abduh, hepsi de Esher’in müfredat programının dışında kalan felsefe, matematik, ahlak ve siyaset üzerinde çalıştı. Klasik Arap eserlerini yeni bir bakış açısıyla değerlendirmesine ve Arapçaya çevrilmiş Batılı esrelerden zevk almasına Cemaleddin sebep olmuştu. Afgani, Abduh’da, mill,i duygular, özgürlük aşkı ve anayasal sistem düşüncesinin doğmasına yol açmıştı. Abduh, Cemaleddin’e duyduğu coşkun duygularını Risalet El-Varidat adlı ilk eserinde dile getirmektedir. Doğu ve batı arasındaki siyasi ilişkilerde aktif bir şekilde ilgilenen Abduh doğu siyasi ve sosyal hayatının tamamı ile değiştirilmesi gerektiği düşüncesine varmıştı. Genel kültür konularında değişik yayın organlarında 1293/1876 yılında yayınlanmaya başlayan makaleleri, Abduh’un Ezher çevresinde egemen olan teknik ve ruhtan kurtulmakta zorluk çektiğini ortaya koyuyordu.

Abduh, 1294/1877 yılında, kendisine alim (dini konularda bilgi sahibi kişi) unvanını ve İslami ilimlerin değişik sahalarında hocalık yapma yetkisini veren El Alimiye diplomasını aldı. Önceleri özel dersler vermek suretiyle, daha sonra da Ezher’de din, mantık ve ahlak üzerine verdiği derslerle geçimini sağladı. Bu dersler, büyük bir öğrenci grubunun dikkatlerinin Abduh üzerinde yoğunlaşmasına neden olan farklı bir metoda sahipti. Araştırmacı bir kişiliğe sahip olan Abduh, hocalık yapıyor olmasına rağmen okumayı ve kendisini geliştirmeyi de sürdürdü. Kendisini, İslam üniversitesinin müfredat programında yer almadıkları için ‘’modern’’ olarak isimlendirilen müspet ilimlere verdi. Daru’l-Ulum yüksekokulunda tarih profesörü, Diller Okulunda ise edebiyat profesörü olarak göreve başladı. Ezher’deki derslerinin yanında bu yeni görevleri de sürdürdü. Kendisini, İslam üniversitesinin müfredat programında yer almadıkları için ‘’modern’’ olarak isimlendirilen müspet ilimlere verildi.Daru’ l–Ulum yüksek okulunda tarih profesörü, Diller Okulunda ise edebiyat profesörü olarak göreve başladı. Ezher’ deki derslerinin yanında bu yeni görevleri de sürdürdü.

Abduh, Cemaleddin’ in tavsiyesi üzerine gazetecilik faaliyetlerine de zaman ayırdı. Arap basınının merkezi, ilk ortaya çıkmış olduğu yer olan Mısır’dır. Abduh, Hidiv Tevfik yönetiminin ilk yıllarında ‘’Resmi Gazete’’ nin editörlüğüne getirilmişti. Çok geçmeden baş editörü olduğu bu yayın organı Abduh’un katkılarıyla yeni bir önem kazanmıştı. Muhammed Abduh’un esrelerinin ayrıca özeliği olan dinde ve ahlakta ıslahat gerçekleştirme gayret ve yönelimi bu yayın organında kendini göstermeye başladı.

1296/1879 yılında meydana gelen ve Nubar Paşa hükümeti yanında bazı Avrupalı bakanlarında devrilmelerine neden olan hükümet darbesi henüz gelişme safhasında olan milliyetçi hareketin ilk meyvesiydi. Daha ciddi bir diğer sonuç, Arabî komutasındaki Mısır ordusunun, Türk-Çerkez subaylarına başkaldırmasıydı. Bu isyan hareketine dönüşen bu ayaklanma Mısır’ın İngiliz birlikleri tarafından 1300/1882 yılında işgal edilmesiyle sonuçlandı.

Arabî’nin bozguna uğratılmasından sonra, isyancılarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle Abduh’a üç yıllık bir sürgün cezası verildi. Çünkü sadece askeri düşüncelerin sözcülüğünü yapan biri olarak kabul ettiği Arabî’ye önceleri taraftar olmayan Abduh, olayların ciddi boyutlara ulaşmasından sonra Arabî’yi bütün kalbiyle desteklemeye başlamış, Mısır halkının özgürlük ve bağımsızlık elde edebilmesi için var gücüyle çalışan isyancı hükümetin baş sözcülerinden biri olmuştu. Sürgüne mahkûm biri olarak Abduh önce Suriye’ye yerleşti. Fakat çok geçmeden Hindistan’dan dönmüş bulunan manevi lideri Afgani, Abduh’u kendisine katılması için Paris’e davet etmişti. Bu yüzden, ertesi yıl Paris’e Cemaleddin’in yanına gitmişti. Abduh ve Afgani, Paris’de bir cemiyet kurdular ve el-Urvetu el-Vuska’yı yayınlamaya başladılar. Urvet el-Vuska, yabancı hâkimiyeti ve zorba yöneticilere karşı doğuluların savunuculuğunu yapan, özellikle de Mısır’ı işgal etmiş bulunan İngilizlere karşı mücadele veren Pan-İslamizm yanlısı haftalık siyasi bir dergiydi. Urve yüklendiği görevin bilincinde olan savunmakta olduğu fikirleri beli bir şekilde ve var gücüyle savunan ilk Arap yayın organı olarak Avrupa’da boy göstermişti. Muhammed Abduh, 1302/1884 yılında derginin temsilcisi olarak İngiltere’ye gitti. Vilfried Blunt. İngiliz basınından Mısır meselesinin işlenmesini sağlayarak Abduh’un kamuoyu oluşturmasına yardımcı oldu. Blunt, Abduh’un, Winston Churchill’in babası Randolph Churchill ve birçok İngiliz politikacıyla tanışmasının da sağladı. Abduh, daha sonra çalışmalarına devam etmek için Parsi’edöndü. Fakat İngiliz entrikalarının bir sonucu olarak dergisinin İslam ülkelerine girişinin yasaklanması, Abduh’un hareket alanını daralttı ve derginin yayını durdu. Yayın hayatı çok kısa sürmekle birlikte, bu dergi, Pan-İslamizm’in ve milliyetçiliğin yayılmasında son derece etkili oldu. Bununla birlikte, derginin bu etkisi daha çok tedrici ıslah ve eğitime önem veren Mısırlı Şeyh’in beklentilerine çok az uyuyordu.

Abduh1303/1885 yılında Beyrut’a geri döndü. Burada öğretmen olarak atanmış olduğu Sultaniye Medresesi’nde vermiş olduğu dersler daha sonra tevhid üzerine yazacak olduğu esere (Tevhid Risalesi) temel oluşturdu. Abduh, bir profesör olarak son derece başarılı olmasına rağmen bütün mesaisini öğretmenliğe hasretmedi. Bazı kişilerin de yardımıyla, amaçlarından biride İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlığı uzlaştırmak olan bir dernek kurdu. Fakat Sultan Abdulhamit Osmanlı Halifeliği’nin siyasi çıkarlarını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle Abduh’un başını çekmekte olduğu bu harekete karşı çıktı ve Mısırlı Şeyh’in en kısa zamanda Suriye’yi terk etmesinin sağlanması için İngiliz hükümeti nezdinde girişimlerde bulundu.

Böylece Muhammed Abduh, 1307/1888 yılında tekrar Mısır’a dönmüş oldu. Önce asliye hukuk mahkemesine yargıç, daha sonra da temyiz mahkemesine hukuk danışmanı olarak atandı. Bir yargıç olarak hukuk kurallarının zorunlu tutmadığı ölçüde tarafsız ve adil biri olarak tanınıyordu. Abduh, artık bütün mesaisini bilginin yayılması, ahlaki eğitim ve geleneksel toplum kurumlarının çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir yapıya kavuşturulması yoluyla Mısır’ın uyanışını sağlamaya yöneltmişti. Ezher Üniversitesi yönetim kurumuna üye seçildikten sonra bu eski İslam üniversitesinin maddi, kültürel ve ahlaki seviyesini yükseltmek için bıkmadan usanmadan çalıştı. Onun ileri sürmüş olduğu liberal düşüncelerin etkisi kolayca hissediliyordu. Muhammed Abduh, daha önce bu üniversitede hiç okutulmamış olan tarih, coğrafya, tabiat tarihi, matematik ve felsefe gibi din-dışı bilimlerin üniversite müfredat programına alınmalarını ve okutulmalarını sağlamıştı.

1307/1899 yılında Mısır Baş Müftü’sü olan Muhammed Abduh, bu makama o güne kadar görülmemiş bir saygınlık kazandırdı. Abduh’un yenilikçiliğinin geniş bir alanda ekili olmasını bu makam sağlamıştı. Abduh, Kur’an tefsiri üzerine tamamıyla yeni bir metotla biri dizi ders verdi. Muhammed Abduh’un Baş Müftü olarak vermiş olduğu üç fetva onun diğer dinlere hoşgörüsünü açıkça göstermektedir. Bunların birincisi, Müslümanlara faiz ve kardan hisse alma ruhsatını; ikincisi, gayrı Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlara Müslüman olmayan kişiler tarafından kesilmiş hayvanların etlerini yeme ruhsatını; üçüncüsü ise, Müslümanlara gerektiğinde geleneksel kıyafetlerden başka giysilerle örtünme ruhsatını veriyordu. Bu fetvaların pek çok tartışmaya, Baş Müftü’ye Saikleri hiç de dini olmayan birçok iftiranın atılmasına ve hatta Müslümanlar arasında eski hizipleşmenin yeniden doğmasına yol açmasının nedenini anlamak hiçte zor değildir. Abduh aynı yıllarda Yasama Meclisi üyeliğine getirilmişti.

Muhammed Abduh, fakirlere maddi-manevi yardım yapmak ve eğitim seviyelerini yükseltmek amacıyla kurulmuş olan ‘’Müslüman Hayırseverler Cemiyeti’’ nin kurucularından biriydi. Abduh, klasik yazarların şaheserlerini yayınlayacak olan ‘’Arapça Eserleri Canlandırma Cemiyeti’’ isimli bir dernek daha kurdu. Değer yandan Şeriat Mahkemeleri’nin ıslahı için de çalıştı. Bu konuda kaleme almış olduğu meşhur bildiri Sulh Hukuk Mahkemeleri’nin yargılama yönetiminin ıslahına temel olarak alındı. Bu bildirinin Muhammed Abduh tarafından geliştirilmiş olana temel fikri, seçilmelerinin daha uygun şartlara bağlanması ve maddi durumlarının iyileştirilmesi suretiyle, geleceğin hâkimlerinin ahlaki ve ilmi seviyelerinin yükseltilmesi gerektiği şeklindeydi. Bir Şeriat Hâkimleri Mektebi kurma fikri de Abduh tarafından ortaya atılmıştır.

Muhammed Abduh, 1320/1902 yılında Fransa dış işleri bakanı Gabriel Hanotaux’nun ‘’Müslüman Sorunuyla Karşı Karşıya’’ başlıklı yazısının yayımlanmasının ardından bu bakanla tartışmaya girmişti. Baş Müftü, İslam hakkında Fransa’daki yaygın düşüncelere ne kadar yanlış olduğunu Fransız tarihçilerine ispat etti. İbn Rüşd’ün felsefesi hakkında gerçekleşen diğer bir kalem kavgasında İslam’a mal edilen kaderciliğin, iman esaslarının yanlış anlaşılması ve İslam’ın tahrif edilmesinden kaynaklandığını ileri sürmüştür. El-Camia dergisinin Hıristiyan editörünün İbn Rüşd hakkında yazmış olduğu bir yazıya cevap olarak kaleme almış olduğu yazılar önce Menar’da bir makale dizisi halinde yayınlanmış, daha sonrada modern Müslüman savunmacılığının en önemlilerinden biri olan el-İslam ve’l-Nasraniyye (İslam ve Hıristiyanlık) adlı eserde bir araya getirilmiştir.

Baş Müftü insanların irade ve olayları değerlendirme kabiliyetine sahip olduğuna dair kesin inanca sahip keskin zekâlı ve açık yürekli bir insandı. Avrupalı düşünürlerin belli başlı eserlerini okumuş bulunan Abduh bu geniş bilgisini Afrika ve Avrupa’ya yapmış olduğu seyahatlerde daha da zenginleştirmişti. Doğulu ve Batılı birçok dostu olan Abduh aralarında Herbert Spencer, Gustave Le Bon, W.S Blunt ve Tolstoy’un da bulunduğu pek çok Avrupalı düşünürlerle de yazışmaktaydı.

Muhammed Abduh’un Mısır Üniversitesi’nin kuruluşunda –Mısır’da sık sık unutulur bu- büyük bir paya sahip olduğunu da hatırlanmalıdır.

Sadakat, cesaret, cömertlik, yardımseverlik ve yurtseverlik Abduh’un karakterinin belli başlı özellikleriydi. Liberal düşünceleri ve Arabî isyanını desteklemiş olması yüzünden atılmış olduğu hapishanede yazmış olduğu bir mektup, bazı arkadaşlarının İngilizlerin tehditlerine boyun eğip kendisini ihbar etmiş ve yalnız bırakmış olmalarına rağmen, Abduh’un ne kadar sadık bir arkadaş ve ne kadar bağışlayıcı bir insan olduğunu göstermektedir. Hidiv kayırmakta olduğu bir imama hiç de hak etmediği halde Ezher nişanı verilmesini önerdiğinde, Abduh, Hidiv’e dahi karşı çıkabilecek kadar cesur olduğunu göstermişti. Mit-Gamr yangınından sonra Abduh olaydan duyduğu üzüntüyü dile getirmekle yetinmemiş Mısır’da çok nankör bir iş olan zenginleri kazazedelere maddi yardıma davet etme görevini üstlenerek ne kadar iyi kalpli bir insan olduğunu ortaya koymuştu. Kasaba ve köylere düzenlemiş olduğu gezilerden sonra, on iki bin sterlin (yaklaşık 85.000.000 milyon TL) tutarında para toplamayı başarmıştı. Abduh, kendisine ait vakıf aylığını muhtaç ailelere dağıtan Müftü olarak da bilinir.

Küçük yaşlarda görmüş olduğu eğitimin kendisine kazandırdığı mistik özellikler Abduh’un kişiliği ve davranışlarında kendini gösteriyordu. Ruhi açıdan tamamıyla mistik kalmakla birlikte, Cemaleddin’in etkisi sayesinde, bu özelliğini eyleme olan bastırılamaz bir istekle dengelemeyi bilmişti.

Muhammed Abduh 1905 Temmuzunun on birinci günü, henüz tasarlanamamış olduğu ıslahatların tamamını gerçekleştiremeden dünyaya gözlerini yumdu. Abduh’un cenazesi, Mısır halkı ve hükümet tarafından milli bir yas havası içerisinde kaldırıldı. Kahire’de el-Afifi mezarlığına gömülen Abduh’un mezarının üstüne, bir Arap şairinin şu beyiti nakş edildi:

Yücelik için bir mezar yaptık

Dini ve dünyayı gömdük birlikte

Felsefe

Muhammed Abduh, Ezher’in skolastik düşünce tarzından kısa zamanda kurtulmuş, ıslahatların nasıl yapılacak ve nasıl etkili hale getirileceklerini gösteren insancıl ve pragmatk düşünceler gelişmişti. Abduh, felsefi tefekkürün sürekli olarak nazari ya da fikri planda kalamayacağının farkındaydı. Felsefi tefekkür bizi, varlığımızı tam bir tecrübe ve şuurla kavramamız için aktif olarak dünyada yerimizi almaya, sorumluluklarımızı yerine getirmeye yöneltmeli, inzivaya çekilip murakabeye dalmaya sevk etmemeliydi.

Mantık ilmi hakkındaki düşüncelerini de, Abduh’un doğru düşünce ve amel-i saliha arasında dinamik bir ilişkinin var olduğuna dair kesin inancını niteler görülmektedir. Abduh’a göre mantık ve düşüncenin genelde bilimsel olan tabiatı yüksek bir ahlaki karakter ve rol üstlenmeliydi. Genç Abduh 1283/1866 yılında köhnemiş bir ilahiyat mektebi olan Ezher’e girdiğinde İslam Felsefesi öylesine geri kalmış bir durumdaydı ki, neredeyse felsefenin inkârı halini almıştı. Üniversitede okutulmakta olan mantık ve kelam ile ilgili olan ders kitapları altıncı/on üçüncü ve yedinci/on dördüncü yüzyılda yazılmış olan eserlerdi. Etrafındaki gençlerin dikkatini klasik eserlerin incelenmesi gerektiğine çekmek ve onları, kısır yorumlar ve şerhler yapmak yerine eserin orijinalini doğrudan incelemeye cesaretlendirmek suretiyle Müslüman doğuda İslam düşüncesinin yeniden canlanmasına önayak olan kişi, Afgani’ydi. Afgani, asırların ihmalkârlığına rağmen hala canlı bir ilham kaynağı olan İbn Sina’yı bizzat kendisi incelemişti. Abduh’a göre Sünniler ve Ezherliler Afgani’nin bu görüşünü küstahça bir sapkınlık olarak nitelemişlerdi. Genç Abduh,1292/1875 yılından itibaren o zamanlar çoğu el yazması olarak bulunan klasik mantık eserlerini incelemeye başlamıştı. İki yıl sonra henüz Ezher’de öğrenci iken yazmış olduğu bir makalede, haklarındaki belli başlı önyargıları, halkın ve hatta Ezherlilerin onlar hakkındaki şüphelerini de gözden geçirerek mantık ve kelamı kararlı bir şekilde savunmuştu. Abduh, akli delillerin imanı zayıflatmayıp aksine güçlendireceğine ve, düşünme sanatı ve bilimi olan mantığın değerini tam olarak kavramanın İslam kelamı için zorunlu olduğuna dikkati çekmiştir. Beyrut’ta sürgündeyken tanımış olduğu el-Beşair el-Nesiriyye adlı el-Savi tarafından mantık hakkında kaleme almış bilimsel eseri, sonraları ilmi dipnotlar düşmek ve aydınlatıcı açıklamalar eklemek suretiyle yayınlamıştı. Ezher’de mantık üzerine vermiş olduğu derslerde aynı mükemmellik ve tebahhuru göstermekteydi. Muhammed Abduh’un kendi mantık usulü, Aristo, ibn Rüşd, İbn Sina ve bir ölçüde de batı yazarlardan, özelliklede Fransız yazarlardan etkiler taşıyordu. Abduh, mantığı teorik bir çalışma olarak değil, doru ve yapıcı düşünmenin olumlu bir aracı olarak görüyordu. Bu görüş, mantıkla meşgul olmayı kişinin manevi hayatı için zorunlu kabul etmektedir. Bununla birlikte Şeyh Abduh, kişinin kafasını putlardan ve önyargılardan arındırması, ilmi bir çalışma yapacak düzeyde olması, kısacası, ,iyi ve doğrunun tanımlamasını yapabilmesi için aklın gücünün bir başına yeterli olmadığını da tekrar tekrar dile getirmişti. İyi ve doğruyu tespit için akıl da gerekli olmakla birlikte hakikat aşkı, doğruluk ve cesaret gibi ahlaki meziyetler daha elzemdir.

Bu düşünceden yola çıkan Abduh, içtihadı, yani kişinin bütün kayıtlardan bağımsız olarak düşünebilme, serbestçe araştırma yapabilme hakkını her zaman savunmuş, bunun yanında, kişinin şahsi araştırma ve serbestçe araştırma haklarını kullanmayıp din otoriteleri tarafından kendisine sunulan doğmaları delil istemeksizin gözü kapalı kabul etmesi anlamına gelen taklitle savaşmaktan da geri durmamıştır. Nihayet bazılarının iddia ettiği gibi içtihad kapılarının kapalı olamadığını, aksine, değişen hayat şartlarının ortaya çıkardığı sorunlara tatmin edici cevaplar vermek için ardına kadar açık olduğunu söylemiştir. Bundan böyle son söz uzun zaman önce ölmüş otoritelerin veya eski eserlerin değil maslahatının ne olduğu üzerinde iyice düşünüp taşınmanın ve yenilikçi ruhun elde ettiği bulguların tespit ettiği bir şey olmalıdır. Abduh, İslam’ın aslında akılcı bir din olduğunu ileri sürmüştü. “ İslam” , demişti, “İnsanın din adamlarının otoritesinden kurtarıp Allah’la yüz yüze getirmiş ve ona hiçbir aracıya bel bağlamamayı öğretmiştir.”

Abduh’un dinler tarihi felsefesi İslam’ın akıcılığı dinin tekâmülü son aşaması olarak kabul eder. Abduh’un görüşü, sonunda insanlığı en mükemmel din olan İslam’a ulaştıran gelişmenin safhalarını ortaya koymaktadır. İlk dinler sert ve kesin kurallar ortaya koymuş, insanların duyu organlarına hitap etmiş ve peygamberlerin çarpıcı mucizelerine dikkati çekmişlerdir. İnsanlık bu iptidai safhayı aştığında kalbe hitap eden, ruhun sırlarından ve duyarlıktan söz eden bir din [ Hristiyanlık ] geldi. Bu din, takipçilerinden riyazet hayatı yaşamalarını ve dünyayı hor görmelerini istemesine rağmen çok geçmeden insanlar bu dinin öğretisini tahrif etmiş, şahsi ihtiyaç ve çıkarlarına uygun bir şekle sokmuşlardır. Son olarak, akli olgunluğa erişmiş insanlık için İslamiyet gelmişti. İslam, his ve duyarlılıkla birleştirmiş olduğu akla hitap ederek, aklı tabiatla uzlaştırmış ve ne esrar ne de aracı kabul etmeyerek akılları din alimlerinin vesayetinden kurtarmış ve insanı en önemli melekeleri vasıtasıyla Allah’a daha yakın bir hale getirmişti.

Mısırlı filozof, hür irade konusuna da son derece pragmatik yaklaşmaktadır. Abduh, soyut spekülasyonlarda en az William James ve F. G. S. Schiller kadar karşı çıkmıştı. Her şeyin önceden takdir edildiği varsayımı “İnsanı imana temel teşkil eden aklın tanıklığını reddetmeye, tüm sorumlulukları yok saymaya, şeriatın saf ve yalın olduğunu inkâra götürür.” Abduh, fikri faaliyetinin ikinci safhasında, hür iradeye inananlar (kaderiyye) ve her şeyin önceden takdir edilmiş olduğuna inananları (cebriyye) karşı karşıya getirmiş olan irade-i cüz’iyye hakkında yapılan binbir tartışmayı yok sayarak, soyut metafizikten çok ahlaka yönelmiştir. Eş’arilerin sistemi zorunluluk düşüncesi üzerine kuruluydu. Eğer, kişi onların metafiziğini takip ederek bu zorunluluğu takip etme zorunda kalsaydı, bu durumda erdemden söz etmek mümkün olmazdı. Kant’ın söylemiş olduğu gibi, özgürlük olmadan ahlak olmaz. Ontoloji (varlıkbilim) ve ahlak arasındaki çelişkiyle karşı karşıya kalan Abduh, pragmatik bir yaklaşımla ahlakı yeğler. Abduh, Allah’ın her şeyi ezenden bilmesi ile ilgili olarak şöyle der: “Allah’ın her şeyi bilmesi, kulun kendi iradesiyle ne yapacağı, yerine getirdiği için mükâfatlandırılacağı ameli falan zamanda işleyeceğini bilmesi gerektiğini içerir.” Abduh’a göre, bu önceden bilme , insanın belli bir ölçüde ihtiyar sahibi olmasını önleyemez: “ Allah’ın her şeyi biliyor olması, insanı dilediğini seçmek ve seçimi doğrultusunda amel işlemekten alıkoyamaz .” Allah’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesinin ne insanı amel işlemeye zorladığı, ne de amelden alıkoyduğu söylenemez. Abduh, insanın hür olduğunu açıklamak ve ispat etmek için, hemen her seferinde, Descartes gibi vicdanin tanıklığına başvurur. Aynı şekilde, günlük hayatta kişinin amellerini etkilemekte olan sağduyuyu da buna delil olarak ileri sürer. Dahası, irede-i cüz’iyeyi yok kabul ettiğimizde ilahi emirlerin hiçbir anlamı kalmayacaktır. “ Dinin emirlerinin hepsi insanın yaptıklarından sorumlu olduğu esnasına dayanır. İnsanın amalleri eğer kendisinin değilse sorumluluk kavramı ortadan kalkmış olacak, bu durumda da bireyin kendi iradesi dışında kalan bir şeyden dolayı sorumlu tutmak, ondan gücünü aşan bir şey yapmasını istemek söz konusu olacaktır ki, akıl böyle bir şeyi kabul etmez.” Fakat bu, insanı külli irade sahibi olduğu anlamına gelmez: Allah’ın iradesi sınırsız, insanın iradesi sınırlıdır. “Kişisel tecrübenize kulak verin” diyor Abduh, “bir şeyi yapabilmeyi arzulamak ve yapamamak ve hatta dünyayı yöneten çok daha yüce bir varlığın varlığını fark etmek hemen herkesin tecrübe etmiş olduğu bir şeydir.”

İslami bir terim olan ve Cebriyye’nin her şeyin Allah tarafından önceden takdir edildiği şeklinde yorumladıkları kazayı Abduh tabiatta mevcut olan ve iradeye geniş ölçüde serbestiyet tanıyan nedensellik ilkesi olarak tefsir etmiştir. Diğer bir deyişle “zorunluluk” tabiat bilimleri ve hatta sosyal bilimlere de uygulanabilir olmakla birlikte, aklın rehberliğindeki insan iradesine faaliyet gösterebileceği geniş bir alan bırakıyordu. İslam, sık sık ileri sürüldüğü gibi “kadercilik” dini değildir. Abduh “İslam kaderciliğini reddeder” diyor: “İrade-i cüz’iyenin var olduğu Kur’an’ın kırk altı ayetinde açıkça ve tevile yer bırakmayacak bir şekilde öne sürülmektedir. Zorunluluğu işlediği iddia edilebilecek bazı ayetler varsa da, bunlar evrenin genel ilahi yasalarını izah etmektedir. “Abduh, Peygamber ve ashabını eylem adamları olduklarına, insanın ihtiyar sahibi olduğuna dair sarsılmaz bir inanca sahip olduklarını yaşantılarıyla dile getirdiklerine dikkat çeker. Gerçekte “kadercilik”, İslam’a sonradan yamanmış, Müslüman halkları sömürmek isteyen yöneticilerin emellerine ulaşmalarına yardımcı olan sapıkça bir anlayıştır. Bu uyuşukluk verici inancın Abduh’un yaşadığı devirde çok açık bir şekilde görünen kötü etkileri, gerçek dinin serbestiyet ve canlılığına dönmek için gayret gösteren Abduh’u haklı çıkaran canlı bir delil teşkil ediyordu.

Muhammed Abduh’un iyi ve kötü anlayışı ve irede-i cüz’iye hakkındaki düşünceleri birbiriyle yakından ilgilidir. Tevhid Risalesi adlı eserinde iyi ve kötü konusuna uzunca bir yer ayırmış, akıl ve vahiyle olan, ilgilerini incelemiştir. Abduh, Arap dilindeki hem “iyi”, hem “güzel” anlamına gelen hüsn ve hem “çirkinlik” hem de “kötü” anlamlarını içeren kubh terimlerinin ortaya koyduğu türden bir paralelliği ahlak ve estetik arasında kurmaya çalışır. Önce duyulur (mahsus), daha sonra da akledilir (ma’kul) amalinde incelemiş olduğu güzelliği anlaşılabilirlik açısından değişik sanat dalları, bilim ve ahlak tarafından algılandığı şekliyle karşılaştırır. Mutezile tarafından da öne sürülmüş olan Abduh tarafından kurulmuş bu paralelliğin Andre Laland’nın öğretisinde, F.C.S.Schiller’in ve pek çok çağdaş filozofun yazılarında da yer aldığını görmekteyiz. “Güzel ve çirkini”, diyor Abduh, “vicdanımızın koymuş olduğu kurallar sayesinde birbirinden ayırd ederiz.” Bireylerin beğenilerinin farklılık arz etmemelerine karşın, insanlık bir tür ortak kritere, tabii bir güzellik ve ahenk duygusuna sahiptir. Muhammed Abduh, üçüncü olarak da varlıklar (el-ekvan) ve insanın amlleri (el-ef’al) arasında bir paralellik kurar: “Ruhumuza amellerin yapmış olduğu etki ile nesne ve varlıkların yapmış olduğu etki, benzer etkilerdir.” Abduh, hüsn (iyi) terimini kelamcı (mütekellimin)kullandığı üç temel manada kullanıyor gözükmekle birlikte onlarınkinden daha derin bir tahlile tabi tutmakta ve daha derin bir anlam yüklemektedir. Birincisi, ister ahlaki, ister akli açıdan olsun, iyi mükemmel kötü ise kusurludur. İkincisi, iyi, altbaşlık altında incelenebilecek bir uygunluk (müla’eme) ilişkisine eşit derecede işaret eder: Cana yakın olması sebebiyle fıtratımıza uygun olması – gelişmiş havyaların iyi ve kötü arasında yapmış olduğu ayrımdan hemen hemen hiç farkı olamayan bir ayrımdır. (Temyiz) bu- ve geniş anlamda faydalı manasına gelen uygunluk ilişkisi ise kişi ya da toplum yararı tarafından yönlendirilmekte olup varlık hiyerarşisinde yükselerek cana yakın olarak galip gelen, geçici tepki ya da acıya neden olduğu zaman dahi cana yakınlığa üsten gelen aklın ulaşmaya çalıştığı maksatlara uygunluktur. Üçüncüsü, iyi övünmeye layık olarak, kötüyse yerilmeye layık olandır. Eş-ariler ve Mutezililer, ilk iki anlamda iyinin akıl vasıtasıyla kavranabileceğinde mutabıktırlar. Fakat mütekelliminin bu iki grubu arasında iyinin üçüncü anlamı hususunda ihtilaf vardır. Eş-ari kelamcılarına göre hüsn ve kubh şeylerin tabiatlarında var olup onların iyi veya kötü, güzel veya çirkin görülmelerini sağlayan nitelikler değildir. Tam aksine, amellerini güzel ve çirkin olan tavsiye eden Şeriat, yani ilahi emirdir. Böylece, Şarinin, kendi koymuş olduğu hükümlerin kriter ve terkiplerini istediği zaman değiştirmesi, bir yasağı (hurme) yürürlükten kaldırıp (neshi) daha önce yasak olan bir şeyi zorunlu kılması (vücub) örneğinde olduğu gibi, iyi kötü, kötüyü iyi şeklinde yeniden tertip ederek değerleri ters yüz etmesi anlaşılır bir hal almaktadır. Bu nedenle, Eş ’ari akaidinde her şeyden kayıtsız kabul edilen ilahi emir, vicdana, amansız kaderle birbirine kolayca karıştırılabilecek kadar keyfi bir şey olarak gözükmektedir. Muhammed Abduh, bu konuda, bilinçli bir şekilde, fakat ‘iyi’ hakkındaki düşüncelerini de muhafaza ederek, benzeri bir zorluğun mevcudiyetini kavramış olan İbn Rüşd, Farabi ve Mutezilenin görüşlerini benimsemiştir. Bu üçü iyi ve kötü arasındaki farkın tabii olduğunu ve bunun sağduyu vasıtasıyla kavranabileceğini söylemişlerdir. Abduh, buna ek olarak insanın bu farkı vicdanı vasıtasıyla da kavranabileceğini ileri sürer. İnsanın zekâsı ve tabii aklı bir otoritenin kararı veya vahyin rehberliğine gerek duymadan iyi ve kötü arasında ki ayrımı her alanda yapabilecek yetenektedir. İlkel toplumların tarihi ve çok küçük yaştaki çocukların şeriatın mahiyetini kavrıyor olmaları buna delalet etmektedir.

Abduh’a göre akıl, nassın yardımı olmaksızın iyiyi kötüden ayırabilir. Abduh, tespit etmiş olduğu bu ilkeden çıkarsamalar yapmaktan geri durmaz. Böylece, der, bir kişi sadece ve sadece akletme yoluyla Allah’ın varlığını ve sıfatlarını tasdik edip akletme yoluyla elde etmiş olduğu bu bilgi vasıtasıyla ruhun ölümsüz olduğu ve başka bir hayatta mükâfat veya ceza görebileceği sonucu çıkarılabilir; yani, çıkarımlarını sadece ve sadece aklının yardımıyla yapıp, tamamıyla tabii bir ahlakın keşfine ya da inşasında ulaşan bir düşünürün nassın ortaya koymuş olduğu kurallar kadar makul kurallar ileri sürmesini hiçbir şey engelleyemez. Abduh aklın bu yolda kendisine ilerleme imkânı sağladığını söyler. ‘’Tabii, ahlak sadece teoride kalmaz.’’ der, ‘’ bazı seçkin kişiler tarafından uygulanır.’’ Ne yazık ki, insanların hepsi bilge değildir. Basit bir yaratık olmayan insanın ihtiyaçları hayvanların ki kadar sınırlı değildir.  Dahası, insanoğlu kendisini yalnız aklın yönlendirmesine izin vermez. İnsanın davranışları yargılarını en az aklı kadar etkilemekte olup yanlışlıklara ve kötülüklere kaynaklık etmekte olan başka meleke ve faktörlerde vardır. Üstelik çok az istisnaları dışında akıl, insanı mutluluğa ulaştırmada tek başına yeterli değildir. İnsanların çoğu bu mutluluğu elde edebilmek için bir rehbere, peygambere ihtiyaç duyarlar. İnsanlık tarihinin ortaya koymuş olduğu gibi, insanlara dinin ahlaki kurallarının telkin edilmesi insanların büyük bir bölümünün buna muhtaç olmasındandır. Vahiy ve ahlak bu nedenle birbirine karıştırılmıştır. Dini ahlak tabii ahlaktan büyük ölçüde farklı bir şey oluşturmaz. ‘’ Şeriat ne iyiyi, ne kötüyü yaratmamış bize gerçekte neyin var olduğunu göstermek için gelmiştir’’ diyor Muhammed Abduh Tevhid Risalesi adlın eserinde: ‘’Şeriat bizden belli şeylere iman etmemizi istemenin yanında bunların güzelliğini akılla da kavranabilir kılmaktadır.’’ Muhammed Abduh, Müslüman düşünürler arasında birçok tartışmanın meydana gelmesine neden olan seçkin tabaka(hasse) ve sıradan insanlar (kaffe) sorununu, sıradan mümin ile düşünürlerin sahip oldukları bilginlerin farklı bilgiler olduğunu ileri sürerek İbn Rüşt ’ün tarzına uygun olarak ele alır. Abduh’a göre, ‘’nübüvvet, seçkin insanlara kendilerini avam tabakasından daha yüksek bir seviyeye nasıl çıkabileceklerini göstermekle birlikte onları herkesi sorumlu tuttuğu şeyler dışında bir şeyle sorumlu tutmaz.’’ Bununla birlikte, Mısırlı düşünür, her insanın güzel ve çirkin ayrımını yapabilecek tabii bir yeteneğe, Allah vergisi bir şuura sahip olduğuna inanır. Güzellik konusunda bütün insanların mutabık oldukları belli başlı ilkeler vardır. Fakat bu, herhangi bir şeyin Allah öyle olmasını emretti diye güzel dolduğu anlamına gelmez; aksine, Allah güzel olduğu için o şeyi emretmiştir. Kant’ın terminolojisini kullanacak olursak, iyi ve güzelin yargısında bize kategorik imperatifi veren akıldır.

Abduh’un bu iyi kavramını, ortaya koyarken aklın rolünün öneminden ısrarla söz etmesi, böylesi bir yaklaşımın ahlaki ve toplumsal açıdan büyük öneme sahip pratik sonuçlar doğuracağına inandığı içindir. Mısırlı ıslahatçının Mutezili akılcılığın yeniden canlanması lehine olan bu tutumuyla içtihat ilkesinin ve her konuda araştırma yapan serbestinin İslam dünyasında yeniden işlerlik kazanmasına katkıda bulunmayı umduğu şüphesizdir. Abduh, bu sayede örneğin fukaha’nın Şeriat’ı daha bir bağımsız ve daha gayretli bir şekilde ele alacaklarını, emir ve yasanın hükmünü kavrayabileceklerini; kendilerini kıyas yoluyla yapılan istidlal prensibiyle sınırlamayıp yeni keyfiyetleri serbestçe tetkik edebilecek ve çağın ruhu ve gereklerine uygun düşen çözümleri bunlara uygulayabileceklerini düşünüyordu. Kısacası, Abduh, İslam’ın son birkaç yüzyılına damgasını vurmuş olan fikri durgunluk, taklitçilik ve monotonluktan kafaları bu akılcılıkla kurtarabilmeyi ummuştur.

İyi ve kötü toplumsal öneme sahip olduğundan, Muhammed Abduh başlangıçta sosyolojiye eğilmişti. Çağdaş Mısır tarihçilerinden bir olan Muhammed Sabri, Muhammed Abduh’tan ‘’Mısır’ın en büyük sosyologu ve ıslahatçısı’’ ve ‘’ tekâmülü zirvesine ulaştıran kişisi’’ olarak söz eder. 1295/1878 yılında Daru’l-Ulum yüksekokulunda, İbn Haldun’un Mukaddime ’si üzerine düşüncelerinin zenginliğiyle olduğu kadar metodunun yeniliğiyle de dikkatleri çeken dersler vermişti. Reşid Rıza’ya göre, Abduh’un aynı yıl yazmış olduğu ‘’Toplum ve Tarih Felsefesi’’ adlı kitaba muhtemelen bu dersler teme teşkil etmişti. Abduh ‘un son esrinin müsveddeleri 1296/1879 olayları sırasında maalesef kaybolmuş olduğundan, Abduh’un sosyoloji teorisi hakkında bilgi edinmek için onun değişik yazılarından ki az veya çok detaylı bilgilere başvurmamız gerekiyor. Abduh,  Agust Comte’ın müjdecisi ve büyük bir sosyolog olan İbn Haldun’la aynı görüşleri paylaşıyor gözükmektedir. İbn Haldun gibi Abduh da, tarihi, gerçek bir bilim ve felsefi çalışmalar için vazgeçilmez bir disiplin olarak görmektedir. Onun tekâmülcü yaklaşımı Tevhid Risalesi adlı kitabı ve Kur’an’ın şu ayeti yorumlayışında açıkça görülür: ‘’ İnsanlık tek bir milletten müteşekkildir.’’ Abduh’un tarih anlayışına göre, Allah, insanları tedrici bir şekilde belli bir dünya görüşü edinmeye doğru yönlendirmektedir. Abduh, tarihin, devlet adamları tarafından incelenmesi ve halk tarafından saygı gösterilmeyi gerektiren ahlaki bir yanının olduğuna inanan düşünürlerin oluşturduğu sınıfın da bir üyesi olarak gözüküyor. Abduh, toplu halde yaşmaya karşı tabii bir temayül ve ihtiyaç duyan insanoğlunu, fiziki, fikri ve ahlaki ihtiyaçları dolayısıyla karşılıklı sevgi ve yardımlaşma olmadan bu dünyada yaşamakta zorluk çekeceğinin farkındadır. Bu dayanışma ihtiyacının şuurunda olan Abduh, yazmış olduğu Kur‘an tefsirinde herhangi bir sosyal grubu üyeleri arasında yekdiğerine kayıtsız şartsız olanları ruh halini kınar. Bununla birlikte, Muhammed Abduh’a göre sosyal dayanışma tamamıyla teorik bir şey değildir. Hayatı boyunca hep kamu yararına çalışmış olan Mısırlı sosyolog, sosyal açıdan sayısız faydaları var olduğunu gördüğü aktif işbirliğine her zaman önderlik etmiştir. Bizimki gibi toplumlarda dayanışma olgusu olgunlaşmamıştır. Abduh, yeni bir ahlaki eğitim uygulamak suretiyle, insanların birlik ve beraberlik duygularını devletin kanunlarından daha etkili bir şekilde pekiştirebileceğini ummaktaydı. Giriş mahiyetinde kaleme aldığı bir makalede şu ifade yer alır: “Birlik, fazilet ağcının bir meyvesidir.” Birlik ve sevgi olmadan erdem olmaz. Bu yüzden, yeni eğitim mutlaka diğer gamlığa aşılamalıdır. Bu eğitimin ailede başlaması gerekir. “ Erkeklerle eşit derecede sorumluluk yüklemeye çağrılacak olan kızlarımızı eğitmek, erkekleri eğitmek kadar önemlidir” diyor Abduh:  “Kadınları geri ve cahil bırakmak affedilemez bir suçtur.” Muhammed Abduh, yapmış olduğu bir araştırma sonucu davaların yüzde yetmiş beşini akrabalar arasında olduğunu görmüştü. Bu davaların sebebi aynı aile üyelerini birbirine duyduğu kin ve nefret duygusudur. Abduh’a göre, bu duygular, sosyal meselelerde toplumsal eğitim ve öğretimin yok olmasında kaynaklanmaktadır. Aile içi söz konusu olan bu şeyler toplumun tamamı içinde geçerliydi. Allah, bireyde aklın yüklenmiş olan fonksiyonun insanlığın tamamına karşı yüklenmiş olan habercileri (resül) insanlara rahmet olarak göndermiştir.

Allah’a göre insanlığın tekâmülü üç evredir. İlk evre, insanların inançlarının animistik olduğu, ilgilerini fiziki kaygıları nadiren aştığı duygu çağıdır. İkinci evre, ilk evrenin tecrübesine sahip olan insanı tabiat kanunları ve toplumun yapısını kavrayacak seviyeye ulaşmış olduğu nübüvvet çağıdır. Bu evrelere paralel olarak toplumsal eğitime ilk adım toplumun tedricen kazanmış olduğu tecrübe, ikinci adımsa, günün şartlarına uygun misyonlar ve topluma rehberlik etme görevini yüklenmiş olan peygamberlerin tebliğe vasıtasıyla atılmıştır. Örneğin İsa (a.s) ancak zulüm ve şiddet mağdurlarını merhamet ve sevgi için yalvardıkları bir dönem olan kendi çağında bir misyon yüklenebilmiştir. Hz. Muhammed boş mugalatalarla gerçek manevi sorunların safsaklandığı ve uyuşukluğun hakim olduğu bir devirde canlı ve birleştirici bir mesaj getirmiştir. Bizimde içinde yaşamakta bulunduğumuz üçüncü evre ise hata çağıdır. Peygamberden uzak kaldıkça kalplerimiz katılaşıyor ve tutkularımız ağır basmaya başlıyor; Toplum akl-ı selimden ve ahlak kaidelerinden uzaklaşıyor; ilahiyatçılar ilahi öğretiyi çarpıtıyor ve kutsal metinleri insanların üzerindeki dinin etkisini yok edecek bir biçime sokuyorlar; anlaşmazlık ve geçimsizliğin en üst sınıra varmış egemenliğin insanları savaşa ve yanlışlara sürüklüyor. Bununla birlikte Abduh karamsar değildir. Abduh’a göre çözüm bir tür evrensel vicdanın uyandırılması ve böylece insanlığın izlemesi gereken yolun bulunmasındadır. Bu neticeyi elde etmek için akıl ve fazilet şarttır.

Muhammed Abduh, bu iyimserliği antik çağ stoacıları Sokrates ve modern yazarlardan Rausseau’nunkine olan bir insanlık görüşü üzerine kurar. Ona göre, insan doğuştan kötü değildir. İyiye meyilli bir fıtrat ve barış sevgisine sahiptir. Abduh, Allah insanı hayvanlarınkinden daha üstün bir tabiatta yaratmış ve “ Bu dünyanın efendisi olmasını sağlamak yanında göklerin sırlarına erişmesini sağlayacak olan aklı da ona ihsan etmiştir” iken bunun başka türlü olması nasıl mümkün olabilirdi? diyor. Bunun yanında, Allah kötüyü ruhumuza iyiden daha yakın kılmamıştır. İyi, insanın tabiatıyla o kadar iç içedir ki, sedece bir parça öğüt ya da hatırlatıcı herhangi bir şey insanın iyi olanı kavraması için yeterlidir. Bu yüzdendir ki “ Allah’ın peygamberler vasıtasıyla insanlara gönderdiği ışık insanların kalplerinde ve ruhlarında yer etmekle zorluk çekmez. Bu ışık, tabiatlarını Allah tarafından neyin yerleştirmiş olduğunu farkında olmayan insanlar için bir hatırlatıcıdır.” Abduh, insanda iyiye var olan tabii eğilimin varlığını ispat etmek için aralarında ırk, dil, din ve ülke farkı var olmasına karşın insanları tek bir topluluk olarak gören stoacıların evrensel hümanizmlerini iddiaya kadar vardırmıştı işi. Çünkü, der Abduh insanların hepsi köken ve akıl yönünden birbirine eşittir. Bu, insanların birbiriyle arkadaşlık etmeleri, bir araya gelmeleri ve uyum içinde yaşamalarının nedenini açıklamaktadır. Eğer bu gözle bakarsak, insanlığın tümünü aynı alışkanlıklar, aynı ahlak ve aynı ilişkilerle birbirine kenetlenmiş bir şekilde aynı dünya üzerinde yaşayan tek bir aile olarak görürüz.  ”Bu durum akıl sahibi insanları o derecede etkilemiştir ki herhangi bir din, ırk ya da dokrine fanatikçe bağlanmadan insanlığa hizmet etmeye yönelmişlerdir.”  Eğer insanoğlu kendisine doğuştan var olan iyiyi ortaya çıkarır ve fıtratının rehberliğine tabi olursa, insanlara barış, sevgi ve uyumluluk eğilimleri aşılayacak olan fıtri kimliğin zihinlerde kuvvetlendirilmesi suretiyle erdemli bir topluluk meydana getirebilir. Muhammed Abduh 1302/1884 yılında Urve’de insanlarda erdemlerin ortak olduğunu, bunların insanları muhafaza ettiğini ve bozulmakta koruduğunu da iddia etmiştir.

Muhammed Abduh’un biyografisini yazmış olan hemen herkes, onun hayatı boyunca İslam toplumunda dini ıslahatlar yapmaya çalıştığını işaret etmişlerdir. Bu görüş bir dereceye kadar doğrudur. Bununla birlikte, eğer Abduh’un faaliyetlerini dikkatlice inceler ve öğretisini iyice gözden geçirirsek Mısırlı ıslahatçının gayretlerinin daha çok ahlaki reforma yönelik olduklarını görürüz. Abduh’a göre dini ya da felsefi problemlerin çoğu ahlakla ile ilgilidir. Abduh, bütün gayretini bu yüzden ahlaki reforma yöneltmiştir. Abduh’un bazı yaygın dini inanış, adalet ve davranışlarla savaşması, adaletsizlikleri sosyal ve politik suistimalleri alenen suçlaması, Ezher’in öğretim metotlarını değiştirmek için çabalaması sadece ve sadece İslam toplumunun ahlakında bir ıslahat gerçekleştirebilmek içindir. İslam dünyasında Abduh’un ismiyle birlikte anılan dinde ıslahat hareketini Abduh tarafından ahlakta reform amacını gerçekleştirmeye yarayacak bir araç olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Bunu açıkça dile getirmiştir:  ” Dinde ıslahatın amacı, insanların inançlarının kendilerinin daha ahlaklı olmalarını sağlayacak ve sosyal durumlarını iyileştirecek bir hale getirilmesidir. Müslüman ıslahatçının görevi dini inançları tashih etmek, yanlışlara son vermek, bu yanlışların bir sonucu olan dini metinlerin yanlış anlaşılmalarını önlemek, özetle, inançlarını sahih kılmak yoluyla insanların daha ahlaklı hale gelmelerini sağlamaktır.”

Görüldüğü üzere Abduh, ahlakta ıslahat için en önemli araç olarak dini görmektedir. Zihinler soyut ilkelerin yerine apaçık nassları yerleştirebilecek kadar olgun olmadığından ıslahata dini kavramlardan başlamalıyız. “Eğer”, diyor Abduh, “bir ıslahatçı, dini karakterlerinden soyutlayarak ilim ve hikmete doğrudan doğruya başvurursa, ne malzemenin ne de gücün yetmeyeceği mükemmel bir bina inşa etmek zorunda kalacaktır. Fakat, eğer din ahlaki seviyeyi yükseltmeye güç yetirebiliyor, insanlığı en uygun araçlarla mutluluğu bulmaya davet ediyor, din alimleri dinin gereklerine harfiyyen uyuyorsa ve eğer insanları dine geri döndürmek onların kolayca anlayamayacağı yani bir şey üretmekten daha kolaysa neden dine değil de daha az etkili araçlara başvuralım?”

Görüldüğü gibi Abduh’un ıslahatının amacı, yanlış olarak inanıldığı gibi Müslümanların ülkelerin politik birliğinin gerçekleştirilmesi ve gayri müslimlere yönelik “Cihad”ı yavaş yavaş azaltmak değildir. Abduh, sadece bazı Avrupalı ve diğer hayalcilerin muhayyilelerinde mevcut olduğunu söylediği ve saçma bulduğu pan-islamist fikirlerden açıkça uzak durmuştur. El-Urve el-Vuska’nın yayınının sona ermesinden sonra Abduh’un eğitim ve ahlak ıslahatına yöneldiğini görüyoruz. Abduh’a göre teori ve pratik birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkilidir ve ancak kişinin amelleriyle niyetlerinin birbirlerinden ayırt edilebilirliği açısından keyfidirler. Gerçekte, Abduh doğuştan ahlakçıydı. Az veya çok tutarlı dini bir sistem kurmak yerine doğrudan doğruya iletişimin insanları harekete geçireceğine inanıyordu. Abduh’un öğretisi ve eylemleri son derece etkileyiciydi. Ona göre kelamı ya da felsefi problemlerin çoğu, irade-i cüz’iye, nübüvvet ve Allah’ın sıfatlarıyla ilgili problemlerde olduğu gibi ahlaki şartlardan kaynaklıyordu. Abduh, öncelikle, İslam ahlakının yeniden tesisi için zorunlu kabul ettiği eğitimde ıslaha yönelmişti. Bu yolla elle edilecek sonuçların, bir devrimle elde edilecek sonuçlar kadar çabuk gerçekleşmeyecekse de onlardan daha derin ve daha sağlam olacaklarına inanıyordu. Çünkü “ ancak tedrici ve metotlu ıslahatlar istenen sonucu verebilir.” Aslında, ıslahatların eğitime yönelik ve ahlaki özellikleri, Muhammed Abuh’un genelde İslam dünyasının tamamında özelde ise Mısır’da elde etmiş olduğu derin ve sürekli etkiyi açıklayıcı mahiyettedir.

Ahlakçı yaklaşımın baskınlığı, Abduh’un Kur’an tefsirinde de kendini gösteriyor. Abduh’a göre, Kur’an, dünya ve ahret saadetini elde edebilmeleri için insanlara bir ahlak kılavuzu (el-hidaye)  olarak gönderilen kutsal bir kitaptır. Kur’an’ı anlamak hangi ırk ve kültürden olursa olsun her Müslümanın üzerine farzdır. Muhammed Abuh’a göre en önemli mesele Kur’an’ın lâfzî anlamında takılıp kalmayıp özünü ve genel anlamını açıklamak olduğundan, Kur’an’ı tamamıyla filoloji ve gramer açısından ele alan pek çok Kur’an tefsirinin bomboş şeyler olduklarını başından itibaren ortaya koymaya çalışmıştır. Ayrıca, aşırı hayranlık duydukları kadim Arap şiirini dilbilgisi için temel kabul eden ve bu yüzden Kur’an’ın metninde gramer açısından pek çok zorluğun var olduğunu söyleyen Arap müelliflerini de eleştirmektedir. Abduh’a göre, aslında dilbilgisi kuralları için Kur’an’ı kriter almak gerekir. Bunun yanında, bazı müfessirlerin çok meraklı oldukları başkalarının şu şu sure, şu şu aye şu şu kelime üzerine söylemiş olduklarını herhangi bir ayrıma tabi tutmadan birden aktarma şeklindeki malumatçılığı da sevmemektedir. “Allah” diyor Abduh, “hesap gününde bize kitabı hakkında başkaları ne demiş ve ondan ne anlamış olduklarını değil göndermiş olduğu kitabı anlayıp anlamadığımızı ve onun doğrultusunda hareket edip etmeyeceğimizi soracak.” Bu yüzden, aralarında hiçbir ayrım yapmadan bütün kaynakların karılması sonucu ortaya çıkacak yorumlar büyük bir ihtimalle müminleri yanlışlığa sürecek ve Kur’an’ın insanların amellerine kılavuz etmek olan asıl özelliğinin gözden kaçmasına neden olacaktır. Abduh’un önermiş olduğu idrak, kitap üzerine bizzat tefekkür etme sonucu elde edilen ve kaynağı hassas ve dikkatli bir şuurun derinliklerinde olan bir kavramdır. Muhammed Abduh, Müfessirler arasında ihtilaf sebebi olan konularda kendi tefsirinde yer vermemeye çalışmıştır. Bunun yanında; Kur’an’ı parçalar halinde değil bir bütün halde ele almak gerektiğini, yüzeydeki farklılığın altındaki vahiy bütünlüğü ancak bu şekilde görebileceğimizi üstüne basa basa söylemiştir. Abduh bazen Kitaba Kartezyen ispat yönetimi uyguluyor gözükmektedir. Sadece açık ve muhkem ayetlere itibar etmemizi ve müteşabih ayetleri bir yana bırakmamızı yani yayılmaları görüş ayrılıkları ve hizipleşmelere neden olabilecek şeylerden kaçınmamızı istemektedir. Abduh, dini metinleri akla hiç müracaat etmeden zahiri anlamıyla açıklayan müşebbehe ve zahirilerin tefsirlerine de her zaman karşı çıkmıştır. Örneğin, bazı müfessirler Kevser suresini tefsir ederken Kevser’in Allah’ın peygambere vermiş olduğu cennet ırmaklarından birinin adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Abduh’a göre böyle bir şey yoktur; Kevser, insanlara Allah’ın peygamberler göndermek suretiyle bahsetmiş olduğu büyük hediyedir. Dini bir ifadenin doğruluğunu sağlayan şartın, yaratmış olduğu varlıklardan Allah’ın üstün olduğu gerçeğine, yani tenzihe alel getirici bir şeyin ifadesinin içinde bulunmamsı gerektiğini söylemektedir. Eğer yüzeysel anlamı antropomorfizm (teşbih) taşıyan bir metinle karşılaşırsak kelime anlamını bir kenara bırakıp metni yorumlamaya çalışmamız gerekir. Pratik amaçlara yönelik bir akılcılık, Muhammed Abduh’un tefsirini “efsaneler ve hurafelerle dolu bir dinin aydınlanmış bir akılla aynı kafada yaşayamayacağı” ilkesini kanıtlayıcı hale getirmektedir. Kur’an’da efsane ve hurafelerin yer alması imkansızdır. İslam akl-ı selimle uyum içindedir. Bu yüzden kişi, şahsi görüş ve sübjektif etkilere değil, kesin delil ya da mütevatir haberlere dayalı sağlam ve doğru bir tefsir yapmalıdır. Abduh, birçok müfessirin icat etmekten hoşlandıkları uzun hikâye ve menkıbelerin çoğunu reddeder. Kur’an’da adı geçen yer ve kişilerin özelliklerinin ince ayrıntılarına dalan müfessirlerin uygulamalarının aksine bu tür gayretlerin metnin anlaşılmasına hiçbir katkıda bulunamayacağına inanan Muhammed Abduh, kutsal metnin mutlak içeriğinin dışında kalan detaylara girmekten kaçınır. Örneğin, “ Şu şehre giren…” diye başlayan Bakara suresinin 58. Ayetinde hangi şehirden söz edildiğini belirtmekten kaçınır; bunun yerine, İsrailoğullarının ilahi emirlere muti bir şekilde ve tevazu ile değişik memleketlere girme emri aldıkları gerçeğini vurgulamakla yetinir. Bunu takip eden ayeti de aynı şekilde ele alır:”Zalimlere semadan azap indirdik.” Abduh, kendi usulüne sadık kalarak bunun ne tür azap olduğunu tespitten kaçınır; çünkü Abduh’un söylemiş olduğu gibi bunun pratik açıdan hiçbir önemi yoktur. Muhammed Abdu’un tefsiri, evrim ve ilerleme kavramlarıyla uygunluk içerisine sokmak suretiyle devamlı olarak Kur’an’ın evrensel mesajını vurgulamaya çalışmaktadır. Eski müfessirler genellikle Kur’an ayetlerine özel manalar vermeye ya da Peygamberin yaşamış olduğu devirde veya daha önce meydana gelmiş mahalli olaylarla aralarında ilişki kurmaya çalışırdı. Örneğin, bazı müfessirler, Tekasür suresinde, sayılarının çokluğuyla övünen ve biri hayatta olan akrabalarının sayısının diğerininkinden az olduğunu görerek üyelerinin çokluğunu ortaya çıkarmak için ölmüş akrabalarının mezarlarını ziyarete (saymaya) kadar işi ileri götüren Ensar’dan iki kabilenin ima edildiğini ileri sürmüşlerdir. Abduh’a göre, diğer pek çok sure gibi bu sure de, tahsis edilerek ya da daraltılarak yorumlanmamalıdır. Çünkü Kur’an bir kişi veya bir gruba değil, tam aksine, tüm insanlığa seslenmekte; insanların uygulamaları, davranışları ve inançlarında en kalıcı olanı hedeflemektedir. Muhammed Abduh ekolü, İslam’ın tüm kültürler, tüm zamanlar ve tüm halkalara uygun evrensel bir din, olduğu prensibinden hareket eder.

Bir tür bir pragmatizmle hafifletilmiş maneviyatçılık (spiritualism) Abduh’un tefsir çalışmasının en önemli özelliklerinden birsidir. Muhammed Abduh’un tefsiri, halk arasında olduğu kadar ulema arasında da yaygın olan son derece maddeci ve antropomorfist fikir ve efsanelerin yanlışlıklarını ortaya koymak suretiyle dini inancın arındırılmasına büyük katkıda bulunmuştur. Reşid Rıza’nın da söylemiş olduğu gibi, Abduh’un tefsiri, Kur’an’ın manevi anlamı akla uygun bir şekilde vermeye çalışmaktadır.

Muhammed Abduh, avam ya da eğitim görmüş kişiler arasında yaygın olan dini ya da toplumsal konularla ilgili yaygın düşünce, alışkanlık ve ahlak anlayışlarını tenkit etme görevini üstlenmiştir. Müslümanların dinlerinin öğretisini tahrif etmekle suçlar. Özelde ulema’yı, genelde ise İslam’ın temsilciliğini üstlenen herkesi hem oruç ve abdest gibi muamelatla ilgili konularda en ince ayrıntılara kadar inen marazi bir merak sahibi olmak, hem de dini bilgileri hile-i şer’iyye için kullanmakla suçlanmaktadır. Dinin bu insanlar için bir meslek türünden başka bir şey olmadığını söyler. Abduh, isimleri dışında dinle herhangi bir ilgileri bulunmayan yaygın kavramların kaderci inatçıların yaşamalarına yardımcı olduklarını ileri sürer. Müslümanların dini uygulamalarına sonradan sokulmuş olan yanlış yenilikleri, yani bid’atı şiddetle eleştirir. Özellikle ulema’nın yanlış anlamış oldukları eski metinleri daha da yanlış bir şekilde tefsir ve şerh etmekten başka hiçbir şeyle ilgilenmediklerini, ülkelerinin menfaatlerine tamamen kayıtsız olduklarını içinde yaşadıkları çağın ihtiyaç ve sorunlarından habersiz olduklarını ve neredeyse toplumdan kendilerini soyutlamış bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini söylemiştir. Hemşehirlerini, ıslahın kendiliğinden gerçekleşmesini beklemeyip, bundan böyle topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri için uyarmakta, Batılı fikirleri ve adetleri körü körüne taklit etmeyi terk edip kültürlerini tedrici bir şekilde kendi kurumları üzerine bina etmeye devam etmektedir. Abduh dışta değil içte gerçek bir ıslahın gerçekleşmesini istemiştir.

Mısır’da Muhammed Abduh Ekolü

Muhammed Abduh’un otuzuncu ölüm yıldönümü olan 1935 Haziran’ında, el-Üstad el-İmam (Üstad ve Rehber) lakabıyla anılan onu anmak için Kahire “Müslüman Gençler Cemiyeti” bir toplantı düzenlemişti. Artık her biri birer üstad olmuş olan onun eski talebeleri ve meslek arkadaşlarının beyanatları Abduh’un fikirlerinin ne derece etkili olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu yüzyılın başlarında, Abduh, Msır’da bilim, din ve milliyetçiliğin gelişmesinde etkili olmuştur. Mısırlı seçkinlerin asıl ve yüce duyguları ilham kaynağını Abduh’da bulmuştu. 1318/1900 yılında, kendilerini içinde bulundukları şaşkınlıktan kurtaracak bir rehber arayan genç kuşak Abduh’un eserlerine yönlenmişti.

Muhammed Abduh’un ayırıcı özelliklerinden biri olan halk üzerinde derin bir etki bırakmış olmasıdır. M. Bougle’un filozof Frederic Hauh hakkında söylemiş olduğu şeyler (Les Maitres  de La Phileosophie Universitaire en France, 1938) Muhammed Abduh içinde söylenebilir: “ Bir ruh avcısı…, dönüştürücü, herkesten daha az dogmatik ve herkesten daha fazla etkileyici, insanları değiştirmede en başarılı, gençliği ruhi yenilenme gayretine yöneltme ve hazırlamada en becerikli kişi.” Vermiş olduğu -gerçekte her biri uzun birer konuşma olan – derslerde, ikiyüzlülük tembellik ve taasuba karşı son derece öfkeli bir ruha sahip olduğunu ortaya koyuyor ve bir vicdan muhasebesi yapıyor gözüküyordu.

Kendisini öğretim ve ıslah çalışmalarına vermiş olmakla birlikte, bize fikirlerinin gelişimini sergileyen ve ismini ebedileştiren kitaplar bırakmaya da imkân buldu. Fakat Abduh’un eserlerini okumak onun çağdaşları üzerindeki derin etkisini anlamak için tek başına yeterli değildir.

Abduh’un Ezher çevresi dışında da öğreticileri vardı. Muhammed Abduh’un gerçek öğrencilerinin hukukçular özellikle de Avrupa eğitimi görmüş kişiler arasında olması dikkat çekicidir. Abduh’un yazıları ve kişiliği, Mustafa Abdurrazık, Reşid Rıza ve Kasım Emin gibi felsefe din ve toplum ıslahatçılarına büyük ölçüde destek olmuştu. Hüseyin Heykel Paşa, öğreticilerinin daha önce asla kabul ettiremediklerini prensipleri, halka Üstad’ın nüfuzu sayesinde kabul ettirebildiklerini söyler. Abduh, Batıdan alınmış yeni metotlarla, geleneksel İslam öğretim metotlarını uzaklaştırmaya çalışmıştı. Hepsi de şu veya bu şekilde Muhammed Abduh’un öğrencileri olan çağımızın en önemli yazarları tarafından, birbirine tam anlamıyla zıt iki ekol olan oluşturulmuştu. Muhammed Abduh’tan önce Mısırlı düşünürlerin gerçekte ilham aldıkları belli bir ideal yoktu. Abduh’un Mısır düşünce hayatına bir bütünlük ve açıklık getirdiğini söylemek için yeterince sebep vardır.

Henry Bergson şöyle der; “ Bir felsefi doktrinin önemi, geliştirmiş olduğu fikirlerin zenginliği ve üzerine bina edilmiş olduğu prensibin basitliği ile ölçülür.” Bu, basit bir prensibe dayanıyor olmasına rağmen felsefe, din ve toplum gibi üç değişik alanda, en azından Mısır’da, ıslahat gerçekleştirilebilmiş olan Muhammed Abduh’un doktrini için doğrudur.

1.Toplumcu Ekol: Kasım Emin: Muhammed Abduh için en önemli konulardan biri Müslüman kadınların eğitim ve öğretimi meselesiydi. Abduh, İslam dünyasında kadınların yaşantılarını etkileyen adet ve şartların ıslah edilmesi gerektiği düşüncesiydi. Başmüftü, gerçek İslam’ın kadınlara, erkeklere tanınan hakların aynını verdiğini ileri sürüyordu. Kadınların sosyal ve manevi açıdan bu kadar geri planda olmalarının tek nedeni, şeriatın asıl maksadının görmezlikten gelinmesi dolayısıyla ortaya çıkan yanlış uygulamalardır.

Örneğin, çok kadınla evlilik, Kur’an tarafından izin verilmiş olmakla birlikte, aslında artık mevcudiyeti söz konusu olmayan bazı tarihi zorunluluklar dolayısıyla verilmiş bir ruhsattan başka bir şey değildir. Şeriatın çok kadınla evlilikte gözetilmesini emrettiği şeyleri tam olarak yerine getirmek zor olduğundan, bu ruhsat, her halükarda bir yasak ve bir redle eşdeğerdir.  Bu, üzerinde derin derin düşünüp şeriatın gerçek maksadını anlamaya çalışan kişilere İslam’ın tek kadınla evlilikten yana olduğunu ve tek kadınla evliliği ideal evlilik şekli olarak gördüğünü göstermektedir. Miras hakkındaki hüküm de aynı şekildedir. Bu yüzden, gerekirse İslam’ın Şer’i hükümlerine uygun değişiklikler de yapmak suretiyle, eğitim ve öğrenimlerini daha iyi bir hale getirmek için mevcut tüm imkânları da kullanarak kadınların toplumda daha etkin rol üstlenmelerini vakit geçirmeden sağlamak gereklidir. Abduh’a göre, çocukları eğitmek gibi toplumsal hayatın en ağır görevlerinden birini üstlenmiş bulunan Müslüman kadınların cahil ve geri bırakılmaları affedilemez bir suçtur.

Çok arzu ettiği halde görmek Abduh’a nasip olmamakla birlikte, toplumsal ıslahın gerçekleşmesine şahit olmak, Abduh’un meslektaşlarından ve arkadaşlarından biri olup Mısır’da kadın haklarının savunuculuğunu bıkmadan usanmadan sürdürmüş olmasıyla tanınan Kasım Emin’e nasip olmuştu.

Muhammed Abduh gibi Kasım Emin de her şeyden önce, yenilikçi herkesi sapık olarak niteleyen muhafazakâr yığınlara karşı çıkmıştı. Kasım Emin, çoğunluğun inandığının aksine İslam’ın kadını yücelttiğini ve kadının geri planda kalmasına İslam’ın değil sonraki devirlerdeki Müslümanların neden olduklarını iddia etmiştir. Mısır toplumunun sorunları üzerine kafa yoran Kasım Emin, kadınların cahil ve geri bırakılmaları yüzünden ülke nüfusunun yarısının toplumsal bir felce uğradığını görmüştür.

Kasım Emin’in Müslüman kadınların sorunlarını çözümlemek için önermiş olduğu ıslahatlar iki başlık altında özetlenebilir. Birincisi, kadınlara karşı muamele ve onların eğitimiyle ilgilidir. İkincisi, Müslüman ilahiyatçı ve hukukçuların din otoritelerinden tercih ettikleri kişinin öğütlerine sımsıkı sarılmayı terk edip çağın ihtiyaç ve icaplarına uygun cevaplar bulmalarıdır: gerçekte tek muteber öğüt, şeriatın özü ve temel prensiplerinden çıkarılmış olmakla birlikte milletin çıkarları ve günün şartlarıyla da uyum içinde olandır.

Kasım Emin’in hayattayken çok az duyulan sesi ölümünden sonra geniş bir alanda yankı yapmaya başladı. Çok geçmeden Mısırlı kadınlar gazeteciliğe el attılar. Her gerçek uyanış için kadınların sosyal durumunun ıslahını şart gören erkekler ortaya çıktı. Bunlardan bazıları feminizmi savunan, kadınların erkeklere eşit olduklarını diline dolamak yanında kadınların özgürlüğü ve eğitiminin gerekliliğinden de ısrarla söz eden el-Sufür adlı bir dergi çıkardılar.

1337/1918 yılında milletin haklarını savunmak için Mısırlı kadınların bazı yürüyüşlerde erkelerin önünde yürümekte olduğunu görüyoruz. Milli liderin karısı olan Safiye Zağlül halkın sevgisini kazanmış ve onlar tarafından “Mısırlıların Annesi” ismiyle anılmıştı.

2.Dini Ekol: Reşid Rıza: Reşid Rıza, Muhammed Abduh’un dini öğretisinin yorumcusu olarak tanınır. Muhammed Abduh’un öğrencileri arasında, düşüncelerini ve hayatını kaleme almak suretiyle üstadın anısını canlı tutmak için en büyük gayreti o göstermiştir.

Reşid Rıza, Suriye’de Kalemun köyünde dünyaya geldi. Ülkesinin okullarında takip edilen eğitim metotları doğrultusunda İslami eğitimini tamamladıktan sonra, dini ve edebi çalışmalara yönelmişti. Başlangıçta kendini tasavvufa vermişti. Fakat Abduh ve Afgani’nin çıkartmakta olduğu el-Urvet el-Vuska onu büyük ölçüde etkilemiş ve yeni bir yol izlemeye sevketmişti. Reşid Rıza, 1315/1897 yılında Mısır’a göç etti. Halkına ve dinine hizmet etme idealini taşıyan Reşid Rıza, Suriye’deki şartların gerçekleşmesine izin vermediği bu amacını Mısır’da gerçekleştirebileceğini umuyordu. “Felsefi ve şahsi gayret göstermek suretiyle dine hizmette kusursuz hale gelebilmek için Cemaleddin’e katılmaya karar vermiştim. Afgani öldüğü zaman, onu yıkan şeyin Abdülhamit’in siyaseti olduğu ortaya çıkınca Osmanlı İmparatorluğu’nda nefes almakta zorluk çektiğimi hissetim ve düşünce özgürlüğü olduğu kanaatiyle Mısır’a gitmeye karar verdim. Elde etmeyi en çok umduğum şey, Muhammed Abduh’un bu ülkede gerçekleştirmiş olduğu ıslahatların ruhundan, tecrübesinden ve hikmetinden istifade etmekti.”Reşid Rıza, Tarih’inde böyle yazmaktadır.

Reşid Rıza, Kahire’ye varır varmaz. Muhammed Abduh’la temas kurdu. Kendi deyimiyle Üstad’ı bir gölge gibi izledi. 1898 Martında İslam’ın ruhuna yabancı adet ve uygulamaları eleştirmek, dini inançlara sonradan sokulmuş yeniliklerin yanlışlıklarını ortaya koymak, ayrıca eğitim metotları ve ders kitaplarının yeniden düzenlenerek iyileştirilmesi ve öğrenime karşı istek uyandırmayı da amaçlayan el-Menar dergisini yayınlamaya başladı.

Üstad’ın yolunu izleyen Reşid Rıza, etkili bir ıslahat gerçekleştirmek isteyen kişinin, bunu ancak her devir ve her ülkede insanların çıkarlarıyla uyum içinde olan kitap ve sünnetin talimatlarına uymak suretiyle gerçekleştirebileceğini söylemekten geri durmamıştır. Reşid Rıza, el-Menar’ın yayına başladığı günden itibaren, Müslümanların ne itikadi konularda ne de ibadetle ilgili konularda belli bir imamı taklit etmek zorunda olmadıklarını usanmadan tekrar etti.

Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ilerleyen Reşid Rıza, Mısırlı Üstad’ın liberal modernizmini sürdüyordu. Bununla birlikte, Laoust’a göre, giderek artmakta olan Avrupa etkisine karşı duyduğu tepki yüzünden “zamanla muhafazakârlaştı”.

Reşid Rıza’nın Üstad’ın çizgisinden uzak düştüğü başka konular da vardır. Muhammed Abduh, Lord Cromer’den (Mısır, 1906) iktibas ediyoruz, “gerçek bir Mısır milliyetçisi” idi. Yani, Mısır’da milli ruhun uyanışında Üstad’ın rol oynadığı su götürmez bir gerçektir. Reşid Rıza ise pan-İslamizmin coşkulu bir savunucusu ve bir anti-nasyonalistti( milliyetçilik muhalifi) Milliyetçiliği İslam’a tamamıyla yabancı bir unsur olarak görüyordu. Mısır edebiyatında seküler eğilimin yaygınlık kazanmasına tepki gösterir, Taha Hüseyin’in İslam-öncesi edebiyat ve Ali Abdurrazık’ın halifelik konusunda ileri sürmüş olduğu yaygın inanışlara ters düşen tezlerini şiddetle eleştirirken farkında olmadan Üstad’ın çizgisinden uzaklaşıyordu. Bununla birlikte, Reşid Rıza’nın muhafazakâr modernizmi, bugün, Muhammed Abduh’un düşünceleriyle uyum içinde olan batı kaynaklı seküler bir modernizme yerini bırakmış bulunmaktadır.

3.Felsefi Ekol: Mustafa Abdurrazık: - Ezher’den 1326/1908 yılında yirmi üç yaşındayken mezun olan Mustafa Abdurrazık, öğrenimine Fransa’da devam etti. Ek olarak Emile Durkheim’ın sosyoloji derslerine de katılmış olduğu Sorbonne’a bir müddet devam ettikten sonra, Arap edebiyatı ve İslam hukuku derslerine de devam etmek suretiyle Lyons Üniversitesi’nde öğrenimini tamamladı.

Mısır’a döndüğü zaman Ezher Üniversitesi genel sekreteri olan Abdurrazık, bu üniversitenin Muhammed Abduh çizgisinde gelişmesinde aktif rol aldı. Şeriat mahkemeleri müfettişliğini sürdürürken, aynı zamanda, bazı Mısırlı ve yabancı kişilerin de yardımıyla, ihtiyaca cevap verebilecek büyüklükte bir üniversitenin kurulması için çalıştı ve kültürel konularda Birinci Dünya Savaşı süresince bir dizi konferans verdi. Şeyh Abdurrazık, Muhammed Abduh üzerine de bir dizi konferans vermiştir.

Mısır Üniversitesi resmi olarak açıldığında bu üniversitede öğretmenlik yapması için davet alan Abdurrazık, üniversitenin ilk İslam profesörü oldu. Edebiyat Fakültesinde vermiş olduğu ve sonraları “Prolegomena to the Study of İslamic Philosophy” (İslam Felsefesi İncelemelerine Giriş) mütevazi başlığıyla yayınlanan derslerinde belli başlı Müslüman düşünce ekollerini ayrıntılı bir şekilde inceledi. Temel sorunların değişik cephelerine ışık tutarken, İslam düşüncesinin orijinal olmadığını ileri süren oryantalistlerin saldırılarını da sakin ve serinkanlı bir şekilde karşıladı. Dört unsur kavramını Yunan düşüncesinden almış olmalarına karşın Müslümanların kültürleri ve metotları kendilerine hastır. Gerçek İslam düşüncesi, Farabi ve İbn Sina’nın felsefeleri yerine Müslüman hukuk sisteminin kuralları ve kelamı nazariyelerde aranmalıdır.

Mustafa Abdurrazık, Kahire ve Ezher üniversitelerindeki çalışmalarının yanında, Mısır Enstitüsü’nde ve Mısır Akademisi’nin Arap Dili’nde de görev yapmaktaydı. Uzun bir süre Evkaf Bakanı olarak görev yapan Mustafa Abdurrazık, Millet Meclisi’nde Dini Kurumlar ve Evkaf Komisyonu’nun başkanlığını da yapmıştı. Abdurrazık, 1368/1945 yılında Mısır Felsefe Cemiyeti’nin fahri başkanlığına seçilmişti. Şeyh el-Meragi’nin ardından Ezher Üniversitesi rektörü olarak meslek hayatının en yüksek noktasına ulaştı. Müstesna bir mevki olan Şeyhülislamlık makamında girişken ve ileriyi gören biri olduğunu kanıtladı. Ezher‘de yabancı dil öğrenimini başlattı; dış ülkelerde eğitim görmeyi teşvik etti; üniversitede verecekleri dil derslerine hazırlanmaları için Ezher Üniversitesi asistanlarını Fransa ve İngiltere’ye yolladı; Uganda’ya Müslüman misyonerler gönderdi; son olarak da, İslam’ın mukaddes beldelerinde incelemeler yapmaları için araştırma görevlilerinden oluşan bir ekibi Hicaz’a gönderdi.

Şeyh Abdurrazık, İslam felsefesi üzerine birçok eser kaleme aldı. Kendi felsefesi, Cömertlik, hoşgörü ve insan sevgisi ile diğergamlık ve erdem üzerine kurulu bir felsefeydi. İnsan düşüncesinin ortaya çıkmaya başlamasından bu yana büyük bir felsefenin var olduğunu ve tarihi olayların değişimini sağlayan şeyin bu felsefe olduğunu söylüyordu: bu, sadece kendisi için değil, başkaları için de yaşama felsefesi, evrenin temel karakteri olan cömertlik ve sevgiyi yüreklerinde taşıyanların felsefesi; kahramanlık felsefesiydi. İlk olarak doğulu peygamberler tarafından pratiğe geçirilmiş olan bu felsefe, daha sonra, Sokrates’ten Platon ve Aristo’ya, Aristo’dan Stoacılara ve Plotinus’a, Plotinus’tan Farabi ve Descartes’a, Descartes’ten Kant ve Gandhi’ye doğru uzanan halkların oluşturduğu zincirdeki filozoflar tarafından yayılmıştır. Bu filozoflar, çoğu dinin esasına çok az eğilerek, bir kısmı da tefekkür etmek suretiyle dinde derinleşerek sevmeyi, devamlı vermek şeklinde bir erdem olarak gören bir felsefeye, cömertlik felsefesine ulaşmış ve bunu pratiğe dökmüşlerdir.

Mustafa Abdurrazık, bu sevginin hepimizin mayasında var olduğuna, sonradan edinilmediğine, fıtri olduğuna, onun yerini kaplamış olan bencillik ve ihtirasımızın oluşturduğu engeli yok ettiğimizde bu sevginin çiçekleneceğine de inanıyordu. Bütün büyük filozoflar da dahil olmak üzere hepimiz aynı bütünün parçalarıyız demişti Abdurrazık, parçanın görevi bütünün yararına çalışmaktır ve bizim parçaları olduğumuz bütün tüm insanlıktır. Eğitimimizin kendimizde var olan bu potansiyellerin farkına varmamızı ve aynı büyük ailenin üyeleri olduğumuzun şuuruna ermemizi sağlayacak tamamıyla liberal bir eğitim olmasını arzuluyordu. Aynı şekilde, toplumsal kötülükleri ortadan kaldırmanın hemcinslerimize olan sevgimizi güçlendirecek bir ahlak ıslahatıyla mümkün olacağını söylemektedir. Toplumsal uyum ve dayanışma bu şekilde gerçekleşecektir.

Bu felsefe o kadar kalbe dayalı bir felsefedir ki, kişinin, hikmet ehli kişilerde var olan çelebiliği elde etmesini gerektirir. Amelin devamlılığında duyguların istikrarsızlığını ortadan kaldırıcı bir hikmetin var olduğunu gören Abdurrazık, salık verdiği şeyleri alışkanlık haline getirdi. Muhammed Abduh, sadakatini Üstad’ın yolunu takip ederek gösterecek olan öğrencisi Abdurrazık’ta bu meziyetlerin var olduğunu görmüştü. Mustafa Abdurrazık, Abduh hakkında yazılar yazmak ve onun Tevhid Risalesi adlı kitabını Fransızcaya çevirmek, yanında, öğrencilerinde Muhammed Abduh’un doktrinini öğrenmeye daha fazla merak uyandırmasını da sağlamıştı. Islahatçı Abduh tarafından yakılmış olan ateşin sönmemesi için elinden geleni yapmıştı.

Bibliyografya

Muhammed Abduh, Risalet el-Varidat, Kahire, 1874; Haşiye ala Şerh el- Akaid el-Adudiyye, 1876; Risalet el- Tevhid, Kahire,1897; Şerh Kitab el-Besa’ir el-Nasıriyye fi İlm el-Mantık, Kahire, 1898; Takrir fi Islah el-Mehakim el-Şeria Kahire, 190; el-İslam ve’l-Nasraniyye ma el-İlm ve’l-Medeniyye, Kahire, 1902, Tefsir Suret el-Asr, Kahire, 1903; Tefsir Suret el-Fatiha Kahire, 1905; Tefsir Cüz Amme, Kahire, 1904; Tarih el-Üstad el-İmam, 2 cilt, Kahire, 1908; c.1, c.2, 1931;( Abduh’un makale ve denemelerini ihtiva eder).

Max Horten, “Mohammed Abduh, sein Leben und seine theologisch-philosophische Gedankenmelt”, Beitrage cur Kenntnis des Orients, c.13. ve 14. Halle 1916; Goldziher, Richtungen der İslamischen Koranauslegung, Leiden, 1920; Bernard Nichel ve Şeyh Mustafa Abdurrazık, Cherich Mohammed Abdou, Rissalat al- Tavhid, Paris, 1925; Ahmed el-Şayeb, Muhammed Abduh, İskenderiye, 1929; Charles Adams, Islam and Modernism in Egypt, Londra, 1933; J.Schact, “Muhammed Abduh”, Enecylepodia of İslam, c.3; Muhammed el-Bahay, Muhammed Abduh-Erziehungsmethode zum National bewussein, Hamburg, 1936; el-Fakir el-İslami, Kahire, 1957; Osman Emin, Muhammed Abduh, Essai sur Ses ides philosophiques et religiuses, Kahire 1955; Mustafa Abdurrazık, Muhammed Abduh, Kahire, 1946; Temhid bi Tarih el-Felsefe el-Şİslamiyye, Kahire, 1944, el-İmam el-Şafi Kahire, 1945; Feylusuf el-Arab ve’lMualim el-Sani, Kahire 1945; elDin ve Vahy ve l’İslam, Kahire 1945; Min asar Mustafa Abdurrazık( Ali Abdurrazık’ın girişiyle, fakat ölümünden sonra yayınlanmış denemeler derlemesi) Kahire, 1957; Kadri Kal’acı Muhammed Abduh Batal el-Serve el-Fikriyye fil-İslam, Beyrut 1948; Ali Sami el-Neşşar, Nüzhet el-Fikir el-İslami, Kahire, 1954; Kasım Emin, Tahrir el-Mer’a, Kahire, 1902; Les Egyptiens, Kahire, 1894; el-Merat el-Cedide, Kahire, 1904; Ahmed Haki, Kasım Emin, Kahire, 1956; Laoust, L’evolution de la Conditon sociale de la femme musulmane en Egypte, et en Afrique Francaisse, No,3, 1935; Le Califat dans la Doctrine de Rashid Rida, Beyrut,1938; Jomier, Le Commenteaire Coranque du Manar, Paris, 1954; Reşid Rıza, el-Hilafe, Kahire 1922; el-Menar (aylık dergi), Kahire, 1898; Tefsir el-Menar, Kahire, 1900.

Kaynak: İslam Düşüncesi Tarihi 4. Cilt M.M. Şerif

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer