- 24-07-2014
- 0 yorum
- 3307 okunma
Uyanış Öncesi:
Uyanış kavramı insan zihnine hemen onun zıddı olan uyku kavramını çağırmaktadır. Uyanışı, çelişkisi içinde kavrayabilmek için, uyku dönemini kısaca tasvir ve tahlil etmek gerekir. İslâm dünyasının uyku dönemi için genellikle benimsenen ve tekrarlanan şu tasviri göz önüne alabiliriz: İslâm dini Hz. Peygamber (sav) ve Râşid Halifeler (Hz. Hasan'a kadar) çağında sosyal düzen ve teşkilât bakımından değilse de bunlara da temel teşkil edecek olan mânevî değerler sistemi olarak tamamlanmış, gelişmiş ve yayılmıştır. Emevî ve Abbasîlerin hâkim olduğu yüzyıllarda ise Müslümanlar siyasî sahaya olduğu gibi ilim ve sanat sahasına da gerekli önemi vererek büyük medeniyet kurdular. Abbasîlerin sonuna doğru başlayan Haçlı Seferleri ve Moğol istilâsı İslâm dünyasını derinden sarstı ve zayıflattı. Selçuklu ve Osmanlıların hâkimiyeti, çöküşü önleyerek siyâsî varlığı korudu; ancak on altıncı yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında önce duraklama, sonra gerileme şeklinde kendini gösteren vâkıa önlenemedi. Osmanlı Devleti'nin dağılması ile İslâm dünyasının esâret hayatı başladı.2 On altıncı yüzyıldan itibaren gelişen durumu hafiften ağıra seyreden uyku olarak isimlendirirsek, on dokuzuncu asırdan itibaren başlayıp gelişen esarete karşı savaşa da uyanış diyebiliriz.
Uyku döneminin yukarıdaki tasviri, sebeplerden ziyade sonuçları ihtivâ etmektedir. Sebepler bahsinde "dinden uzaklaşma, tasavvuf, Moğol istilâsı, medreseler, saltanat..." üzerinde durulmuştur. İlk devirde Müslümanların dine bağlılıklarını, ters düştükleri cahiliyye inanç ve kurumlarının olumsuzluğuna, Hz. Peygamber'in (sav) fevkalâde tesir gücüne ve örnekliğine, yenilik ve tazelik heyecanına bağlamak daha doğru olabilir. Duraklama ve gerileme dönemlerinde dine bağlılık zayıflamışsa, bunu sebep olarak değil, sonuç olarak görmek gerekir. Ayrıca bağlılık ve din kavramları da aydınlığa kavuşturulmalıdır. İnsanlar genellikle korku ve sıkıntı zamanlarında dine daha fazla sarılırlar; uyku döneminde de bu böyle olmuştur, ancak sarıldıkları din ve dindarlık vasıfları ilk İslâm çağınınkinden farklıdır. Din anlayışına donukluk gelmiş, dine bidat ve hurafeler karışmıştır. Dindarlık bölünmüş, ferdî ve manevî hayata yönelmiştir.
Resûlullah'ın (sav) derûnî ve manevi hayatını, Allah ile olan sırrî kulluk ilişkisini temsil eden tasavvuf, bir zühd (dünyevî ve maddî menfaatten yüz çevirme) ve ahlâkî dinamizm olarak başlamış, ancak zamanla cezbe tarafı ve çoğu kez sünnî prensiplerle çatışan bilgi ve inanç manzumesi hâkim hale gelmiştir. Sûfilik hareketi kontrolsüz bir şahsî yoruma açık bulunmaktadır. Sûfilik, kendilerinde fevkalâde güçler bulunduğunu iddia eden veya böyle olduklarına inanılan ve tenkid dışı tutulan şahıslar (şeyhler) etrafında gelişen bir harekettir. Tasavvuf akıl üstüdür. Medrese ise şeriat otoritesine dayanmakta ve rasyonel bir doktrini temsil etmektedir. Sûfi hareketinin -samimi önderler elinde dahi- ferdî, içe dönük ve sosyal planda pasif bir yol takip etmesi uyku dönemini hazırlayan sebepler arasında görülebilir. Kelâmın ilham ve kerâmeti kabullenmesi, İbn Teymiyye gibi önemli selefiyye temsilcilerinin keşfi kabul etmeleri tasavvuf ile kelâm arasında bir yakınlaşma sağlamış olmakla beraber, tasavvufun zengin duygu dünyasını ve itici gücünü de içine almak üzere kendini yenilemesi hâlâ beklenmektedir.3
Moğol istilasının hemen arkasından istilâcılar İslâm medeniyetinin içinde erimişler, ilim ve imar faaliyeti yeniden başlamıştır. Oldukça karmaşık sebeplerle İslâm medeniyetinin hamle gücünü kaybetmesi ile mezkûr istilâ aynı zamanda vâki olmuş; istilânın tesiri, ilim ve sanat faaliyetinin sınırlarının daralması, umûmî bir bıkkınlık ve ümitsizlik şeklinde kendini göstermiştir.
Durgunluk ve gerilemenin âmilleri arasında medreselere fazla yüklenilmiştir. Aslında medreselerdeki gerileme, İslâm medeniyetindeki durgunluğu takip etmiş, ondan sonra hâsıl olmuştur. Ortaçağda Avrupa medreseleri ilmi gerçeği, tecrübe ve müşahede yerine Aristo gibi üstadların kitaplarında arayarak koyu bir skolastisizme düşmüşken, İslâm medreselerinde oldukça rasyonel bir öğretim ve eğitim yapılıyordu. Avrupa'da akıl-nakil çatışmaları sebebiyle ilmî gelişmelere kiliseden reaksiyon geldiği olmuştur; İslâm dünyasında baskı ve reaksiyon ile ilmî gelişmeye karşı çıkıldığı nadirdir ve bu da son zamanlara aittir. On altıncı yüzyıla kadar medreselerimizde dinî ilimler yanında aklî ilimlere de yer verilmiş, tıp ve matematik okutulmuştur. Avrupa'da Ortaçağ skolastisizmi on altıncı ve on yedinci asırlar arasında yenilmiş, ilim inkılâbı yapılmıştır. Bu asırlarda Kopernik, Batlamyus sistemi ile birlikte -o sistemle uygunlaşan- Hristiyan kâinat görüşünü yıkmış; O'nun ardından, gezegenlerin kanunularını ortaya koyan Kepler, mutlak zamanın ölçülmesi ve düşme ile ilgili tecrübeleriyle Aristo fiziğini tarihe karıştıran Galileo gelmiştir. İşaret etmek gerekir ki, bu ilim inkılâbının öncüleri inkılâbı plânlamış değillerdir; çoğu defa gayeleriyle netice farklı olmuş, buluşları kilise yanında üniversite adamlarının da şiddetli tepkilerini çekmiştir. Ancak Batı'da başlayan hamle gücü bu engelleri aşmış ve sonunda Ortaçağ zihniyeti tarihe ihtikâl etmiştir. Bizde ise umûmî durgunluk ve gerilemeden medreseler de nasibini almış, sonradan skolastisizme saplanmıştır. Bu çizgide medreseler dinî ilimlere özellikle fıkıh ve kelâma ağırlık vererek aklî ilimleri, faydasız olduğuna inandıkları için program dışına atmışlardır. Fıkıh (İslâm Hukuku) öğrenimi toplumun değişmesi ile ortaya çıkan meselelere çözüm getirmeye, yeni sosyal kurumlar ve kaideler bulmaya değil, eskilerin ortaya koyduklarını tekrarlamaya ve değişmez kılmaya yönelmiştir. Kelâm, VI/XII. asırdan itibaren bilhassa Fahrüddin Râzî'nin gayretleriyle mantığı benimsemiş, kendi doğmatik kelâm tezlerini felsefî metafizik ile değiştirmiş, böylece fıkıh ile rekabet etmiş ve aklî felsefenin yerini almıştır. Bu gelişme menfî olmamakla beraber kelâmî-felsefî planın muhtevası her türlü aklî düşüncenin yerini alarak kendi kendine yeter sayılmış, ileri götürücü rekabet imkânını ortadan kaldırmıştır. "Birer uzuv gibi bütün ilimleri birbirine bağlamak ve bu bilgileri de dogmatik kelâma göre ayarlamak, fikrî verimliliğin ana kaynaklarını kurutmuş ve özgün düşünce imkânını yoketmiştir.4 Denebilir ki Sünnî müslümanlığı eğitim-öğretim sahasında temsil eden medreseler, mevcudu muhafaza ve taarruzları defi' (müdafaa) konusunda başarılı olmakla beraber geleceğe hazırlık yapamamış; yeni şartlarda İslâm'ı temsil edecek, başlangıçta olduğu gibi sosyal kurumlar kuran, kaideler vazeden imamları yetişecek bir program bulup uygulamada muvaffak olamamışlardır. İlk beş halifeden sonra Emevîler hilâfeti saltanata çevirmişler; hürriyet içinde en lâyık olanı beyat ile işbaşına getirme prensibi, yerini siyasî entrikalara, baskılara, şahsî menfaat ve nüfûz temini için her vasıtayı mübah gören zihniyete bırakmıştır. Yine adına halife denilen idareciler bir müddet düzen kurup hâkim olmuşlar, ancak IV/X. asırdan itibaren gerçek iktidar onlara görünüşte bağlı olan emir ve sultanların eline geçmiştir. Askerî ve siyasî liderler gönüllü askerlerine ücret ödemek ve hazineyi doldurmak için vergi yükünü ağırlaştırmışlardır. Bu, diğer sebeplerle birlikte, tüccar ve zanaatkâr sınıfının zayıflamasına yol açmıştır. Şehir hayatı gücünü yitirip orta sınıf zayıflayınca medeniyet kurmak ve geliştirmek bir yana, mevcudu korumayı ümid etmenin bile mümkün olmadığı bilinmektedir.
Kısmen tahlil edilen tarihî sebeplerle vücuda gelen durgunluk ve gerilemenin, Osmanlı Devleti'nin sona ermesi ile esarete dönüşmesi uyanış için nihaî şok olmuştur; ancak bundan önce de önemli uyarıcılar ve bunları algılayarak uyanış teşebbüsünü temsil edenler eksik olmamıştır.
Uyanış:
A - Siyasî Görünüm :
On dokuzuncu yüzyılda sanayileşmiş Avrupa ile sanayileşme yolunda olan Rusya'nın gözü kendi sınırları dışında kalan ülkelerde idi; bunlar ise Müslümanların elinde bulunuyordu. İslâm dünyasında Osmanlı ve İran'da başka müstakil devlet yoktu. İngiltere Hindistan'ı ele geçirmiş, Uzakdoğu hâkimiyetini tamamlamak üzere Afganistan'dan Mısır'a kadar birçok ülke üzerinde faaliyete girişmişti. Fransa, Kuzey Afrika ülkelerine yönelmişti. Rusya, Ortodoksların yaşadığı yerler ile kendisini Akdeniz'e ulaştıran Boğazlar'ı yahut Basra Körfezi'ne ulaştıran İran'ı istiyordu. Osmanlılar, on sekizinci asır sonlarına kadar ülkeye ve İslâm'a yönelen bütün düşmanca emelleri önlemiş, İslâm vatanını korumuştu; ancak hemen bütün cephelerde kendini gösteren geri kalmışlık Osmanlı'yı modern güçlere karşı koyamaz hale getirdi. III. Selim devrinden itibaren teşebbüs edilen yenilik hareketleri, Avrupa'daki modern gelişmelerin temeline ve kökenine değil, dış görünüşe ve sonuçlara yöneldiği için başarılı olamamış, yenilgi yenilgiyi takip etmişti. Müslümanların tek müstakil devleti Berlin Kongresi'nden itibaren yavaş yavaş paylaşılırken, diğer İslâm toprakları da birer birer sömürge haline geliyordu.
B - Tepkiler :
Batı'nın sömürgelerinde kendi hâkimiyet ve değerlerini zorla kabul ettirme faaliyeti karşısında üç temayül görülmektedir: a) Kendini yenilemeksizin Batılı her şeye karşı düşmanca direniş, b) Kendini hor, yabancıyı üstün görme eğilimi, c) Millî bir sentez: Kendine güven ve modernleşme eğilimi.5 Başlangıçta sıradan âlimlerde ve halkta genellikle birinci temayül; bilgi, iman ve şuurda İslâmî yanı zayıf aydınlarda ikici meyil; ıslâhatçı, ihyacı, modernist, müceddid gibi kelimelerle (aralarında nüanslar vardır) ifade edilen zümrede ise üçüncü eğilim temsil edilmiştir. Zamanla birinci ve ikinci zümreden üçüncüye katılmalar olduğu gibi, aydınların tavır ve temayül değiştirdikleri de görülmüştür. Çünkü İslâm ülkelerinde aydınların kendilerini inkâr ederek bütünüyle Batı medeniyetine yöneldikleri 20. asırda Batı kendi medeniyetinden şüpheye düşmüş, Batılı aydınlar Medeniyetlerinin geleceği üzerine ciddî endişeler ileri sürmeye başlamışlardı. İslâm ülkelerinde de aydınlar Batı'yı taklid yolunda aradıklarını bulamayınca kurtuluşu sosyalizm, İslâm gibi başka sistemlerde aramaya yöneleceklerdir.
C - Öncüler :
Uyanışın öncüleri bu yazının asıl konusudur ve öncüden maksat yenileşmeyi ve gelişmeyi İslâmî temele dayandıran, çözümü gene İslâm'da arayan siyaset, ideoloji ve hareket adamıdır. Öncüleri, Muhammed bin Abdulvahhab'dan Cezayirli Abdulhamid bin Bâdis'e kadar önemli saydığımız örneklerle sınırlıyoruz. Islâhatçıları Cemaleddin Efganî'ye kadar modernizm öncesi, bundan sonra modernistler diye iki gruba ayıranlar olmuştur.6 Bu ayırım Müslümanların on dokuzuncu asırdan itibaren Batı tesirine girmelerini, bu tesir karşısındaki tavır ve mücadeleyi esas almaktadır. Biz modernizm öncesi ve sonrası ıslâhat hareketlerinin "batıl inançların ve cehaletin yokedilmesi, sûfuliğin ıslâhı, ahlâkın yüceltilmesi, dinin esaslarına (Kitap ve Sünnet'e) dönüş, cihad" gibi ortak vasıflarını baz olarak aldığımız için sözü geçen ayrımdan yürümeyecek, kronolojik sırayı takip edeceğiz.
1. Şah Veliyullah Ahmed b. Abdurrahim (v. 1763) :
Hindistan'da İslâm'ın yeniden düşünülüp yorumlanması, bünyenin yabancı unsurlardan temizlenmesi, İslâm ilim ve medeniyetinin kuruluş çağındaki usûle dönülmesi ve müesseselerin çağın ihtiyaçlarına göre yeniden kurulması hareketinin en önemli siması Delh bölgesinden Şah Veliyyullah'tır. O hemen tamamı orijinal eserleriyle, dersleri ve ıslâhata yönelik faaliyletileri ile hem çağında, hem de günümüze dek süren zaman içerisinde müessir olmluştur. İctihad kapısının açılması, mezheb taassubunun terkedilmesi,7 siyasî organizasyonun Râşid Halifeler devrindeki esaslara dayanması8 O'nun müstakil kitaplara konu ettiği meseleleridir. Huccetullahi'l-bâliğa isimli eserlerinde önce, kendine has bir metod ve uslûp ile İslâm'ın metafiziğini, dünya görüşünü, sosyo-ekonomik sistemini "kelâm ile tasavvufun bilgi teorisini meczederek" anlatmış, sonra çeşitli konulara ait hâdiselerin hikmetini, sırrını (arkasındaki gerçeği, fert ve topluma faydalarını) açıklamıştır.
Şah Veliyyullah'ın tesiri öğrencileri ve özellikle büyük oğlu Abdülaziz vasıtasıyla on dokuzuncu yüzyılın başlarında Hindistan'da yayıldı. O'nun ıslâhat hareketinde "tasfiyecilik, Kitap ve Sünnet'e dönme, ahlâkı takviye, cihad" gibi -diğerlerinde de bulunan- özellikler yanında Sünnî prensiplerle ters düşmeyen bir tasavvuf anlayışı ve temayülü dikkat çekmektedir. O'nun yolunda yürüyenlerden Seyyid Ahmed, ıslâhatı bir cihad hareketine dönüştürdü, ordu teşkil etti, kendisi Şah İsmail ile beraber Sihlere karşı savaşırken şehit düştü (1831); ancak taraftarlarının Sihlere ve özellikle İngilizlere karşı savaşları 1890'lara kadar sürmüştür. Yine Veliyullah ekolüne bağlı âlimler 1876'da Deoband'da bir okul kurdular. Okulun iki gayesi vardı: a) Islâhatçı din bilginleri yetiştirmek, b) Hindistan'ı İngilizlerden kurtarmak. Bhopal Devleti Begümü'nün kocası Sıddık Hasen Han (v. 1889), İbn Teymiyye ve Yemenli Şevkânî yanında Şah Veliyullah'ın tesiri altında kalmış, eserleri ve dersleri ile tasfiyecilik ve esasa dönüş hareketini temsil etmiştir.9
2. Muhammed b. Abdulvahhab (v. 1792) :
Genç yaşında İran ve Irak'ta bulunan, dinî ilimlerden başka felsefe dersleri alan ve tasavvufa intisab eden Muhammed, sonradan İbn Teymiyye'nin tesirinde kaldı; O'nun gibi bu da, vahdet-i vücud'u esas alan İbn Arabî tasavvufunu reddetti; halkın tasavvuf büyüklerine ve bunların kabirlerine karşı gösterdikleri büyük alâkaya ve şirk derecesine varan davranışlara şiddetle karşı çıktı; taklidi reddederek ictihad yapılmasını, Kitap ve Sünnet'e dönülmesini, bidat ve hurafelerden uzak durulmasını istedi. Halkın selef anlayış ve uygulayışındaki İslâm'a ters düşen davranışlarını, bunlardan menfâatlenen şeyhlerin ve din adamlarının inkâr etmemesinden, bunlara karşı çıkmamalarından şikayet etti.
İbn Abdulvahhâb ıslâhât hareketi için Arabistan yarımadasını, onun da gözden ırak bir mıntıkasını seçmişti. Gerçekleşebilmek için ıslahâtın siyasi bir desteğe ihtiyacı olduğunu hissederek Der'iyye Emîrî Muhammed b. Suûd ile temas kurdu, ona fikirlerini açtı, ikna etti ve tam desteğini kazandı. 1792 yılında vefat ettiği zaman -İbn Suûd da 33 yıl önce ölmüştü- ıslâhât Yarımada'da tutulmuş ve yayılmış bulunuyordu. Emîr'in oğlu Abdülaziz ve torunu Suûd zamanlarında yeni cereyan Yarımadanın dışına taştı. Osmanlı'ya meydan okudu, Irak, Suriye ve Haremeyn'e girildi. 1801 yılında Kerbelâ'ya hücum eden Vehhabîler, Hz. Hüseyin'in kabri dahil, bütün mukaddes bilinen makamları yerle bir ettiler. Osmanlı Devleti hareketin hem siyasî hem de fikrî yönden kendilerine ters düştüğünü, tehlikeli gelişmeler gösterdiğini görerek Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'yı tenkil ile görevlendirdi ve ayrıca kesif bir aleyhte propagandaya girişti. Mehmed Ali Paşa, Vehhabî kuvvetlerini yendi ve Yarımadanın içlerine sürdü, bu şekilde yeni hareketin devletleşmesi yüz yıl gecikmiş oldu; ancak bu esnada hareket propaganda ve davet faaliyetine devam ederek gelişme ve genişlemesini sürdürdü. Bilâhere "Vehhâbilik" diye adlandırılan hareket, halk sûfiliğinin en önemli faktör haline geldiği bir sırada, İslâm ümmetinin tedricen içine düştüğü ahlâkî çöküntüye bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Vehhâbiliğin ilk müsamahasız ve dar görüşlü günleri geride kaldıktan sonra da bu ahlâkî sâik onun mirası olarak devam etti. Modernistler, açılan yoldan ilerleyerek onun muhafazakâr ve lafza bağlı tutumunu aşmanın dinî metinleri daha serbest bir şekilde yorumlamanın yolunu buldular. Vehhâbilik sedece kurucusunun başlattığı hareket için bir ad değil, İslâm dünyasında dinin, yozlaştırıcı düşünce ve tutumlardan ayıklanmasını savunmanın ve din üzerinde bağımsız (ictihada dayalı) hükümler verme, yorumlar yapma faaliyetinin genel adı olmuştur.10
3. Muhammed b. Ali Şevkânî (v. 1834) :
Yemen'in başşehri San'a'nın yakınında dünyaya gelen Şevkânî, kendi ülkesinde babasından, Zeydiyye mezhebine mensûb âlimler ile müstakil ictihad geleneğini sürdüren ve talebelerine ictihad terbiyesi veren hocalardan okumuş, genç yaşında ictihad derecesine ulaşmış, itikâdî sahada da Zeydîliği reddederek selefî bir yol tutmuştur. Şevkânî, Muhammed bin Abdulvehhâb ile temas kurmadığı halde, onunkine benzer fikirlere ve ıslahât programına sahiptir; ondan farklı olarak kendisi İbn Teymiyye'den beri gelişmekte olan yeni tasavvuf cereyanına da mensûb sayılabilir. Bu tasavvuf anlayışı, Sünnî İslâm'ın sınırlarını zorlayan tevilci, cezbeci, keşifci tasavvuf yerine Resûlullah'ın ruhânî hayatını örnek alan, ahlâka ağırlık veren, Sünnî prensiplerle çatışmayan bir muhtevâya sahiptir. Şevkânî "benim bir dostuma (veli) düşmanlık edene savaş ilân ederim..." diye başlayan kudsî hadîsin şerhi için yazdığı bir eserde bu tasavvuf anlayışını savunmuş, vahdet-i vücûdçu tasavvufu reddetmiş, keşif, kerâmet ve ilhamı Sünnî prensipler içinde benimsemiştir. Bu eserinde ve İrşadu'l-fühul, el-kavlu'l-müfîd, Neylu'l-evtâr, el-Bedru't-tali'11 gibi eserlerinde taklîdi reddetmiş, ictihâd etmiş, bidat ve hurafenin karşısında olumuştur. Fethu'l-Kadir isimli tefsirinde Kur'an-ı Kerîm'i önce Sünnet ve sahâbe anlayışından hareketle, sonra da dil, örf-âdet ve akıl prensiplerine göre yorumlamış, sıfat âyetlerinde selefî bir üslûp kullanılmıştır. 34 yaşından vefâtına kadar Yemen'de kadı ve vezir olarak da vazife yapan Şevkânî oğulları, talebeleri ve özellikle eserleri vasıtasıyla tesirini Hindistan'dan Ortadoğu'ya yaymış ve günümüze kadar devam ettirmiştir.
4. Muhammed b. Alî es-Senûsî (v. 1859) :
Yeni tasavvuf veya ıslâh edilmiş sûfiliği benimseyen, ictihad üzerinde ısrar eden, Faslı Ahmed bin İdrîs'in talebesi Cezayirli Muhammed bin Alî es-Senûsî Mekke'de Senûsî tarikatını kurdu. Onun tasavvuf anlayışı, icma konusundaki düşüncesi, ictihadı teşvik etmesi ve bizzat müctehid olduğunu ifade etmesi12 Mekke'de muhalif bir cephenin oluşması sonucunu doğurdu ve 1843 yılında Mekke'den ayrılmak zorunda bırakıldı. Kuzey Batı Afrika'ya geçen Senûsî daha ziyade Libya çölünde kurduğu zaviyelerde tâbîlerine tarikat disiplini içinde İslâm esaslarını öğretiyor, zikir yanında cihâd, zirâat ve zanâat bilgisi veriyor, eğitim yaptırıyordu. Bu zaviyelerde yetişen mürîdleri Afrika'da İslâm'ı yayarak Hristiyan misyonerler karşısında en güçlü engeli teşkil ettikleri gibi Kuzey Afrika'da huzuru ve kısmen birliği sağlamışlar, önce Fransızlara, sonra Osmanlıların müttefiki olarak İtalyanlara karşı savaşıp, Mısır'da da İngilizlere karşı direniş hareketine katılmışlardır. Senûsîlik ıslâh edilmiş tasavvuf disiplini ve şevki içinde ahlâka ve hareketliliğe ağırlık veren, dünyadan el-etek çekme yerine İslâm'ın eşitlik ve kardeşlik anlayışına dayalı sosyal adalet ve kalkınma tedbirleri getiren bir tarikat olarak "Müslüman Kardeşler" hareketine kadar -kendi nevinden- birçok harekete örnek olmuştur. Bizde Şehbenderzâde Ahmet Hilmi Bey, hem Senûsîlik konusundaki eseri, hem de A'mâk-ı Hayâl isimli tasavvufî romanının sosyal ıslâhâta yönelik kısımları ile bu tesiri temsil etmiştir. Senûsî'nin maksadı önce Afrika'da, sonra da bütün İslâm dünyasında birliği sağlamak (panislamizm), müslümanları tek halifenin idaresinde toplamaktı. Bu maksad, Osmanlı siyasetine de uygun düştüğü için -bazı Batılı yazarların iddialarının aksine- Osmanlılara bağlı kalmış, onları desteklemişti.13
5. Cemâleddin Efgânî (v.1897) :
İslâm dünyasının uyanması, esaretten kurtulması, bir yönetimde birleşmesi ve modernleşmesi konusunda muhtemelen en büyük tesir Cemâleddin Efgânî'ye aittir. Efgânî'nin İranlı bir Şiî aileden mi, yoksa Afganistanlı Sünnî bir aileden mi geldiği konusunda karşılıklı iddialar mevcuttur; vesikalar ikinci iddianın daha doğru olduğunu göstermektedir.14 1832'de Kabil yakınlarında dünyaya gelen Efgânî, Hz. Hüseyin soyundan inen asil bir aileye mensuptur. Sekiz yaşında iken ailesi Kabil'de ikâmete mecbûr edildiği için tahsilini orada yapmış; Arapça, dinî ilimler, tasavvuf, tarih ve askerlik bilgisi almıştır. İlmini, görgü ve tecrübesini geliştirmek için bir yıldan fazla Hindistan'da bir yıl Hicaz'da dolaşmış, İran'da bulunmuş sonra tekrar memleketine dönmüş, iç savaşta Muhammed A'zam'ın tarafını tutmuş, onun iktidarı elde etmesi üzerine 27 yaşında iken veziri olmuştur. İngilizlerin desteğini kazanan Şir Ali'nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra yeniden Hindistan'a geçmiş, burada Müslümanları İngiliz politikasının aleyhine şuurlandırma faaliyetine girişmiş; İngilizler kendisini ülkeyi terke zorladıkları zaman şu meşhur sözü söylemiştir: "Hakk'ın kudretine yemin ederim ki ey Hindistanlılar, sizler -ki yüzlerce milyonsunuz- eğer sinek olabilseydiniz, vızıltınız Büyük Britanya'nın kulaklarını sağır ederdi!"
Hindistan'dan sonra 1870'de Türkiye'ye gelmiş, Sultan Abdulaziz'in iltifatına mazhar ve altı ay sora meclis-i maârif azası olmuş, maârifi ıslâha teşebbüs etmesi sebebiyle şeyhülislâm ile ters düşmüş ve bir bahane ile Türkiye'den uzaklaştırılmış; Mısır'da sekiz yıl kalmış, husûsî ders ve sohbetlerinde önce çevre ile ilgilenip sora siyasî irşad ve yönlendirme faaliyetlerinde bulunmuş, 1879'da Hidiv Tevfik'in emri ile Mısır'dan çıkarılmış ve Hindistan'a gitmiş, burada meşhur er-Reddu ale'd-dehriyyin (Tabiatçılığa Reddiye) risâlesini yazmıştır. Yine İngilizlerin zorlaması ile Hindistan'ı terkederek kısa bir müddet Londra'da bulunmuş, sonra Paris'e gelerek burada Muhammed Abduh ile beraber 1884'te el-Urvetu'l-vuskâ isimli dergiyi çıkarıp, şubelerini yaydıkları bir gizli cemiyet vasıtasıyla İslâm dünyasına dağıtmaya çalışmışlardır. Derginin ve cemiyetin gayesi, ilk sayıda ifade edilmiştir: a) Şarklılara ihmal ettikleri vazifelerini anlatmak, geçmişi telâfi etmelerini sağlamak, b) Ümitsizlik ile mücadele etmek, c) Müslümanları selefin dayandığı esaslara çağırmak, d) Doğulu ve Müslümanlar aleyhindeki ithamları ve özellikle Müslümanların dinlerine sarıldıkça medeni olamayacakları iddiasını reddetmek, e) Müslümanları umûmî ve husûsî siyasî konularda bilgi sahibi kılmak, f) İslâm birliğini teşvik etmek, müslümanlar arasındaki bağı güçlendirmek...
Efgânî, sömürgecilerin tazyiki sonunda dergiyi durdurduktan sonra kendi çizgisindeki irşad ve politikayı yürütmek üzere Rusya, Almanya, İran, İngiltere gibi ülkelere gitmiş, buralarda önemli faaliyetlerde bulunmuş, İran Şahı'nın ricası üzerine Abdülhamid'in davetine icabetle tekrar Türkiye'ye gelerek burada "altın kafes" içinde ömrünü tamamlamış ve 1897'de vefat etmiştir. Efgânî'nin fikrî ve siyasî hayatını ve bu arada benimsediği ıslâhât esaslarını üç merhalede özetlemek mümkündür:
a) Doğumundan 1869'da vatanını terk etmek mecburiyetinde kalmasına kadar devam eden birinci merhalede tahsilini yapmış, seyahat ve vezirliğe kadar resmî vazifelerle tecrübe kazanmış, olgunlaşmıştır. Bu dönemde şahsî ve fikrî yapısını şekillendiren önemli amiller arasında asil soyu, tahsili, seyahat ve incelemeleri, önemli mevkiler işgal ederek sorumluluklar alması, ve millî-İslâmî menfaatlere aykırı olan İngiliz siyasetiyle karşılaşması vardır.
b) 1883 yılında Londra ve Paris'e gitmek üzere Hindistan'dan ayrılmasına kadar devam eden ikinci merhalenin başında daha çok ilmî, sonuna doğru ise siyasî ıslâhât faaliyeti ağır basmaktadır. Üzerinde durduğu konular öğretim ve eğitimin yaygınlaşması, İslâm esaslarının çağın gereklerine göre yorumlanıp ortaya konması, halkın yönetime katılması, istibdat ile mücadele ve sömürgeciliğe karşı savaştır. Bu dönemde ıslâhât faaliyetinin sınırları dardır.
c) Üçüncü merhalede ıslâhât faaliyeti bütün İslâm dünyasını içine almış; önce üzerinde düşündüğü üç büyük semâvî din sâliki milletlerin birleşmesinin hayâl olduğunu anladıktan sonra İslâm birliği (panislamizm) üzerine eğilmiş, çıkardığı dergi, kurduğu cemiyet ve gizli ajanları vasıtasıyla emeline kavuşmak için çalışmış; şahısları, hidivleri makamlarından etmiş, sultanların ortak gayeler için yardım ricalarına ve davetlerine mahzar olmuştur.
Efganî'nin fikirleri Abduh'tan, İkbâl'e, Mehmed Akif'e kadar birçok talebesi, tâbii ve muhibbi tarafından -bazı tadilât ve farklarla- benimsenmiş, diriliş hareketinde büyük rol oynamıştır.15
6. Şeyh Muhammed Abduh (v. 1905)
Mısırlı Muhammed Abduh, ilk hocaları arasında bulunan Kuzey Afrikalı dayısının tesiriyle tasavvufa intisab etmiş; Sünnî esaslarla bağdaşan, ahlâkî ve faal yönü ağır basan, ıslâhât hareketini kolaylaştıracak olan bir sufî hareketine daima taraftar olmuştur. Bu özelliği dışında fikirleri ve ıslâhât programı, büyük ölçüde, hocası ve kader arkadaşı Cemâleddin Efganî ile aynı çizgidedir. Geçirdikleri uzun ve meşakkatli tecrübelerden sonra Abduh, Efganî'den farklı olarak, siyâsî faaliyetten önce ilmî faaliyetin geldiğini idrak etmiş, siyasî misyonu üstlenecek bir kadro ve bunlara taban oluşturacak şuurlu bir halk yetiştirmek istikâmetinde gayret göstermiş, tedbirler almıştır.
Abduh'un fikirlerini Tefsir derslerinden, Risâletu't-tevhîd isimli eserinden ve çeşitli gazete ve dergilerde neşredilen makalelerinden takip etmek mümkündür. O da ictihada taraftar, taklide karşı, tasfiyeci bir ıslâhâtçıdır. İslâm'ın ilme ve akla karşı olmadığını Efganî ifade etmiş ise, Abduh isbat etmek istemiştir. Bir çok müslümanın anladığı ve uyguladığı şekliyle İslâm, ona göre, modern gelişmelerin tehdidi altındadır. Bu sebeple Asr-ı Saâdet ve ictihad çağlarının usûlüne dönerek, aklı ve modern ilmi kullanarak İslâm'ı yeniden ifade etmek şarttır. Aslında İslâm, ilim ve akıl ile çatışmaz, tam aksine aklı kullanmayı ve tabîatı (ilâhî sünneti) tanımayı teşvîk eder.
Abduh, muâsırı olan Hindistanlı Seyyid Ahmed Han (v. 1898) kadar olmasa da Batı ilim ve medeniyetinin tesiri altında kalmış, İslâm'ı modern ilmin ve medenî gelişmelerin gerektirdiği şekilde ifade için zaman zaman zorlanmıştır. Ancak o bunu klâsik kelâm ve fıkıh usûlü çerçevesinde yapmaya çalışmıştır. Seyyid Ahmed Han ise on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sının akılcılığı ve tabiat felsefesinin tesirine girmiş, kelâmcıların değil, İslâm filozoflarının usûlünü benimsemiş, mucizeyi inkâr etmiş, aşırı tevil yoluyla nassları Batı felsefesi istikametinde şahsî yoruma tâbî tutmuştur.16
Bir mânâda Efganî ile başlayan modernizmin ilk çıkışından sonra birbirine zıd iki istikamette (batılı ve selefi) gelişmesine ve dolayısıyla Abduh'un tesirine, son uyarıcı örneğimiz Abdulhamîd bin Bâdis'ten sonra geleceğiz.
7. Abdulhamîd b. Bâdis (v. 1940):
Abduh, Kuzey Afrika'ya yaptığı seyahatleri, Cezayir ve Tunus'taki fikir arkadaşları ve dostlarıyla vefatına kadar devam eden yazışmaları ile bu mıntıkada ıslâhâtın tohumlarını atmış bulunuyordu. Cezayir halkı, millî hasletleri ve ıslâhâtçı ulemânın teşviki ile tevekkül anlayışına dayanan pasif tarikatların tesiri altında idi. Abdulhamîd bin Bâdis bu zemin ve şartlarda 1889 yılında Cezayir'in Kostantiniyye şehrinde dünyaya geldi. Şiî iken onbirinci yüzyıl başlarında sünnîleşen Emîr Sanhacî soyundan geliyordu. Önce Cezayir'de, 1908'den itibaren Tunus'ta Zeytûne Üniversitesi'nde okudu ve bu sırada Zeytûne Rektörü (Şeyhi) olan Tâhir bin Âşûr'un öğrencisi oldu. Şeyh Tâhir, Efgânî-Abduh çizgisinde ictihad ve ıslahat taraftarı değerli bir İslâm âlimi idi. İbn Bâdis 1912 yılında Hicaz'a gitti. İslâm dünyasından buraya hicret etmiş âlimlerle görüştü, selefi daveti yerinde tanıdı, ülkesine dönerek girişeceği ıslâhât hareketinin fikriyat ve programını geliştirdi; kendisi bu sırada 24 yaşında idi. Döndüğü Cezayir'de, ailevî durumu onu sömürgecilerden vazife kabûlüne mecbur etmediği için serbestçe faaliyete koyuldu; ders okutuyor, halka konferanslar veriyor, gazetelerde yazıyor, kabiliyetli kişiler ve ileri gelenlerle temaslar kuruyordu. Bu faaliyetler 1931'de semeresini verdi ve kendisi "Cezayirli Müslüman Ulemâ Cemiyeti'ni kurdu. Bu cemiyetin gerek sömürgeciye karşı savaşta ve gerekse İbn Bâdis'in ıslâhâtının yayılmasında önemli hizmetleri olacaktır. İbn Bâdis gayesine ulaşabilmek için basın ve okul vasıtalarından faydalandı; aylık 'Şihâb' dergisini, haftalık 'Sırât', 'Şerîat', 'Sünnet' gibi gazeteleri çıkardı. Ülkenin her tarafında millî ilkokullar açtı ve yetiştirdiği talebelerini buralara hoca olarak gönderdi. Bütün bu faaliyetleri yanında vefatına kadar yolunu tıkamak için didinen sömürge idaresi ve bunlarla işbirliği yapan şuursuz sôfi ve âlimlerle mücadele etti.
İbn Bâdis de Abduh gibi, doğru olan İslâm anlayış ve inancını ortaya koymaya öncelik veriyor, onun gibi Kur'an tefsirinden faydalanıyor, onun gibi öğretim ve eğitime ağırlık veriyordu. Her ikisi de, cemiyet, okul ve basın vasıtalarını kullandı. Abduh, bulunduğu çevre gereği daha çok taklid ve mezheb taassubu ile mücadele etti; İbn Bâdis ise yine husûsî şartları sebebiyle pasif, istikametinden saptırılmış ve -bilerek, bilmeyerek- sömürgecilerle işbirliği yapmış tarîkatlerle uğraştı, halkı onların sultasından bidat ve hurafelerin zincirinden kurtarmaya çalıştı. 17
İbn Bâdis'in ıslâhât faaliyetleri Cezayir'in Fransızlaşmasını önlemiş, halkın Müslüman-Arap özelliğini koruyup geliştirmiş, kanlarını dökerek Cezayir'e istiklâl kazandıran mücahitlere iman ve güç kaynağı olmuştur. İbn Bâdis, İslâmlaşma yolunda emekleyen Cezayir'in bugün de imamıdır.
D-Uyanış Hareketinin Abduh'tan sonraki Seyri ve Neticeleri:
Abduh'un faaliyetlerini Ortadoğu ve diğer ülkelerde iki zıt cereyan takip etmiştiler. Bunlardan birincisi Abduh'un Suriyeli öğrencisi Reşîd Rızâ (v. 1935) liderliğindeki ihyacı, selefî harekettir. Diğeri ise Ali Abdurrâzık ve Tâhâ Hüseyin gibi şahısların temsil ettiği Batıcı laik harekettir. Reşid Rızâ çıkardığı el-Menâr dergisi vasıtasıyla selefî ıslâhât çerçevesindeki fikirlerini Mısır'dan Endonezya'ya kadar yaymış; bu hareketin meyvesi, fikir ve faaliyet sahasında, Mısır'daki "Müslüman Kardeşler", Pakistan'daki "Cemâat-i İslâmî", Hindistan'daki "Nedvetu'l-ulemâ" gibi birtakım grup ve partiler ile, Pakistan gibi bir devletin doğuşu olmuştur. Bu grup ve partilerin programlarında İslâmî esaslara bağlı sosyal ve hukukî ıslâhât ağırlık kazanmış, bazıları sosyo-politik program için nazarî prensipler de oluşturmuşlardı. Geleceğin İslâm dünyasında, sözü edilen bu çizgideki ıslâhâtçıların, Batı yanlısı modernistlerden daha şanslı olduklarını söyleyebiliriz. Ancak ihyacıların, sosyal vâkıayı daha yakından görmeleri; günün aydınını ikna edecek, yirminci yüzyıl insanını kendine çekecek İslâmî sistem ve formülleri şekillendirip sunmaları hâlâ bir ihtiyaç olarak ortada durmaktadır.
Dipnot:
1. Toplum ve Bilim dergisinde neşredilmiştir; 1985, sayı: 29-30.
2. Prof. Dr. Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul 1981, s. 26 vd.
3. Prof. Dr. Fazlurrahman, İslâm, çev. M. Aydın ve M. Dağ, İstanbul 1981, s. 311 vd.
4. Age., s. 235
5. Rupert Emerson, Sömürgelerin Uluslaşması, çev. Türkkaya Ataöv, Ankara 1965, s. 6, 10 vd.
6. Fazlurrahman, age., s. 243 vd.
7. el-İnsâf, Ikdu'l-cîd gibi eserleri.
8. İzâletu'l-hafâ an hilâfeti'l-hulefâ isimli eserinde.
9. Benimsediği ıslahat esaslarını vermesi yönünden el-Iklîd ve et-tarîkatü'l-müslâ. (İstanbul 1296) isimli eserleri önemlidir.
10. Dr. Muhammed Fethi Osman, Da'vetu'l-ıslâh, Cezayir 1983, s. 7 vd.; Fazlurrahman, age., s. 249-251, 260; Dr. Abdulbâsıt M. Hasen, Cemâleddin el-Efgânî, Kahire 1982, s. 70 vd.
11. Şevkânî'nin 150'yi aşan eserinden pek azı arasında bunlar da basılmıştır.
12. Matbû risâleler mecmûası içindeki Ikâzu'l-vesnân ve Buğyetu'l-mekâsıd isimli risâleleri bu konulardaki fikirlerini ihtivâ etmektedir.
13. Şekip Arslan'dan naklen Abdulbâsıt M. Hasen, age., s. 75 vd.
14. Abdulbâsit M. Hasen, age., s. 24. İran'da Esedâbad'da doğmuş, daha bebek iken Afganistan'a (ailesiyle) taşınmış olması ikinci güçlü ihtimaldir.
15. Age., s. 104 vd., Fazlurrahman, age., s. 271 vd; Hayreddin Karaman, Gerçek İslâmda Birlik, İst., 1996.
16. Reşîd Rızâ, Târîhu'l-üstâzi'l-imâm, Kahire 1931; Abbâs Mahmûd el-Akkâd, Muhammed Abduh, Kahire 1969; Abdulbâsıt, age., s. 198 vd.; Fazlurrahman, age., s. 272 vd.
17. M. Fethi Osman, Da'vetu'l-ıslâh isimli eserinin ilgili yerleri.
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net