- 19-02-2015
- 0 yorum
- 3376 okunma
Dünyadaki milletlerin fertleri ve her birinin niyetleri, açık ve derin bir görüşle incelenirse, büyük bir bölümünde ırk taassubu olduğu görülecektir. Bağlısı olduğu topluluğun üstünlüğü ile övünen ve soy asabiyeti güden bir adam, kendi toplumuna bir zarar dokununca, o zarardan etkilenerek onu yok etmeye çalışır; hatta bu uğurda gerekirse ölür ve öldürür. Bu insanların çoğu, bu gayretin nereden kaynaklandığını bilmeksizin bunu yaparlar. Hatta hakikati arayanlardan birçoğu, bu duygunun insanın doğal yapısında, vicdanında olduğunu zannederler. Fakat dünyanın herhangi bir yerinde doğan, sonra reşit olmadan başka bir yere götürülen bir çocuğa, şayet nerede doğduğu, hangi millete mensup olduğu söylenmezse; çocukta gerçek soyuna ve milletine bir yöneliş görülemez. Asıl vatanı ve daha sonra getirildiği yer, bu çocuk için eşitlenir. Hatta sonradan içinde yetişip büyüdüğü yer kendisine daha yakın olur ve daha çok oraya yönelir. Böyle bir çocuk örneğinde gördüğümüz durum, soy bağlılığının tabii olmadığını gösterir.
Böylece, ırkın tabii olduğu görüşüne ulaşamıyoruz. Irk duygusu, geçici olarak zaruretlerin bir çizgisi şeklinde bulunabilir. İnsanın, nerede olursa olsun bir yığın ihtiyacı vardır. İnsanda ihtisaslaşma ve öncelikle menfaat elde etme duygusu da vardır ki; bu duygu ve hırs, temiz bir terbiye ile düzeltilmezse ve güçlü ise insanı diğer insanlarla çatışmaya ve onlara tecavüze yöneltir. Böylece insanların bir kısmı, diğer kısmının tarih boyu tecavüzüne uğradığı ve bunun acısını çektiği için sonuçta, akrabalık bağına ve giderek ırk, soy denilen birliğe ulaştılar. Hint, İngiliz, Rus, Türk vb. milletlere ayrıldılar. Bununla her topluluk, diğer topluluğun tecavüzünden haklarını korumak istedi ve her biri, diğerlerinin nüfuzunu reddetme yoluna gitti. Çünkü biliyorlardı ki; hükmederlerse, zulm edeceklerdir. Adaletli olsalar bile başkasının hükmünü kabullenmek insan nefsinin ağırına gider.
Bu anlamdaki ırkçılık, kendisini doğuran zaruret ortadan kalktığında ortadan kalkar. Daha önce nasıl zaruretler yüzünden oluşmuş ise şimdi de huzurunda güçlerin ve güçlülerin boyun eğmeye mecbur kaldıkları mutlak güce, külli irâdeye dayanmak sayesinde tamamiyle geçersiz hale gelir. Sonra o güç ve irade tarafından hükümlerini yerine getirmekle görevlendirilen kişi, bütün fertlerin buna uymalarını sağlar. İnsanlar mutlak hâkim olan Allah’ın varlığını bildikten sonra, artık ırk bağlılığından uzaklaşarak hukuklarının korunması, hak ve şereflerinin savunması için O’na bağlanırlar. Bu sayede işlevini yitiren ırk bağlılığı da, onun metresi olan ırkçılık da ortadan kalkar.
Müslümanların, yaşadıkları çeşitli bölgelerde ırkçılıktan yüz çevirmeleri ve ona yönelmemelerinin, din bağından başka bir bağ tanımamalarının sırrı işte burada gizlidir. İslam’a bağlanan bir insanda, inanç tam yerleşince ırk ve halk bağlılığı yerini, daha genel olan ilişkilere, ümmeti ilgilendiren konulara yönelir. Artık onu başkalarına bağlayan bağ dini inanç bağıdır.
İslam’ın ilkeleri, halkı sadece Hakk’a davet etmekten ibaret değildir. O, ruhlar üzerinde de bir nüfuz kurmuştur. Üstelik bunları garanti altına aldığı gibi, kullar arasındaki işlere, ilişkilere de sınırlar koymuştur. İslâmî hukuku yürütmekle görevli devlet adamlarının sorumluluk ve yetki sınırları belirlenmiş, insanların bütün genel ve özel hakları tayin edilmiştir. Öyle ki, Müslümanların siyasi işlerini yürütecek olan kişinin uygulayacağı İslami hukuk kurallarına herkesten daha çok kendisinin uyması gerekir. Devlet idaresini ele almak için ne veraset; ne ırk, kabile, bedeni yahut mali güç geçerlidir. Yönetici olabilmek için ancak bu kuralları yerine getirmedeki kabiliyet ve ümmetin rızasını kazanmak gerekmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar üzerinde iktidar olacak siyasi otorite, onlar arasından bir ırkı diğerlerinden kesinlikle ayırmayan Mukaddes ilahi kurallardır. Yöneticilerin de ümmetin genelinden ayrı imtiyazları yoktur, fakat onlar şeriatın korunması ve savunulmasında daha titiz davranırlar.
Soy ve sopun insana verebileceği imtiyaz ve övünmenin şerî ölçüye göre hiç bir değeri yoktur. Şerî bağ dışında kalan her türlü bağlılık, şeriatı koyan tarafından yerilmiştir. Allah’ın Resûl’ü: «Asabiyyete davet edenler, asabiyyet için ölen ve öldürenler bizden değildir.» buyurmuştur. Bu konudaki ayetler ve nebevi hadisler çoktur. Şeref ve hürmet elde etmek, imtiyaz sahibi olmak ancak takva ile mümkündür: «...Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınandır...» (Hucurat; 13) Bundan dolayı birçok zaman, birçok değişik kavimde, nesiller boyu Müslümanların idari işlerini yürütenlerin, ne ırk ve kabile bakımından imtiyazları, ne de dededen babadan kalan makamları olurdu. Onları yücelten ve büyülten, şeriate olan bağlılıkları ve onu koruma konusundaki dikkatleriydi.
Müslüman yöneticiler şeri hükümlere olan bağlılıkları ve bağlılıklarının gereğini yerine getirmeleri; şahsi menfaat, debdebe ve ihtişamdan kaçınmaları; halkın menfaatlerini kendi özel menfaatlerinden üstün tutabilmeleri ile şan ve şeref kazanırlardı. Aksi takdirde ihtilaflar meydana gelir ve yöneticilerin itibarları azalır, rezil ve şerefsiz olurlardı.
İslam’ın başlangıcından bu yana geçen zamanı gözden geçirdiğimizde bu durumu görmekteyiz. Müslümanlar hiç bir zaman kavim ve soy bağlılığına değer vermediler, sadece İslam ümmetinin geneline baktılar. Bundan dolayı Arap, Türk’ün hâkimiyetinden nefret etmez. Acem, Arap’ın egemenliğini kabulden çekinmez. Hintli, Afganlının emrine girebilir. Hiç bir Müslümanda bu yüzden yüzünü ekşitme görülmez. Başındaki idareci şeriat sınırlarından sapar ve kendi hakkı olmayan kimi noktalara el atarsa, işte o zaman kalplerde sıkıntı oluşur. Böyle bir idareciye olan saygı yitirilir. İdarecinin kendi kavmi bile onu bir yabancı gibi görmeye başlar.
İslam toplumunun, diğerlerine göre bir üstünlüğü: Müslümanların, bir bölgede bulunan bir İslam hükümetinin İslami kurallardan saptığını duyunca ırkına ve kabilesine bakmaksızın üzülmeleridir.
Hangi ırktan olursa olsun, Müslümanlara arasındaki bir yönetici ilahi emirlere uyar ve halkı da bu sınırlar içinde yönetirse; şahsi menfaat peşinde koşmaz, debdebe ve gösterişten uzak durursa o hükümetin şanı ve şerefi İslam toplumu içinde yüce bir makama ulaşır. Ayrıca bunun için ne büyük masraflara, ne orduyu büyültmeye, ne büyük devletlerin desteğine, ne de yabancı unsurlara ihtiyaç duyar. Reşit Halifeler’in yoluna ve İslam’ın aslına dönerek bunların hepsinden kurtulur, bağımsız olur ve hiç bir yabancıya boyun eğmez. Şunu tekrar söyleyelim ki; İslam yalnız ahirete dönük bir din değildir. O, insanların bu dünyadaki hayatlarını da nimetlendirir. Dünyada da insanları mesut etmek ister. Kaynaklarda, iki dünyanın da mutluluğu diye haber verilmektedir. İslam uzak ırklar ve çeşitli milletler arasında eşitlik getirmiştir.
Asrın rengi uçsun, zamanın saçları ağarsın!.. Az da olsa bazı Müslümanlara, yöneticilerinin zulmünden ve şeri adalet ve esastan ayrılmalarından sıkılmakta, yabancı devletlere sığınmaktalar. Fakat bu mülteciler ilk adımda pişman oldular. Onların durumu intihar etmek isteyip de acıyı hissedince vazgeçen kimsenin durumuna benzer. İslam ülkelerinin uğradıkları bölünme, yöneticilerinin eksikliğinden, İslam esaslarından uzaklaşmalarından ve kendilerinden önce gelmiş salihlerin yollarından sapmalarındandır. Bunlar, eğer tekrar İslam esaslarına döner ve salih kişilerin ahlakını benimserlerse; kısa bir zamanda eski kuvvetlerini ve şereflerini, Dört Halife devrindeki üstün yaşantıyı tekrar elde etmeyi başarırlar. Allah bizleri doğruya kavuştursun ve doğru yola yönlendirsin.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net