- 27-08-2014
- 0 yorum
- 4315 okunma
Avrupa kendini Roma’nın dini nüfuzundan sıyırıp kurtardığı ve tehlikeli olmakla beraber özgürlük yolunda ilerlemeye başladığı sıralarda Arap dünyası hemen bütün dış etki ve değişimlerden uzaklaştırılmakta ve bunlara kapalı tutulmaktaydı. Bu uzaklaştırma ve kapalı tutma 1213/1798’deki Napolyon’un Mısır seferiyle aniden son bulana dek hiç azalmaksızın devam etti ki, bu gerçekten 922/1516 yılındaki Osmanlı fethinden beri Arap ve İslam dünyasının karşılaştığı ilk ciddi dış kaynaklı çalkantıydı. Mısır’ın Fransızlarca işgali İslam dünyası için yeni bir dönemin, Batılı ulusların Müslümanların topraklarına korkunç bir hızla sızmaya başladıkları bir dönemin başlangıcı teşkil etmesi hasebiyle oldukça büyük bir önem ifade etmekteydi. Bu sızmanın öyküsü her ne kadar ızdırap verici olsa da bu, göründüğünün ötesinde Müslümanları içine düştükleri gafletten uyandırması itibariyle bir rahmet olmuştur. Adeta kemik gibi sertleşip kalıplaşmış bir Ortaçağ toplumu niteliğindeki İslam toplumu insanları hedef alan ve servetini sömüren bu acımasız ve üstün güçle karşılaşınca tehlikenin vahametini daha iyi kavradı. Batılı emperyalistlerin güttükleri siyasetin icrası ve direnişin bertaraf edilmesi için başvurdukları metotlar ile işgalcilerin kültürlerinin işleniş tarzı hiçbir şekilde bunların anlayışıyla karşılanması ya da bir dostluk ortamının kurulması istikametinde bir fayda sağlamadı, tersine yöneticilerin niyetleri hususunda şüphe ve korkular uyandırdı. Müslümanlar sadece siyasi hürriyetlerinin tehlikede olmayıp kurumların, kültürlerin ve hatta hayatlarının mihenk taşını oluşturan dinlerinin de tehdit edilmesi karşısında bütün bütün endişe ve korkuya kapıldılar.
Takriben aynı zamanda tekabül eden Hıristiyan misyoner faaliyetlerindeki ilerleme de bu kanıyı doğruladı. İslam netice olarak, bu kitlelerin varlıklarını sürdürebilmeleri için bir toplanma çağrısı ve yabancılara karşı bir protesto aracı teşkil etti. Yabancılar ise buna karşılık bu etkili araca herhangi bir şekilde bir ad uydurulmadığı sürece Müslüman ülke topraklarındaki konumlarının bir istikrar kazanamayacağı sonucuna vardılar ve bu amaçla siyasi denetimlerini sıklaştırmanın yanı sıra Hıristiyan misyoner faaliyetlerini ve yabancı eğitim çabalarını teşvik ederek genç nesillerin Müslümanlara bakışını değiştirmek için gayret sarf ettiler.
“İslam dünyası genelinde ve bilhassa Arap dünyasında bu insafsız politik nüfuz, Müslümanları İslam’ın siyasi ve dini yapısıyla uyum gösteren bir tepki gösterme istikametinde harekete geçirdi. Bu yapının hem bir din, hem de bir devlet teşkil etmesi itibariyle birindeki zayıflık Müslümanlarca diğerinin de zayıflığı olarak addedilmiştir” (Nebi Emin Farisi). Bu duygu Müslümanları nihayet silkinip bir yandan topraklarının Batı emperyalizminin yağmalamasına karşı savunma, diğer yandan ise inançlarını Hıristiyan misyonerliğinin saldırılandan koruma yönünde coşturan bir hareketle doruğa ulaştı. İşte böylece Müslümanlar her ne kadar o zamana dek yaşaya geldikleri türden hayat tarzına devam etmek isteseler de, geçmişte geçerli olan hayat tarzının sonsuza kadar geçerliliğini muhafaza etmesi gerektiği hayaliyle kendilerini emniyette hissedemeyeceklerinin farkına vardılar zira kanaatlere ve hayallere bir güven hissi son 40-50 yıl içerisinde başlarına gelenler neticesinde darmadağın olmuştu. Onlara öldürücü durgunluklarını üzerlerinden atmaları için bu durulmaz coşkuyu veren söz konusu yeni durumun gerekleri ile geleneksel düşünüş ve yaşayış tarzları arasında geçen bu zaman sürecinin getirdiği idrak ve değerlendirmeydi. Müslümanlar bu şekilde kültürel birikimlerine artık sahip çıkmaları gerektiğinin bilincine vardılar ve ideolojileri üzerine ancak sözde kalan birtakım vaat ve temennilerin kendilerine ait olan topraklara Batılı güçlerin sızmasıyla beliren problemlerin çözümünde hiçbir fayda sağlamadığına tanık oldular. Medeniyetlerinin temelini teşkil eden İslam’ı karalamaksızın bağımsızlıklarını müdafaa etmek istiyorlarsa, İslami düzeni esas alan yeni bir çıkış yapmak ve eski adet ve çöküş küllerinden toplumlarını yeni baştan diriltip ayağa kaldırmak zorundaydılar. Durumun ciddiyetini kavrayamamaları ve tamamıyla eski fikir ve adetlere saplanıp kalmaları halinde karar verme mecburiyetinden kurtulabilmek için kafasını kuma gömen “meşhur devekuşu” rolünü oynar duruma düşüyorlardı.
Şayet Arabistan’dan Muhammed bin Abdulvahhab ve Hıristiyan yarımadasından Şah Veliyyullah İslam’da modern uyanışın öncüleri ve girişimleri yaklaşan şafağın ilk işaretleri olarak düşünülürse, Cemaleddin Afgani bu uyanışın en önde gelen lideri ve girişimleri bu şafağın ilk parıltıları şeklinde kabul edilmelidir. O on üçüncü ve on dördüncü yüzyılların en büyük Doğu düşünürüydü. Gayet yerinde ifade edildiği gibi, Afgani her yerde hakim kıldığı bir siliklik, bir belirsizlik içinde mesajını adeta muhteşem bir yıldırım misali en çarpıcı bir üslupla yansıtmıştır. O bir düşünür ve aynı zamanda doğuştan sahip olduğu kıvrak bir zeka, duygu ve düşünlerindeki asaletle tam bir eylem adamıydı. Ender bulunur fikri yetenekleri ve yüksek ahlaki vasıfları onun şahsiyetine bütün büyük liderlere özgü olan o büyüleyici cazibeyi kazandırıyor ve çevresinde pek çok yandaşının toplanmasını sağıyordu. Hem büyük bir düşünür, hem dini bir reformcu, hem de siyasi bir lider olması dolayısıyla Afgani İslam dünyası için oldukça etkili bir şahsiyet durumundaydı. Çağdaşları arasında dikkate değer bir yazar, büyüleyici ve usta bir hatip ve doğuştan yüksek ikna kabiliyetine sahip bir cedelci olarak dikkat çekmiştir. Muhammed Abduh’a göre o ayrıca her zaman için en çok cesaret ve cömertlik gerektiren durumlarda faaliyet göstermeye hazır, kendini manevi meselelere adamış, sağlam ve irade sahibi ve kişilikli bir insandı. Blunt’un deyimiyle bu “hırçın dahi” zihninde para ve unvana yer vermeyi reddetmiş ve şüphesiz tüm hayatına adadığı ideali, yani İslam dünyasının yeniden doğuşu uğruna daha iyi bir hizmet sunabilmek için hareket serbestliğini muhafaza etmeyi tercih etmiştir.
Paris’te kaldığı 1883 senesinde Afgani karşılaştığı Ernest Renan üzerinde öylesine bir izlenim bıraktı ki, ünlü Fransız yazar coşkusunu ancak şu sözlerle ifade edebildi: “Düşüncesindeki serbestlik, asil ve içten karakteri, konuşmamız süresince beni, önümde tekrar hayata dönmüş eski bir dostumu İbn Sina, İbn Rüşd veya insan ruhunun geleneğini beş yüz yıl boyunca temsil eden o büyük dinsizlerden birinin durduğuna inandırırdı.
Hayatı
Cemaleddin’in kökenine ilişkin sorunlar çözülmüş olmaktan uzaktır. Değişik İslam ülkelerinde biyografi yazarları Türkler, İranlılar, Hintliler ve Afganlar halen onun soydaşı olma şerefinin kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Gerçekte ise, Afgani (Afganistan’dan gelen) ismini almış olmasına karşın faaliyetleri ve etkisi çok geniş bir alana yayılmıştır. Bütün İslam toprakları onun yurduydu ve bunun yanında Avrupa başkentlerine de hiç yabancı değildi. Hem Doğu, hem de Batıdan uzmanlar, din adamları ve siyasetçilerle tanıştı.
İlk çalışmalarına daha 18 yaşına geldiği sıralarda İslami araştırma, felsefe ve ilimler açısından istisnai bir kemale eriştiği İran ve Afganistan’da devam etti. Hindistan’da geçen sonraki bir buçuk yıl Avrupa öğretilerini tanımasına vesile oldu. Sonra da Hac için Mekke’ye gitti.
Afganistan’a dönüşünü iç savaşın seyrindeki değişiklikler mukabilinde birtakım kesintilerle sürecek olan on yıllık bir politik kariyer izledi. Özgürlükçü fikirleri ve halkça sevilmesi Emir Sir Ali’yi destekleyen İngilizlerin gizli düşmanlığını kazanmasına yol açtı. 1869’da bu Emir’in yönetime geçmesi üzerine Cemaleddin ülkeyi terk etti. Kısa bir süre için Hindistan’ı tekrar ziyaret etti. Hindistan hükümeti onu ağırlamakla beraber faaliyetlerine sınırlama getirdi. Bu sebeple kendisinde izlerini bırakacağı el-Ezher’in bulunduğu Mısır üzerinden İstanbul’a geçti. İstanbul’da gayet iyi karşılandı, fakat ileriye dönük görüşleri kendisini nihayet Şeyhülislam’ın gözünden düşürdü ve çıkan tartışma o denli ateşli bir atmosfere büründü ki, 1872’de ülkeyi terk etmesi istendi. Bu hayatında önemli bir dönemin başlangıcını teşkil etmekteydi: Fikri çevrelerce sıcak karşılanmasının kendisini ziyaretini uzatma konusunda ikna ettiği Mısır’da kaldığı yıllar. Orada da geleceğin reformcusu Muhammed Abduh’u dikkate değer ölçüde etkileyerek yeni fikirlerini yaydı ve genç Mısırlıların yabancı hakimiyetinin tehlikelerine karşı gözlerini açma doğrultusunda epey mesafe kat etti. Ancak, en sonunda ileriye yönelik dini tespitleri tutucu din adamlarının ve politik rakipleri İngilizlerin canını sıktı ve 1879’da Mısır’dan kovuldu.
Tekrar gittiği Hindistan’da İslam’ın modern saldırılara karşı bir savunması durumundaki ”Materyalistlere Reddiye”yi yazdı. Hindistan’da bulunduğu esnada Mısır’da Arabi isyanının patlak vermesi üzerine İngilizler Arabi’nin yenilgisine kadar kendisini alıkoydular.
Bunun fikirlerinin basılıp yayınlanması açısından verimli geçen Paris’te üç yıllık bir süre izledi. 1884’te Arabi isyanına adının karışmasından dolayı Mısır’dan sürgün edilen talebesi Muhammed Abduh’la birlikte Müslümanları Badı’nın sömürgeciliğine karşı harekete geçirmeyi hedefleyen Arapça haftalık bir gazete olan El-Urvet el-Vuska’yı çıkardı. Çok geçmeden İngilizler gazeteyi Mısır ve Hindistan’da yasakladılar; yine de kısa ömrü boyunca bu ülkelerde bir etki oluşturmaya muvaffak oldu.
Afgani Sudan’daki Mehdi ayaklanması konuşmak üzere Paris’ten Londra’ya gitti, ama İngilizlerle bir uzlaşmaya varamadı. Bunu, Rusya’da kaldığı dört yıl boyunca kesilen ve nihayet reformcu isteklerinin Şah’ı karşısına aldığı 1890 ya da 1891’de ülkeden kovulmasıyla son bulan İran Şahı’nın gözetiminde hizmet verdiği diğer bir dönem izledi.
Sonra Şah’a karşı kampanya başlattığı ve Ziya el-Hafikeyn’i yayınladığı İngiltere’ye kısa süreli bir ziyaret takip etti ki, bu da Osmanlı Sultanı’nın kendisine konuğu olarak İstanbul’a gelmesi için yaptığı teklifi -hiç de yerinde olmayan- kabul kararıyla son buldu. Zire orada 1891’deki ölümüne kadar “süslü bir cesaret” içinde yaşayacaktı.
Felsefesi
Afgani’nin hayati düşüncesiyle tam bir uyum içindeydi. Onda teori ve pratik birbiri ile çok yakından bağlantılıydı. Bu açıdan onun çağdaş İslam dünyası içerisinde üslendiği görev eski Helen uygarlığında Sokrat’inkiyle karşılaştırılabilir. Hayatı da düşüncesi de üç ayırt edici nitelikle belirlenmiş bulunmaktaydı: İnsanı hayretler içerisinde bırakacak mükemmellikte bir maneviyat, engin bir dini coşku ve bütün faaliyetlerini çok kuvvetki bir şekilde etkilemiş olan yüksek bir ahlaki şuur.
1. Maneviyatı: Bu niteliği onun maddi zevklerden uzak kalması, manevi şeylerin peşinden koşturması ve kendini adadığı idealleri uğruna gösterdiği fedakar tutumuyla kendini ortaya koymuştur.
Abbas el-Akkad’ın da dediği gibi, Cemaleddin Müslümanlar arasında yapılan materyalizm propagandasında şiddetle karşı koymuş, kendisinde doğuştan var olan sorgulama konusunda gösterdiği çabuklukla materyalizmin belirgin vasıflarını ortaya dökmüştür. “ “Materyalistlere Reddiye” adıyla bir de kitap yayınlamıştır. “Bazen materyalistler” der, El Afgani, gayelerinin dimağlarımızın batıl hurafelerden arındırmak ve zihinlerimizi doğru bilgiyle aydınlatmak olduğunu ileri sürerler. Bazen de kendilerini bizlere fakirin dostu, zayıfın koruyucusu, ezilmişin savunucusu olarak takdim ederler. Bunlardan hangisi olurlarsa olsunlar, yaptıkları işler toplumu ta temellerine kadar sarsmaktan ve onun alın terinin ürünlerini yok etmekten geri kalmayacak derecede dehşet verici bir şok teshiri meydana getirirler. Sözleri yüreklerimizde kıpırdaşan o asil coşkuyu sindirecek türdendir. Fikirleri de ruhlarımızı zehirler ve kıvrılıp duran kolları kurulu düzen için devamlı bir rahatsızlık kaynağı durumundadır.”
Cemaleddin materyalist tarih yorumunu savunan partizanların ancak kafa kurcalayıp yanıltmaya yönelik mantık hatalarıyla dolu kelime yığınlarından oluşan iddialarını ve onların icraatını daha Avrupa’da iyice tanımamışken sert bir dille kınamıştır.
2. Dini Heyecan: Bu nitelik Afgani’nin hemen bütün yazılarına yansımış ve dinin toplum içindeki fonksiyonu hakkındaki görüşleriyle iyice belirginleşmiştir. “ Din milletleri meydana getiren yegane prensip ve insan için gerçek mutluluk kaynağıdır.”
Bunun ötesinde onun için gerçek medeniyet, dev şehirlerin inşası, büyük servetlerini yığılması yada ölüm ve yıkım makinelerinin geliştirilmesi gibi maddi ilerleme üzerine değil, ilim, ahlak ve din üzerine kurulu olanıydı.
3. Ahlaki Şuur: Yüksek ahlaki şuur onun Batılı güçlerin zayıf olanı sömürme düşüncesi üzerine kurulu olan yayılmacı koloni rejimine karşı giriştiği meşhur suçlamasını yapmaya mecbur kılmıştır. O Batılıların “kolonileştirme“ adını verdikleri şeyin gerçekte bunun anlamca zıttı olan “bölünüp parçalanma”, “nüfusu azaltma” ve “yok etme” den başka bir şey olmadığı görüşünde idi. Afgani’nin İslam’ın dininin yayılmasını hedefleyen cihatlarıyla Avrupa’nın daima yenilgiye uğrayan halkların sindirilip köleleştirilmesiyle nihayet bulan ekonomik savaşları arasındaki farkı ortaya çıkarmasını sağlayan işte bu görüştü. O, kendi kanısınca sevgi, mantık ve özgürlüğe dayalı olan” İslam sosyalizmi”yle nefret, bencillik ve dikta üzerine bina edilmiş olan “materyalist komünizm” arasındaki farkı açıkça dile getirmiştir.
Afgani gerçek bir Müslüman ve bir akılcıydı. Bütün cephelerden Müslümanlara ancak İslam’a özgü bir ayrıcalık teşkil eden akılcılık prensibinden istifade etmeleri samimiyetle rica etmiştir.”Bütün dinler içerisine İslam, delilsiz görüş serdedenleri eleştiren neredeyse tek dindir. Öğrettiği her ne olursa olsun, İslam akla başvurur ve kutsal metinler mutluluğun aklın doğru şekilde kullanılmasından ibaret olduğunu ifade eder.” Aynı amaçla Afgani Cebriyye görüşüne karşılık mutezile’nin hür irade doktrini desteklemiştir. Cebriyye Batılılarca çokça, fakat hatalı olarak Müslümanlara isnad edilen bir yaklaşımdır. Cemaleddin’e göre İslam’daki kaza ve kader anlayışı ile Cebriyye görüşünün getirdiği anlayış arasında büyük bir fark vardır. Kaza ve kader insandaki karar verme yeteneğini kuvvetlendiren, onun muhakeme gücünü arttıran ve ona cesaret ve dayanma gücü aşılayan bir inançtır. Diğer yandan “cebr” ise İslam dünyasına politik nedenlerle haince sokulmuş bir bid’attan başka bir şey değildir.
Siyasi Düşüncesi
Kendilerini yabancı hakimiyetinden kurtarabilmeleri amacıyla tüm Müslüman halkların bir tek halife altında birleşmeleri üzerinde duran Afgani, Batılı yazarların deyimiyle “politik Pan-İslamizm”in kahramanı olmuştur. Avrupa devletlerinin Doğu memleketleri üzerine giriştikleri saldırı ve hareketlerini hep sonrakilerin geri kalmışlığına dayandırarak haklı çıkardıklarını, ancak yine aynı devletlerin ellerinde bulunan bütün kuvvetle ve hatta savaş yoluyla Müslüman kitleleri ıslahını ya da uyanışını hedefleyen her teşebbüsün önüne geçtiklerini ve tüm bunlardan İslam dünyası için tamamıyla silinip yok edilmekten kendilerini koruyabilmeleri için büyük bir savunma ittifakı tesis edip birleşmesinin bir zorunluluk arz ettiğini, bunun için de Batı’daki ilerlemenin teknik açıdan kavranması ve Avrupa’nın gücünün sırlarına vakıf olunması gerektiğini söylerdi.
Bu görüşlerini “İslam Birliği” başlığı altında el-Urvet el-Vuska’da ortaya atılmıştır. Müslümanların vaktiyle şanlı bir imparatorluk altında birleşmiş olduklarını ve onların araştırma, felsefe ve bütün diğer bilim sahalarındaki başarılarının hala bütün Müslümanlar için bir gurur kaynağı olduğu görüşündeydi. Şu halde İslam’ın ve İslam kanunlarının bütün Müslüman ülkeler üzerine hakim kılınmasına katkıda bulunmak, bütün Müslümanların yapmakla mükellef olduğu bir vazifedir ve şartlar ne olursa olsun asla toprakları üzerinde kendi hakimiyetini kurmaya çabalayan yabancı bir kimseyle uzlaşmamalı ve dostane bir yaklaşım içine girmemelidir. Ta ki, kimseyle paylaşmaksızın tam bir hakimiyet sağlasınlar.
Onun kanısınca Müslümanları bir arada tutan bağlar Abbasi halifeleri yalnızca göstermelik olan yetkileriyle yetinip araştırma ve dini eğitime teşviki ve öteden beri süregelen ictihat prensibini bir yana bıraktıkları zaman kopmaya başladı. “ Bugün Müslüman yöneticilerin devlet meselelerini ve hatta kendi vatanlarındaki meseleleri düzene sokmak üzere yabancılara el açtıklarını ve yabancı boyunduruğunu kendi boyunlarına geçirdiklerini görüyoruz. İslam topraklarını ele geçirebilmek için can atan Avrupalılar onların dini birliğini yıkmanın ve böylece içte çıkan anlaşmazlıklardan yararlanmanın yollarını arıyorlar.”
Ancak, haklı olarak işaret edildiği üzere Afgani yurtseverlik duygusunun yerini din bağnazlığı ile doldurma niyetinde değildi. O, İslam ülkelerinin birbirlerinden bağımsız olarak tek bir idealde birleşmelerini arzu ediyordu. Siyasi kurtuluş! Türkiye, İran, Hindistan ve Mısır’ı tecdid etmek gayesiyle kendisini benimseyenlerin siyasi ve sosyal yaşantılarına böylesine derin bir şekilde nüfuz eden bir din olan İslam’ı ihya için bu denli uğraşmıştır.
Yurt savunmasından yana olan Cemaleddin el-Vuska’da şöyle yazmıştır.” İnsan için yurdunu savunması bir tabiat kanunu ve yeme ve içmeye azmettiren içgüdüsel dürtüler yoluyla tabii olarak gelen taleplerle sıkı sıkıya bağlı bir hayat düsturudur.” Vatan hainlerinden bahsederken şöyle der: “Vatan haini demekle biz ülkesini para için satan ve onu çok ya da az bir fiyat karşılığı düşmana teslim eden bir ferdi kastetmiyoruz. Bir kimsenin vatanı karşılığında alacağı hiçbir fiyatın ölçüsü yoktur. Asıl hain toprakları üzerine bir adım dahi olsa düşmanın ayak basmasından mesul olan ve yerinden sallayıp sökebilecekken düşmanın ülkesi toprağı üzerine mevzilenmesine göz yumandır. Hangi kılığa girmiş olursa olsun gerçek hain odur. Her kim düşmana karşı koyabilecek durumda olup ta bunda üstüne düşeni yerine getirmezse o bir haindir.”
Ve sonra devam eder: “Kendisinden daha büyük ve ölçü bir milletin silah gücü karşısında yenik düştü diye hiçbir küçük ve zayıf millet için utanç söz konusu değildir. Ancak geçen zamanı silemeyeceği utanç milletin yahut onun fertlerinden birinin veya bir grubun ister işlerini düzenlemekteki dikkatsizliklerinden, isterse geçici bir menfaat arzusundan kaynaklansın, kendilerini düşmanın boyunduruğuna koşmalardır. Zira bu şekilde kendi mahıvlarının failleri olurlar.”
Afgani’ye göre Batılılar Doğuda yurtseverlik ruhunu bastırmak, milli eğitimi sindirmek ve Doğu kültürünü yıkmak için alışılmamış metotlar kullanmakta ve bu şekilde Doğuluları ülkelerindeki mevcut her türlü güzelliği, her türlü fazileti ve itibar edilecek türden bütün değerleri inkar etmeleri için tahrik etmektedirler. Onları Arap, Fars ve Hint dillerinde bahse değer hiçbir edebiyatın mevcut olmadığına ve tarihlerinde nakledilecek tek bir zafer bulunmadığına ikna etmekte ve onları bir Doğulunun sahip olabileceği tek bir meziyetin kendi anadiline sırtını dönmek ve kendi öz diliyle ifade etmekten aciz oluşundan gurur duymak ve beşeriyet kültürü içerisinde erişebileceği her şeyin bir Batı lisanının anlaşılmaz bir lehçesinden ileri gidemeyeceği görüşüne sık sık sarılmaktan ibaret olduğuna inandırmaktadırlar.
Cemaleddin, büyük bir samimiyetle Doğuluların kendi dilleri bulunmayan bir halkta tek bir toplum olma şuurunun şekillenemeyeceğini; kendilerine ait bir edebiyatları olmayan bir halk için dil diye bir şeyin söz konusu edilemeyeceğini; ülkelerinin mirasıyla uzaktan yakından bir bağı veyahut da insanların büyük başarılarından haberi olmayan bir halkın da tarihi olmayacağını anlamaları gerektiği üzerinde durmuştur.
Sonuç
Afgani 9 Mart 1897’de sürgünde bulunduğu İstanbul’da vefat etti. Kısa hayatı despotizmin ve belki de cehaletin tabii bir sonucu olarak sıkıntı, eziyet ve cefalarla geçti. Ancak bu aynı zamanda asil düşünce ve yüksek fikirlerle dolu cesur bir hayat, gelecek Müslüman nesiller üzerinde halen süren bir etki, işleyen bir hayat olmuştur.
Aslında, onun şahsında ve tüm etkinliklerinde yatan sır, onun hürriyet ve bağımsızlık aşkı ve gerek iç ve gerekse dış kaynaklı her türlü baskının karşısında yer almasıydı. Haysiyet onun hayat düsturuydu. Onun kanısınca Müslümanlar geçmişte yaptıkları gibi “Şan içerisinde yaşa ve şan içinde öl. Kılıç darbeleri ve dalgalanan bayraklar arasında” mısrasında bu denli güzel ifade edilen bu değerli prensibi hedef seçmek zorundaydılar. Ne var ki, Müslümanlar bu prensibi çok daha önce göz ardı etmişler, bir ömür boyu teslimiyet ve esareti kabullenerek öylesine düşmüşlerdir ki, kendi meselelerini bir hayat düsturu şeklinde uygulamaya koyan diğerleri umduklarından daha yüksek derecede bir mükemmelliğe ve zafere erişmişlerdir.
Şimdi ise hiç gecikmeksizin Müslümanlara yeni bir coşku ve ruh kazandırmak ve yeni bir nesil ortaya çıkarmak için yeni girişimlerde bulunulması gerekmektedir. Son olarak güç ve iktidar sahiplerinden asla takdir ve beğeni beklemeyeceklerine, asla vaatlere aldanmayacaklarına, asla tehditler karşısında geri çekilmeyeceklerine ve ta ki, bütün ödleklere, riyakar ve şarlatanların ülkelerindeki iktidardan ayrılmalarını temin edene dek çabalarını sürdüreceklerine dair and içecek sadık ve samimi insanlarca yürütülen “kurtuluş” cemiyetlerinin kurulması bir zorunluluktur.
Afgani’nin ölümünden bu yana 60 yılı aşkın bir süre geçti. Fakat onun seçkin ismi, bıraktığı derin izlerle hafızalardan hiç silinmeyecek ve onun cazibedar şahsiyeti tüm Müslüman kalplere hep o derin sevgiyi ve içtenliği ifade etmeye devam edecektir. Mustafa Abdurrazık tarafından da işaret edildiği üzere, Afgani modern Doğu tarihinde özgürlüğün savunucusu ve onun ilk şehidiydi. Gerçekten de o İslam’da modern ıslahın babasıdır.
Bibliyografya
Afgani’nin Eserleri
El-Redd ale’l-Dehriyyin, 1. Baskı, Beyrut, 1886; Makalt-ı Cemaliyye (Farsça), neşr. Lütfullah Esed Abadi, Tahran; El-Urvet el-Vuska (Muhammed Abduh’un iştirakiyle) son baskı, Kahire 1958; El-Kaza ve’l-Kader, El-Menar Basımevi, Kahire 1923.
Afgani Üzerine Eserler
Georges Cotchy, Djamal-Eddine al-Afgani et les mystres de Sa Majeste Imperiale Abd al-Hamid, Kahire; Goldziher, “Djamal al-Din al-Afgani”, Encyclopedia of Islam, c.1; E.G. Browne, The Persian Revolution of 1905-1909, Cambridge, 1910; Corci Zeydan, Meşahir el-Şark (Doğunun Şöhretleri), Kahire 1910; W.S. Blunt, Gordon at Hartum, Londra, 1911; Abdulkadir el-Kinevi, Tahrir el-Umem min Kalb el-Acem (Afgani’ye bir naziredir), Kahire, tarihsiz; M.Sellam Medkur, Cemaleddin el-Afgani; Bais el-Nahda el-Fıkriyye fi’l-Şark, Kahire 1937, (Mustafa Abdurrazık’ın önsözüyle); Muhammed al-Mahzumi Paşa, Hatırat Cemaleddin, Beyrut, 1931; Ahmed Emin, Zu’ama el-Islah fi’l Asr el-Hadis, Kahire, 1948; Abdulkadir el-Mağribi, Cemaleddin el-Afgani, Kahire, 1948; Abbas el-Akkad, Ala el-Esir, Kahire, 1947, Makam Cemaleddin Afgani (Urduca), Nefis Akademisi, Karaçi, 1939; Rıza Hemedani, Cemaleddin Afgani, Lahore 1951; Müstefid er-Rahman, Cemaleddin Afgani (Bengalce), Dakka, 1955.
Kaynak: İslam Düşüncesi Tarihi 4. Cilt M.M. Şerif
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net