- 08-08-2014
- 0 yorum
- 3679 okunma
Müminler birbirlerine bir duvarın taşları gibi destek olurlar. Hadis-i Şerif
Önemli iki şey vardır ki, bazen zaruret, insanları bunlara yönlendirir; bazen de din insanlara bu yönde rehberlik eder. Ayrıca eğitim ve öğretimde bu konuda etkili olur. Bu iki önemli şeyin biri diğerini gerekli kılar ve varlıklarını korumaları bu iki şeyle mümkündür. Bunların birincisi, insanları birliğe; ikincisi, düşüşü olmayan hâkimiyet sevdasına yönlendirmektir. Şayet Allah, bir milletin varlığını devam ettirmesini isterse, bu iki vasfı o topluma özgü kılarak kalıcı bir millet inşa eder ve bu süreklilik bu iki vasıf korunduğu sürece devam eder.
Herhangi bir millet, başka milletlere üstün gelmek için çalışmadığı, onlardan kendi bünyesini besleyecek, kendi varlığını teyid edecek şeyleri almadığı sürece ezilip yok olmaya mahkûmdur.
Milletler arasında üstün gelmek; tıpkı ferdi hayattaki beslenme gibidir. Beden gıdasını ihmal ettiği zaman zafiyet başlar ve neticede vücut yok olur, gider. Bir milletin varlığını devam ettirmesi, doğal gelişimini sürdürmesi için gerekli olanı elde etmesi, fertlerin bu hususta birleşmeleri ile mümkündür. Bir milletin fertleri arasında birliğe meyil gördün mü o milletin zaferini müjdele.
Milletlerin düşüş ve yükseliş sebeplerini keşfetmek için tarihe bakılırsa geri planda genel ilahi yasaların olduğu görülür.
Her milletin varlığı fertlerin birliği; büyüklüğü ise diğer milletlere sağladığı üstünlüğü oranındadır. Elinde olanla yetinmeyip daha çoğuna talip olduğu, düşmanlarının vurmalarını beklemek yerine kendi saldırdığı sürece hâkimiyetini ve gücünü yitirmesi mümkün değildir.
Allah bir milleti tefrika, nifak, dargınlık musibetlerine uğramadıkça, yok etmemiştir. Onların cezası uzun süren aşağılık bir hayat, şiddetli bir azap daha sonra ebedi bir mahrumiyet şeklinde düzenlenmiştir.
Birleşmek, anlaşmak ve yakınlaşmak demektir. Bunu meydana getirecek güce oluşmak için fertlerden her birinin milletin şerefini hissetmesi ve bunu en büyük zevk olarak telakki etmesi, o şerefi kaybetmenin her şeyi kaybetmek olduğunu idrak etmesi ve böyle bir kayıptan büyük üzüntü duyması zorunludur. İşte bu duygu sayesindedir ki fert; milletin diğer fertlerinin halini düşünür, zamanının bir bölümünü milletin şerefini, hâkimiyetini tekrar elde edebilmesi için çağrılar aramaya, millete musallat olan musibetleri gidermeye yönelik çalışmalara harcar. Milletin menfaatleri ile ilgili işleri kişisel işlerinden önde tutar. Bu duygu, sadece duygu olarak kalmaz, davranışlarına da yansır. Öyle ki diğer fertlerin menfaatlerini kendi menfaatlerinin üzerinde tutar sürekli. Nasıl tedbirli bir aile reisi sadece günlük ihtiyaçları karşılamakla kalmayıp, gelecek günleri de düşünür, çoluk çocuğunun geleceğini garanti altına almak isterse, aralarında birlik ve beraberlik olan sorumluluk sahibi fertlerde milletin günlük ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmez, güzel ve sürekli bir gelecek için çalışır. Daha iyi bir yaşama ulaşmak için yeni imkânlar yaratır. Milletlerin ilk devredeki hayatları bir asırdan az değildir. Bu, çocukluk dönemi olup asıl olgunluk dönemi bunu ardından gelir. Basiret sahibi milletlerin sorumluluk duyan fertleri büyük fedakârlıklar, büyük hizmetler sunar bu dönemde.
Eğer milletin fertlerindeki bilinçlenme, yukarıda açıkladığımız düzeye ulaşırsa, toplumun genelinde ve fertlerin her birinde ilerleme egemenlik ve üstün gelme arzusunun yer ettiğini görürsün. Arzunun gerçekleşmesi uğrunda azim ve gayretler birleşerek tıpkı sellerin tepelere hücumu gibi çevrelerindeki millete saldırır, arzuladıkları hedefe varmak için bir an bile durmazlar. Zafer bir kez kazanıldı mı, ardından diğerleri gelir.
Problem artık zafere ulaşmak için gerekli araçları elde etmekle sınırlıdır.
Bu iki emin İslam Dini’nin iki önemli esası olup, müminler için bunları terk etmek, Allah’a isyan sayılır. Allah Rasülü’nün ‘’ Bir mümin diğer müminler için kendi azalarından biri mesabesindedir. Onlardan birine bir zarar geldiğinde diğerleri de onlardan etkilenmişçesine üzülürler’’ dediği gibi, ayrılığı da ‘’Birbirinize düşmanlık etmeyiniz, haset etmeyiniz, birbirinize bencillik yapmayınız. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz. ‘’diyerek yasaklamıştır. Gene cemaatten ayrılanı hüsran ile, helak ile tehdit etmiş, bunlar hakkında da sürüden ayrılan kuzu örneğini vermiştir. Zaten Allah’ın Resulünün bu gibi emirlerinden önce Allah’ın emirleri gözlerimizin önünde duruyor. Bu emirlerin tümü, Kur’an’a bağlılık ile, ayrılıktan ve düşmanlıktan kaçınmayı emrediyor. Allah, fertleri birbirine düşman olan bir topluluğun İslam sayesinde kardeş olmaları gerektiğini sitayişle dile getiriyor. Allah’ın kitabı:
Ancak müminler kardeştirler(Hucurat 10) buyuruyor ve ihtilaf halinde olanların, ihtilaflarının hemen giderilmesi için ayetleri ile muhatap olanlara çağrıda bulunuyor, sonra bu yaptırımı güçlendirmek için diyor ki Eğer müminlerden iki topluluk çarpışacak olurlarsa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüz de bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın(Hucurat 9).
Müminler topluluğundan kimsenin ayrılmaması, birliğin korunması emredilir. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra ayrılanlar ve ihtilafa düşenler gibi olmayın (Al-i İmran 105) Kur’an bu beraberlikten kaçanları şiddetli azap ile tehdit eder.
Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere muhalefet ederlerse ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız…(Nisa 115)
İyilik ve takva için yardımlaşmak farz olup, Allah’ın sözünü üstün kılmak ve milletin aydınlığını arttırmaktan daha büyük bir iyilik yoktur. Allah’ın eli topluluk iledir der, Allah Resulü. Müslüman fertler arasında gerçek bir birlik ve açık bir yakınlık gerçekleştikten sonra, böyle bir topluluğu teyid için Allah’ın kudreti yeterli değil midir?
Birlik ve beraberliğin İslam şeriatındaki yeri o kadar önemlidir ki ümmetin bir emir üzerinde birleşmesi ilahi hüküm olarak kabul edilmiş, etrafında birleşen bir hükmün, bütün Müslümanlarca kabul edilmesi şeriatın emirleri arasına girmiş, bunu kabul etmemek dinden çıkmayla eş tutulmuştur.
Resulün birlik ve beraberliğe bağlılığı şu hadisinde çok açıktır:
Müminin mümine bağlılığı, taşları birbirine bağlı olan duvarlar gibidir. Hılfu’l-Fudul bir cahiliye antlaşması olmasına rağmen koca bir Resul çağırılmış olsaydı kabulleneceğini söylüyordu. (Hılfu’l-Fudul; Haşim, Zuhra ve Teymiin, Abdullah İbni Cedan’ın yanına gelerek zulmü bertaraf etmek, zalim olandan hakkı almak üzere antlaşma yaptılar. Antlaşmanın bu şekilde adlandırılmasının nedeni, herhangi bir kimsede hakkından fazlasını ve zulüm ederek elde ettiğini yanına bırakmamak, onu mutlaka alarak sahibine tekrardan vermek için antlaşılmasıdır.)
Bu, Müslümanlar arasında antlaşmanın zorunlu olduğunun delilidir. Ayrıca bu antlaşma Müslümanlarla sınırlı kalmayacak, Zımmileri de kapsayacaktır. Zira dinin sınırları, zımmileri korumasız bırakacak kadar dar değildir.
Hak sözün yükselmesi, mülkün genişlemesi ve genel hâkimiyetin teşekkülü için çalışmaya gelince, ona çağırmayan hiçbir ayeti Kur’an’da bulmak mümkün değildir. Ayetlerin her biri ona çağırmakta, Müslümanların bu konu üzerinde ciddiyetle durmalarını acilen istemekte, bu sorumluluğun yerine getirilmesinde, gevşemelerini de haram saymaktadır. Dinimizin hükmü budur. Ona inanan ve onun sözleşmelerine bağlı olan hiç kimsenin bundan şüphesi yoktur.
Peki, biz aramızdaki bu itilafı, ayrılığı, zulme karşı bu duyarsızlığı sürdürdüğümüz sürece, sorumluluğumuzu yerine getiriyor diyebilir miyiz? İlahi hükümlerin gereğini yerine getirmek, şeri hükümlerin güçlü ellerce desteklenmesine bağlı iken nasıl böyle bir ideada bulunabiliriz? İttifak olmak ve üstün gelmeye yönelmek gibi şeriatın iki temel direğini yıktıktan sonra, dostluk ve şefaatin bir yarar sağlamayacağı yargılama gününde, Allah indinde ortaya koyabilecek ne gibi bir mazeretimiz olabilir? O’nu razı etmemiz mümkün olur mu? Üstelik dört yüz milyonu aşan nüfuzumuzla bunu yapmak mümkün iken.
Bizi tehdit eden ve değerimizi düşüren bütün bu tehlikeler, ayrılığımız, geriye çekilmemiz ve Allah ve Resul’ünün yasakladığı bölümlerin sonucudur. Dilimizden düşmeyen, o tevhid kelimesinin bize yüklediğini yerine getirseydik, yabancıların, memleketimizi paramparça etmelerine, zulmetmemelerine imkân olur muydu? Bunu önceden hissedemez, göremez miydik?
Şeriatın açıkladığı gerçekler tüm Müslümanlarca bilinmektedir. Fakat bunların yerine getirilme zorunluluğu da vardır.
‘’İnsanlar, ‘İman ettik’ deyince, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar. Andolsun, onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalanları da bilmektedir. ’’ (Ankebut; 2–3)
Şüphesiz mü’min, Allah’ın kendisini yalancı değil de doğru bilmesine sevinir. Doğru olanı, yanlış olandan ayıran ancak eylemdeki doğruluktur. Gerçek bir Müslüman hiç zillet ve kahır içinde geçecek olan bir hayata talip olabilir mi? İsterse bu hali çok kısa sürsün. Biz Müslümanlar bu kadar şerefli bir yaşamın ardından, zillete ve güçsüzlüğü nasıl katlanabiliriz? Zillet içinde, yoksulluk içinde, dinimizi tanımayan, şeriatımıza hürmet etmeyen bir grup yabancı gelsin, memleketimizde, mülkümüzde gönüllerince hareket etsinler. Hayır, hayır, böyle bir şeyi kabul etmek mümkün değil!
İmanlarında ihlâslı olanlar ve Allah’a yardımcı olanlara Allah’ın yardımı olacağı, teyid edilmiştir.
‘’Siz, Allah’a yardım ederseniz, o da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlamlaştırır.’’ (Muhammed;7) Allah’ın vermiş olduğu söze inananlar mallarını sarf etmekten ve bu yolda ölmekten geri durmazlar. Nasıl dursunlar ki, Allah böyle istiyor. Apaçık gerçek budur ve başka türlü kurtulma imkânı mevcut değildir.
Basireti insanlar bilirler ki, Allah’ın yardımı ve dinin kuvvetlenmesi, ancak müttefik olmakla ve müminlerin elbirliği ile gerçekleşir. Memleketlerimiz paramparça ediliyor, elimizde kalanlar için kura çekiliyor, bayraklarımız baş aşağı ediliyor ve bizden ses çıkmıyor. Biz sözde ittifak ediyoruz ki bizler Allah’a ve Muhammed’in getirdiklerine iman ediyoruz. Bir bilsen ne kadar utanç verici!
Birliğe yönelmek, hâkimiyeti ele geçirmek, İslam’ı yüceltmek için tüm gayreti ile uğraşmak, Müslümanların gönlünde yer edinmiştir. Fakat daha önceki yazılarımızda vurguladığımız gibi, bazı nedenler onları gölgeledi ve oyaladı. Bir zaman onları alıkoydu. Unuttular fakat azmadılar, aşağılık oldular fakat şaşırmadılar. Lakin dehşete kapılarak, kendilerini kaybettiler. Onların durumu tıpkı karanlıkta, meçhul bir yerde dolaşanlar gibidir. Her biri yardım istemekte, yardımın kendisinde olduğunu bilmemektedir.
Sanıyorum, ulema kalksa, birbirinden haberi olmayan Müslümanlar arasında birlik oluşturmaya çalışsa, bir bölgedeki Müslümanların sesini diğerlerine ulaştırmaya çalışsa, Müslümanlar kısa sürede bir araya gelebilir. Hele elde Beyt el-Haram gibi tüm dünya Müslümanlarının toplanabileceği bir yer varken, bu hiç de zor bir iş olmasa gerek. Allah, burada her milletten, her kabileden, her aşiretten insanları topluyor. Dünyanın her tarafından gelen insanlar arasında, böyle bir sözün ne kadar etkili olacağını tahmin etmek güç değil.
Hele büyük kalabalıklar halinde toplanan halkın bir kısmı, diğer bir kısmının yabancıların baskısı, tahakkümü altında inim inim inlediğini duyacak olursa, İslam halkları uyanır, teoriden pratiğe geçmeyi bir anda gerçekleştirebilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net