- 12-05-2020
- 0 yorum
- 2319 okunma
İnsanlık tarihine katkıda bulunmuş insanların hayatlarını öğrenmek için ansiklopediler yeterli gelebilir. Ancak o insanların şahsiyetlerinin nasıl şekillendiğini, nasıl o insan haline geldiklerini, iç dünyalarında neler yaşadıklarını anlamak için başka kaynaklara ihtiyaç duyarız. İşte o zaman elimiz biyografilere gider. Biyografiler aracılığıyla tarihi şahsiyetleri tanımaya ve bundan da önemlisi anlamaya çalışırız. Tabii biyografi yazarının bize açtığı pencere nispetinde…
Tarih yazımının en çetrefilli dallarından biridir biyografi çalışmaları. Çünkü hazırlık aşamasında tarihçiyi bekleyen yığınla tehlike vardır. Konunun hangi teori çerçevesinde ele alınacağından kaynakların seçimine, yazım yönetiminin belirlenmesinden ardına düşülecek sorulara kadar pek çok sorun pusuda bekler kendisini. Cemal Kafadar’ın Kim Varmış Biz Burada Yoğ İken kitabında vurguladığı gibi her tercih, tarihçinin bir şeyleri daha iyi görmesini sağlarken bazı hususları görmesine de mani olur. Bu sebeple keskin tercihler, biyografi çalışmalarını – ne kadar emek verilirse verilsin- nakıs bırakabilir.
Tarihin Peşinde kitabında John Tosh da bu konu şu tespitte bulunur: “Biyografilerde en büyük sorunlardan biri bilgi toplama sorunudur. Tarihçinin elinde sadece belgeler vardır ve onlar kişini karakteri ve ruhu hakkında bilgiler içermez.” İşte bu noktada devreye empati girer. Tarihçinin empati yoluyla incelediği şahsiyetle iletişime geçmesi gerekir. Çünkü bir bireyin eylemlerini ancak onun duygusal yapısına, mizacına ve önyargılarına mercek tutarak anlayabiliriz.
Bu uzun girişe Nikki Keddie’nin Efgânî biyografisi üzerine birkaç satır karalamak için ihtiyaç duydum. Sebebini şöyle izah edeyim. Kitap, 20. yüzyılın en tartışmalı isimlerinden biri olan Cemaleddin Efgânî üzerine yazılmış kaynaklar arasında hatırı sayılır bir yere sahip. Uzun soluklu arşiv çalışmalarının, bulunan yeni belgelerin ve titiz incelemelerin ürünü. Yaklaşık 500 sayfa olan eser, Cemaleddin Efgânî’nin özellikle siyasi faaliyetlerine odaklansa da, doğumundan ölümüne tüm hayatını tafsilatlı bir şekilde kuşatıyor. Nikki Keddie’nin bu tafsilatlı çalışması özellikle Efgânî üzerine yapılan araştırmalar için, temel kaynaklardan biri olmayı hak ediyor.
Marjinal kayaklar tercih edilmiş
Oldukça titiz çalışılmasına ve akademik sahada ciddi bir yer tutmasına karşın kitap, bazı kusurları da barındırıyor. Ancak ben eserin tarih yazımı açısından barındırdığı bazı sorunlara dikkat çekmek istiyorum. Öncelikle Nikki Keddie’nin kaynak seçiminin ve bunları yorumlama biçiminin ele alınması gerekiyor. Yazar İran’da ve İngiltere arşivlerinde bulunan ve daha önce sahanın uzmanları tarafından pek rağbet edilmeyen belgeleri kullanmayı tercih etmiş. Bu elbette anlaşılabilir bir seçim. Her tarihçi farklı kaynaklar kullanabilir. Ancak tercih edilen kaynaklar, incelenen şahsiyeti yaşadığı tarihi bağlamdan kopartmadığı ve diğer kaynaklardan elde edilen verileri tamamen yok saymadığı sürece. Ne yazık ki Nikki Keddie eserinde bu hataya düşüyor. Merkeze aldığı kaynakların kendisini yönlendirmesine izin veriyor ya da istiyor.
Yine kitabın temel tezini de bu kaynaklar belirlemiş. Dolayısıyla yazar ön bir kabulle hareket etmiş. Araştırmalarını bu kabul doğrultusunda yapmış, eserini başta belirlenen bir hükmü ispatlamak üzere kurgulamış. Dahası kitap boyunca Nikki Keddie, sebebini anlayamasam da, bir biyografi yazarından ziyade bir yargıç edasıyla konuşuyor bizlerle. Sanki yazar için Efgânî, incelediği tarihi bir şahsiyetten ziyade, mahkemede hesap veren bir mahkum gibi. Bu yargılayıcı dil, biyografi okuru için oldukça rahatsız edici. Üstelik bütün çabasına karşın yazar, okuru ikna etmeyi de başaramıyor. Çünkü bu noktada da keskin bir tavır sergiliyor. İddiasını temellendirirken kullandığı tek argüman var: “Elimde belgeler var ve belgeler böyle söylüyor.”
İsterseniz daha anlaşılır olması açısından Efgânî’nin İran’da doğduğu ve bu sebeple de Şii olduğu iddiasını ele alalım. Nikki Keddie bu iddiayı İran’da Efgânî üzerine yazılan biyografilere ve İngiltere Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bazı belgelere dayandırır. Efgânî hakkında Huma Pakdâmen ve Mirza Lutfullah Han gibi yazarlar tarafından kaleme alınan eserleri kullanır. Bu kaynaklar Efgânî’nin İran’da Esedabad’da doğduğunu ileri sürer. Yazara göre Efgânî’nin Farsçayı akıcı bir şekilde konuşması ve İslam felsefesi geleneğine hâkimiyeti de bunun delillerinden sayılmalıdır.
Güvenilirlik açısından kaynaklar arasında fark yok
Nikki Keddie ayrıca Muhammed Abduh, Emir Şekip Arslan veya Reşid Rıza gibi Efgânî’yi yakından tanıyan kişilerin onun hakkında yazdıklarını güvenilir bulmaz. Aralarındaki yakınlık sebebiyle taraflı olduklarını vurgular. Bu konuda kendisine hak vermek de gerekir. Buna mukabil İran’da kaleme alınan kaynakların da benzer bir vesileyle kaleme alındığını dikkate almaz. Dolayısıyla elimize doğum belgesi veya nüfus kaydı gibi kesin bilgi içeren bir belge ulaşana kadar Efgânî’nin İran’da mı, yoksa Afganistan’da mı doğduğu tartışması devam edecek gibi görünüyor.
Ayrıca yazar Afgânî’nin doğum yeri hakkında neden yanlış bilgi verdiği veya Şii olduğunu neden gizlediği hakkında bir yorum yapmaz. Yine kitaptan, Şii olmasının Afgânî’nin düşünce dünyasını nasıl etkilediği veya şekillendirdiğine yönelik –birkaç vurgu dışında- doyurucu bir cevap almak da mümkün değil.
Benzer bir problem de Nikki Keddie’nin, Efgânî’nin aslında inançsız biri olduğu yönündeki iddiasıdır. Ona göre Efgânî, Müslüman olmadığı gibi hiçbir dine de mensup değildir. Yazar bu iddiasını İstanbul’da yaşanan bir olaya dayandırır. Sultan Abdülaziz’den aldığı davet üzerine İstanbul’a gelen Efgânî, 20 Şubat 1870 tarihinde gerçekleşen Darülfünün açılışına katılır. İstek üzerine bir açılış konuşması yapar. Hikmet ehlinden bahsettiği bu konuşmada felsefeyi ilimlerin en yücesi olarak tarif ederken, nübüvveti bir zanaat veya sanat olarak değerlendirir.
Efgânî İstanbul’da neden tekfir edildi?
Darülfünün Mektebi’nin açılışına muhalif olan çevreler bu konuşmayı parmaklarına dolar. Kısa sürede Efgânî’nin, filozofları peygamberlerden daha üstün tuttuğu ve dolayısıyla da kâfir olduğu yönündeki söylentiler çığ gibi büyür. Baskılar sebebiyle dönemin şeyhülislamı Hasan Fehmi Efendi kendisini tekfir eder ve Efgânî İstanbul’dan uzaklaştırılır. Bu olay Nikki Keddie için onun inançsız ya da başka bir ifadeyle kâfir olduğunu ispatlamak için yeterlidir.
Yazarın böyle bir vakayı kendi iddiasına delil olarak alması elbette İslam düşünce geleneğine vakıf olmamasından kaynaklanır. İslam düşünce geleneğinde -felsefe ya da kelam literatürü fark etmez- sistem ilimlerin tasnifi üzerine inşa edilir. Buradaki ilim kelimesi insanî bilgiye, yani çeşitli yöntemlerle insan tarafından üretilmiş bilgiye karşılık gelir. Vahyin kendisi veya ona aracılık eden Peygamberin sözleri bu bilginin üstündedir ve genellikle bu tasnif içinde yer almaz. Ayrıca konu hakkında bizzat Efgânî ile görüşen Ahmed Cevdet Paşa, daha sonra meselenin iç yüzünü merak eden Sultan II. Abdülhamid’e benzer şeyler söyleyerek Efgânî’nin yanlış anlaşıldığını belirtmiştir.
Efgânî söz konusu olduğunda, bizim için üzerinde durulması gereken asıl problem onun modern dönem İslam düşüncesindeki yeridir. Modernist yorumlardan milliyetçiliğe, köktendincilikten tasavvuf karşıtlığına varan güçlü etkisidir. Bu sebeple öncelikle onun İslam düşünce geleneğinden neler aldığı, hangi kaynaklardan beslendiği ve düşüncelerinin nasıl şekillendiği aydınlatılması gerekir. Ancak Nikki Keddie kitabında bunlarla ilgilenmez. Elbette bu onun siyasi faaliyetlerine odaklanmasından kaynaklanıyor olabilir. Efgânî’nin oldukça çalkantılı ve aksiyon dolu bir hayatı var ve bu açıdan ilgi çekici. Ancak onu ilgi çekici veya önemli kılan asıl yönü bir aksiyon insanı veya siyaset adamı olmasından kaynaklanmıyor. O; bir ilim adamı olması, İslam düşüncesinde yol açtığı problemler veya sebep olduğu kırılmalar sebebiyle önemli. Ayrıca onun siyasi faaliyetlerini, fikirlerinden kopuk bir şekilde değerlendirmek de hatalı olacaktır.
Her biyografi biraz tahrif içerir
İtiraf etmek gerekir ki, tarihçi ne kadar titiz olsa da her biyografi, konu aldığı kişiyi yeniden kurgular. Nikki Keddie, Efgânî çalışmasında dozu biraz fazla kaçırmış. En baştan doğru olarak kabul edilen bir yargıyı ispatlamak için yazmış eserini. Empatiden uzak. Kitabı okurken bir ülkeden diğerine koşuşturan bir karakterin ardından sürüklenirken yoruluyorsunuz. Çünkü o satırlarda Efgânî’nin iç dünyasına dokunmak, ruhunun derinliklerine nüfuz etmek veya derin hesaplarını keşfetmek imkânsız. Üstelik sürekli onu olumsuzlayan buyurgan bir dil araya giriyor.
Nikki Keddie incelediği tarihi şahsiyetle empati kurmaya çalışmadığı gibi bizi de engelliyor. Önünüze belge yığınlarından bir set çekiyor. Bir belge yığını haline gelmesi kitabın kıymetini yükselttiği kadar düşürüyor da ne yazık ki. Zira belgeleri konuşturan tarihçidir. Modern tarihçiliğinin babası Leopold von Ranke’nin dediği gibi belgeler “olguları nasılsa öyle” görmemize yetmiyor her zaman. Belgeler kadar onların nasıl yorumlandığı da önemli. Bu da tarihçinin sahaya vukufiyetine, derinliğine, ufkunun genişliğine ve elbette niyetine kalmakta.
Kim bilir belki de yazarın amacı–iyi bir biyografi yazmak yerine- marjinal kaynaklar üzerinden marjinal iddialarda bulunmaktır. Eğer öyleyse çok başarılı olduğunu belirtmek gerekir.
Not: Bu yazı Cemâleddin Efgânî’ye yönelik bir portre çalışması olmayıp, Nikki Keddie’nin kitabı üzerine yapılan bir değerlendirmedir.
Kaynak: Dünyabizim
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net