Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  Safevî Şiası Üzerine Tarihsel Bir Çerçeve / Muharrem VAROL
  • Facebook da Paylaş
Safevî Şiası Üzerine Tarihsel Bir Çerçeve / Muharrem VAROL
  • 16-09-2015
  • 0 yorum
  • 5215 okunma
Ali Şiası; Şiiliğin temeli olarak kabul edilmekle birlikte, Safevî şiası da onun deforme ve dolayısıyla siyasete alet edilmiş bir şekli olarak takbih edilen bir muhtevaya sahiptir.

İran’ın yetiştirdiği ideologlardan biri sayılan Ali Şeriatî’nin kategorik olarak ayırıma giderek yorumladığı Safevî Şiası ve Ali Şiası bir bakıma İslam dünyasının “birliği” yolunda önemli bir kavramsallaştırma olarak kabul edilebilir mi? Diğer bir ifadeyle, bu kavramsallaştırma esas alındığı takdirde Şii-Sünni yakınlaşması hatta bunun ötesinde ittifakı bugün için mümkün müdür? 18. yüzyılın ilk yarısında Nadir Şah ve I. Mahmud döneminde güçlü bir şekilde gündeme gelen hem İstanbul’da hem de Necef’te gerek sünni gerekse şii ulema tarafından tartışılan bu husus kanaatimizce aktüalitesini hala yitirmemiştir. Öyle ki genelde yanlış bir şekilde tanımlanmakta ısrar edilen II. Abdülhamid dönemi Pan-İslamist hareketinin bir ayağının da Şii-Sünni ittifakı olduğunu burada hatırlatmakla iktifa edelim. Hakikatten, 16. yüzyılın başından itibaren çoğu zaman çatışma bağlamında cereyan eden Osmanlı-İran ilişkilerinin yukarıda bahsi geçen kırılmalar hatırlandığı takdirde günümüz dünyasında benzer bir uyum sürecinin geliştirilip geliştirilemeyeceği sorusu akla gelmektedir. Bu soru Türkiye ölçeğinde mühim olduğu kadar dünya siyaseti bağlamında da son derece hayati bir öneme sahiptir. Çünkü bugün İslam dünyası içerisinde Şiilik sadece İran’da temerküz etmiş bir mezhep değildir. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu içlerine ve Azerbaycan’dan Hindistan’a kadar pek çok bölgede Şii etki sahalarına rastlamak mümkündür. Burada, Şiiliğin İslam tarihi içerisindeki serüvenini ve yayılımını ele almayacağız, ancak yukarıda işaret ettiğimiz müellifin daha sonra çok daha ayrıntılı ele almayı hedeflediğimiz aynı isimli eserinde belirttiği kavramsallaştırmayı tanımlayarak Safevî Şiasının yükselişinin tarihsel bağlamına değineceğiz. Böylece, Osmanlı tarihi çerçevesinde İran ile ilişkilerin seyri zaviyesinden Sünni-Şii çatışması ya da uyumu hakkında bir takım analizleri yapmak mümkün olabilecektir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, burada vurgusu yapılan Ali Şiası; Şiiliğin temeli olarak kabul edilmekle birlikte, Safevî şiası da onun deforme ve dolayısıyla siyasete alet edilmiş bir şekli olarak takbih edilen bir muhtevaya sahiptir. Safevîlik karşısındaki siyasi güç olan Osmanlı Devleti’nin temsil ettiği Sünni ideolojinin benzer bir bağlamda değerlendirildiğini burada söylemek mümkündür. Dolayısıyla, Ali Şeriatî’ye göre Şiiler ve Sünniler arasındaki husumet bir bakıma siyasi hesaplaşmalara aracılık haline getirilmiş suni bir gündem olmuş ve maalesef bugüne kadar üretilmeye devam etmiştir. Bunun tarihsel gerçeklik ile ne kadar uyumlu olup olmadığını burada incelemeyeceğiz. Safevî Devleti’nin menşeinde bulunan Erdebilî tarikatına ve onun devletleşme sürecine ana hatlarıyla temas ederek bu yazıda Türkiye ve İran münasebetlerinin geçmişi hakkında kısa bir gezinti yapmak faydalı olacaktır. Bu tarihsel vetirede “paradoksal” görüntülere temas etmeyi hedeflemekle beraber, aslında bu iki kadim medeniyetin siyasi hesaplaşmaların ötesinde sosyal, ekonomik, kültürel ve sanatsal açıdan kaderlerinin ne kadar iç içe geçmiş olduğunu şimdiden vurgulamamız gerekiyor. Bu noktaya da ileriki yazılarda değinilecektir.

Sünnilikten Şiiliğe: Erdebil Tekkesi

Bu “paradoksal” görüntülerden ilki İran’ın teşeyyu (şiileşmek) etmesinde rol oynayan Safevî tarikatının aslında başlangıcı itibarıyla sünni bir tarikat olması hususudur. Safevîlik mebde itibarıyla Şeyh Ebu’l-Feth İshak Safiyüddin el-Hüseynî (ö. 1334) tarafından kurulan bir tarikattır. Onun, Geylan’da Halvetiye tarikatı pirlerinden İbrahim Zahidî’den (ö. 1301) hilafet aldığı rivayet edilir. Şeyh Safiyüddin’den sonra yerine geçen oğlu Şeyh Sadreddin (ö. 1389) ise yine ehl-i sünnete mensup bir şeyh olup İbn-i Haldun’un onun hakkında “şeyhül meşâyih” dediği aktarılmaktadır. Ondan sonra posta oturan Hoca Ali (ö. 1429) ise Timurlenk’in saygı duyduğu ve bir takım yardımlarda bulunduğu bir kişidir. Geniş vakıf arazilerine sahip olan tarikat bu dönemde bir hayli organize olmuş ve tedricen siyasi bir mahiyete bürünme yoluna girmiştir. Tarikatın bu dönemden itibaren aynı zamanda bir teşeyyu sürecine girdiği bilinmekle beraber, bu dönüşümün nasıl tahakkuk ettiği noktası hala tavzihe muhtaçtır. Hoca Ali’den sonra Erdebil Tekkesi’nin şöhretinin Irak, Suriye, Anadolu ve Buhara’ya kadar iyice yayıldığı ve burasının tamamen bir ziyaret merkezi haline geldiği belirtilir. Faruk Sümer’in ifadesiyle; bir müddet sonra tarikatın başı Erdebil’de iken gövdesi ise Anadolu’ya uzamıştır.

Şeyh Ebu’l-Feth İshak Safiyüddin el-Hüseynî Türbesi

Safevî tarikatının tam anlamıyla siyasi bir entite haline gelişinin arkasında aslında Şeyh İbrahim’in oğlu Şeyh Cüneyd (ö. 1460) bulunur. Amcası Şeyh Cafer ile meşihat mücadelesini kaybetmiş ve beraberindekiler ile önce Karakoyunlu topraklarına sonra Anadolu’ya gitmek zorunda kalmıştır. Her iki siyasi otoritenin Cüneyd’e bakışının menfi olduğu malumdur. Hele Konya’da Sadreddin Konevî zaviyesi içerisinde Hoca Hayreddin ve Abdüllatif Kudsî ile girdiği Kur’an ayetleri hakkındaki tartışma sonrasında Karamanoğullarının hışmından son anda kurtulabilmiştir.

Burada bir istitrat yaparak bahsi geçen tartışmaya temas etmek yararlı olacaktır. Zira, tartışmanın taraflarına bakıldığı zaman birisinin Osmanlı ulemasını temsil eden şeyhülislamlık kurumunun ilk reisi sıfatına sahip Molla Fenarî’nin şeyhi Zeynî tarikatı halifelerinden Abdullatif Kudsî (ö. 1452) olduğu görülür. Kudsî, 1448’de Anadolu’ya yaptığı ikinci seyahati sonrasında Konya’da Sadreddin Konevî zaviyesine yerleşmiştir. Bu sırada, zaviyeye Cüneyd-i Safevî gelmiş ve aralarında meşhur tartışma geçmiştir. Cüneyd “Ataya ashabı mı evladır evladı mı” diye sorunca Kudsî, ashabın Kur’an’da muhacir ve ensar için geçtiğini, dört mezhebin de evlattan değil ashaptan alındığını söyler. Cüneyd, “o ayetler inerken sen orda mıydın?” diye sorması üzerine cevaben “sen şimdi bu kelamınla kafir oldun, kendine tabi olanları da kafir ettin” demiştir. Menkibe suretinde anlattığımız bu olayın tarihsel otantikliği bir tarafa, bu basit gibi görünen ihtilaf mevzusu aslında iki mezhep arasındaki çatışmanın yüksek gerilim noktalarından biridir. Zira, garip bir tesadüf olarak Osmanlı uleması tarafından benimsenen Zeynî tarikatının bir şeyhiyle girilen bu tartışma orada kalmamış ve münakaşanın muhtevası ise sonraki dönemlerde farklı bağlamlarda meşhur Osmanlı şeyhülislamlarının reddiye yazdıkları bir husus olmayı sürdürmüştür.

Şeyh Cüneyd bu şekilde bir son ile Karamanoğulları’ndan uzaklaştıktan sonra Dulkadiroğulları’na sığınmıştır. Fakat, burada da tutunamayarak Trabzon taraflarına geçmiş ve bir iki askeri harekat teşebbüsünde bile bulunmuştur. Neticede, zaten karizmatik bir şeyh hanedanlığına mensubiyeti ve etrafında askeri bir gücün mevcudiyeti gibi gerekçeler ile Uzun Hasan’ın (ö. 1499) himayesine girmiştir. Bu menfaat yakınlaşması ilginç bir şekilde akrabalık bağına dönüşmüş ve Şeyh Cüneyd, Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evlenmiştir. Şeyh Cüneyd, kendisine bağlı bir ordu kurarak Anadolu içlerinde teşkilatlanmasını sürdürmüş ve çevre bölgelere askeri seferler düzenlemiştir. Gürcistan’a bu şekilde başarılı akınlar yapmıştır. Yukarıda bahsi geçen paradoksal görüntülerden biri de işte burasıdır. Bir Şii ideolojisine sahip olan Karakoyunlu ile değil de daha çok Sünni güdümünde bulunan Akkoyunlular ile Safevîlerin ittifakı bu anlamda üzerinde durulması gereken bir konudur.

Bu arada, Safevî dailerinin Anadolu’da çok etkili bir şekilde propaganda yapmaya devam ettiklerini belirtmek gerekir. Bu misyon kadar, Osmanlı Devleti’nin konar göçerleri kontrol etme ve vergilendirme çabalarının Anadolu’daki Türkmenlerin Erdebil Tekkesi’ne olan teveccühünü ziyadeleştirdiği belirtilir. Örneğin, Timur’un esir ettiği Türkmenleri Hoca Ali’nin tavassutuyla salıvermesi sonrasında bunların Anadolu’ya avdet ederek Erdebil Tekkesi’nin gönüllü propagandistleri olarak hareket etmeleri bile bölgenin Safevîler için ne kadar münbit olduğunu gösterir. Nitekim, Safevîler bu durumun bilincinde olarak 17. yüzyıla kadar cereyan eden bazı isyanların tahrik edilmesinde dolaylı roller üstlenmişlerdir.

Safevî tarikatının devlet haline gelmesinde çok önemli bir rol üstlenen Şeyh Haydar (ö. 1488) ise dayısı olan Uzun Hasan’ın kızı ile izdivaç yaparak siyaseten konumunu tahkim edebilmişti. Onun döneminde Oniki İmam Şiiliğini (İsna Aşeriyye) sembolik anlamda temsil eden on iki dilimli tacın kullanıldığı ifade edilir. Şeyh Haydar da Şirvan üzerine yaptığı bir sefer sırasında öldürülmüştür.

Şeyhlikten Şahlığa: Şah İsmail

Şeyh Haydar’dan sonra oğulları Şeyh Ali ve İsmail, dayıları Akkoyunlu hükümdarı Yakup (ö. 1490) tarafından himaye edilse de ondan sonra tahta çıkan Rüstem bunlara ihtiyatla yaklaşmış ve askeri güçlerinden endişe ederek Şeyh Ali’yi öldürtmüştür. Buradan sağ kurtulan Şeyh İsmail ise Akkoyunlu tahtının varisi olduğu iddiasıyla harekete geçmiştir. Beraberinde topladığı 30 bin kişilik silahlı bir güçle önce Bakü’yü ele geçirmiş sonra da Akkoyunlu Hükümdarı Elvend Bey’i 1501’de Nahçıvan’da mağlup ederek Safevî Devleti’ni tesis etmiş ve şeyhlikten şahlığa geçmeyi başarmıştır. Şah İsmail, Sünni Akkoyunlu hanedanlığına son vermekle yetinmemiş kırk binin üzerinde Sünniyi kılıçtan geçirmiş ve bu zulme kızan annesinin dahi kanına girecek kadar mutaassıp bir lider olduğunu ortaya koymuştur.

Burada bir hususa daha işaret etmekte fayda var. Şah İsmail sadece kuru bir devlet liderliği gütmemiş; kendi atalarının Hz. Ali’nin soyundan geldiğini iddia etmiştir. Şah İsmail, bunu “militan bir ideoloji” haline getirdiği Safevî Şiiliğinin merkezine yerleştirmiştir. Fakat, bu seyyidlik iddiasının aslında bir tür müteseyyidlik olduğunu ilgili uzmanların dile getirdiğini burada işaret edelim. Ancak, buna rağmen söz konusu iddia Safevî hareketine mesiyanik bir özellik katmış ve Anadolu da dahil olmak üzere bazı bölgelerdeki mazlum ve mağdur olduğunu düşünen Türkmen halkı gözünde kendisine bir tür “kurtarıcı” gözüyle bakılmıştır. Hatayî mahlasıyla Türkçe şiirler yazan Şah İsmail ise bu temayı eserlerinde çok müessir bir surette işlemeyi bilmiştir. Erdebil Tekkesi ve Anadolu halkı arasındaki bu bağ dai ve propagandistler tarafından daha da kuvvetli hale getirilmiştir. II. Bayezıd’ın Osmanlı hesabına bu tehlikeyi fark etmediğini söylemek yanlış olur. Zira, hem Erdebil’e doğru olan ziyaretleri önlemeye çalışmış hem de Bektaşiliğin kurumsallaşması çabalarına doğrudan katkıda bulunmuştur. Onun, Erdebil Tekkesi ile irtibatta olduğunu tespit ettiği toplulukları Mora’ya sürdüğü bilinmektedir. Ayrıca, bugün Bektaşiliğin pir-i sanisi olarak kabul edilen Balım Sultan’ın 1501’de Dimetoka’dan alınıp Kırşehir’deki Pirevine getirilmesini II. Bayezıd’ın veli-meşrepliği ile izah etmek çok naif bir yaklaşım olacaktır. Manevi bir saikten daha çok bunu politik bir hamle şeklinde okumak daha doğrudur. Yükselen Safevî tehlikesi ve propagandası karşısında teşeyyu temayüllere sahip Türkmenleri kontrol altında tutmak amacıyla Balım Sultan’ın Âsitaneye şeyh yapıldığı akla daha yatkın görülmektedir. Nitekim, Balım Sultan’ın da Bektaşilik içerisinde “Hak-Muhammed-Ali” üçlemesi gibi bir takım yenilikleri kattığı hesap edilecek olursa Safevî Şiiliği karşısında bir Osmanlı Bektaşiliğinin devlet eliyle üretilmeye çalışıldığını söylemek makul bir yaklaşımdır.

Yavuz ve Şah İsmail karşılaşmasının gerisindeki tarihsel çerçevenin ana hatlarını vermeye çalıştık. Görüldüğü üzere, Safevî-Osmanlı ilişkilerinin dini, siyasi, sosyal, ekonomik, askeri ve idari pek çok yönü bulunmaktadır. Ali Şeriatî’nin belirtmiş olduğu Safevî Şiasının siyasi gelişimi ve Osmanlı karşısındaki siyasi konumunu bu şekilde belirttikten sonra, bugünkü İran’ın sahip olduğu Şia ideolojisinin nerede durduğuna bakmak gerekmektedir. Ayrıca, Osmanlıların bu hareketi nasıl değerlendirdikleri ve siyasetten sosyal hayata varıncaya kadar nasıl algıladıkları çok önemli olmakla beraber, aynı soruyu İran açısından da sormak faydalı olacaktır. Dolayısıyla, sosyal ve gündelik hayattan siyasete, sanat ve edebiyattan ekonomiye varıncaya kadar pek çok alanda bu iki kültürün yekdiğerini ne surette etkiledikleri önemlidir. Tarihsel bağlamda, yakınlaşmayı ya da uzaklaşmayı tevlit eden somut olaylar ortaya konulmalıdır ki geleceğe dair uzun erimli projeler hayata geçirilebilsin.

Kaynak: http://www.ordaf.org

 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer