- 20-06-2020
- 0 yorum
- 1749 okunma
Son zamanlarda “terör/şiddet”, çok sık kullanılan bir sözcük oldu. Ancak terör’ün herkes tarafından kabul edilebilir bir tanımı yapılamadığından bu kavram hayli müphem, soyut ve muğlak bir muhteva kazanmış bulunuyordu. Istılahı anlamda; dinin caydırıcı gaybi cezalarını ve toplumsal ahlaka aykırı davrananlara uygulanabilecek şer’i kıstasları kabul etmemek “terör”dür. Ancak, günümüzde kelimeler ve kavramlar çokça kulandan popüler anlamları ile özdeş hale gelmiştir. Zira modem hayat, olayları daha çok sonuçlarıyla değerlendirmektedir. Hayat izdihamlara ve derin menfaat çatışmalarına sahne olmaktadır: Yakma, yıkma, dağıtma, cinayet gibi hareketlerin sonuçları bütün bir toplum hayatını etkilemekte ve böylece şiddetin travmatik sonuçları ortaya çıkmaktadır. Bugün, sosyal hayat karmaşık ve girift ilişkiler ağı ile oldukça bunaltıcı bir hale gelmiştir. Böyle bir ortamda- şaşkına dönen insanlar sayısız korkular üretmektedir. Yapılan yeni buluşlar, hızlanan iletişim ve ulaşım araçları, huzur sağlayacağı yerde huzursuzlukları artırmakta, karmaşa ve şiddeti beraberinde getirmektedir. İnsanların dünyadaki tüm gelişmelerden ve her gün yaşanan üzücü terör eylemlerinden anında haberdar olmaları da insanın doğasında bulunan şiddet eğilimlerini kışkırtmakta, kamçılamaktadır. Bu ortamda terör kavramının anlamı daralmakta, içeriği değişmektedir. Günümüzün egemen siyasal otoriteleri, terör kelimesini işte bu daraltılmış anlamıyla, sadece kendi konumlarını sarsacak girişimleri mahkum etmek için kullanmaktadır. Böylece herhangi bir muhalif hareketi terör’le suçlayabilmekte, dilediklerini “terörist” ilan edebilmekte ve zihinleri bulandırmaktadırlar.
“Terör”ün Tanımına İlişkin Temel Kıstaslar
İmdi, terör’ün efradını cami, ağyarını mani bir tarzda gerçekçi bir tanımının yapılması, tüm insanlığın önünde duran ortak bir sorumluluktur. Bizce “terör” ün tarifi yapılırken şu temel kıstaslar dikkate alınmalıdır:
1. Terör, insanlar arasındaki ilişkileri temelinden sarsan aykırı bir eylemdir. Bireysel ve toplumsal ilişkinlerin temeli ise, barışı temin eden ortak dini ve insani ilkelerdir. Kendi özgürlük ve güvenliği için başkalarıyla uyum içinde yaşayan her birey, tutum ve davranışlarını hiçbir zorlamaya, gerilim ve şiddete ihtiyaç duymadan, kendi rızasıyla bir ahid ve karşılıklı anlayış çerçevesinde gerçekleştirir. Allah’a ve dini ilkelere bağlılık ise, çıkar çatışmalarını dengeler, karşılıklı saygı ve sevgiyi pekiştirir, anlaşma ve ahitlere sadakati güçlendirir. Oysa, günümüzde barış ve demokrasiyi yaygınlaştırmak adına nice işgal, yıkım ve katliamlar gerçekleştiren siyasi mekanizmalar, muhaliflerini bozgunculuk yapmakla, fitne çıkarmakla ve asayişi bozmakla itham edebilmekte, onları popüler manasına göre “terörist ve saldırgan’’ olarak damgalayabilmektedir.
2. Terör/tedhiş kelimesi taşkınlığı ifade eder; genel geçer örfe, kanunlara uymayan davranışları kapsar. Böylesi bir eylemi din, insanlık ve gelenekler karşısında gayrı meşru kılan şey ise; diğer insanlara zarar verici oluşu ve barış, özgürlük, hak ve hukuka saygı gibi ilkeleri sekteye uğratmasıdır. Bu da gayrı meşru davranışları, düşmanlıkları, taşkınlıkları, şiddet ve öfkenin yaygınlaşmasını beraberinde getirir.
Terör kelimesinin bir başka anlamı; dini ilkelere, insani adalet ve ölçülere dayanan barıştan uzaklaşarak sert ve kırıcı davranışlara yönelmektir. Barış ise; düşmanlığı ve saldırıyı engellemeyi öngören doğal hakların eşit kullanımının garantisidir. Bireylerin birbirine karşı nefsini ve malını koruması sözkonusu edildiğinde siyasal iradenin aşırı davranışları engelleyecek bir caydırıcılığa sahip olması gerekir. Toplumsal huzuru bozacak davranışları affetmenin olumlu etkileri vardır; ama büyük fitne ve fesadın vukuunda af söz konusu olamaz. Siyasetin görevi barışı korumak olmalıdır. İnsanlar arasındaki problemleri en aza indirgeyecek hükümler, hayatın bütününe yön verecek unsurlardan oluşmalıdır. Ancak bu makalenin sınırları bu unsurları detaylandıracak çapta olmayacaktır.
İmdi, günümüzde cari olan siyaset bütün dünyayı meşgul eden tedhiş siyasetidir. Terörü bütün yöntemleriyle bir politika olarak benimseyen despotlar, kendilerine tepki gösterenleri, başkaldıranları şiddetli cezalara mahkum etmekte ve son derece baskıcı yöntemler kullanmaktadırlar. Ezilmiş ve mazlum halklar ise zalim despotların taşkınlıklarını bertaraf etmek için uğraşıp durmaktadırlar. Bundan dolayı devlet otoritesi ile siyasi organizasyonlar ve diğerleri arasındaki kuvvete dayalı ilişkiler son derece dengeli ve açık olmak zorundadır. Değilse, sorunlu siyasal ilişkiler, bir grubun diğerine yahut meşru siyasi otoriteye karşı şiddete dayalı düşmanlıklarını arttırır.
Savunma ve Saldırganlık Arasındaki Hassas Sınır
Barış, özgürlük, müsamaha, salih davranışlar... Kur’ân’ın sıkça vurguladığı temel konulardır. Bütün peygamberlerin ve Hz. Muhammed’in mesajı da bu temel konular etrafında şekillenir. Düşmanlığın yasaklanması, özelikle din hususunda baskı yapılmaması, insanlara haksız muamelede bulunulmaması, Müslümanlarla ve meşrû yasal otoriteyle çatışmaya girilmemesi, bu mesajın diğer vurguları arasındadır. Kur’ân zulmün bertaraf edilmesi noktasında cezalandırmayı gerekli görür; fakat cezalandırmanın sınırlarını da tayin eder ve bu konuda Allah’ tan korkarak ölçülü davranılmasını emreder. Kur’ân, problemlerin çatışmaya meydan vermeden, uzlaşma yoluyla çözülmesini tavsiye eder.
Hz Peygamber(s) Medineli gruplarla anlaşma yaparak, onlara barışı getirerek halkın sevgi gösterileriyle şehre girmişti; terör yöntemleriyle değil. Kur’ân müminlerin başkalarına karşı barışçı ve sabırlı olmalarını, baskıcı davranmamalarını tavsiye eder. İslam’ın başarısının sırrı da burada yatar.
Özgürlük mücadelesi veren bir kurtuluş hareketinin, düşmanca tavırlar sergileyen zalim otorite karşısında haklarını şiddete başvurmadan savunması gerekir. Bir hareket barışçı yöntemlerle hayatın seyrini değiştiremiyor, şûraya dayalı bir mekanizma oluşturamıyorsa, işte o zaman sabırdan başka yapılacak bir şey yoktur. Eğer Allah’a kulluğun unsurları gereği gibi yaşanamıyorsa, o zaman tek çıkar yol, önce başka bir diyara hicret etmek; arkasından da tam bir dayanışmayı başaran bir birliktelik ve herkesçe kabul edilen bir liderlik mekanizması oluşturmaktır; işte o andan itibaren eşitlik ve özgürlükler uğruna zulme karşı büyük bir inkılabi harekete girişilebilir. Sonuçta fitne kalkıp yeryüzünde din Alah’ın olacak; ma’rûfu emreden, münkerden sakındıran bir nizam tesis edilecektir. İşte bu cihad ve savunma devrimidir; dayatmacı ve baskıcı bir yol-yöntem asla değildir.
Bir yönetim mekanizması, kendisini başa getiren halka karşı güç kullanarak otoriterleştiği ya da güç ve servetine güvenerek özgürlükleri ve adaleti zorbaca yok edip halkını hiçe sayar hale geldiği zaman, artık izzet, onur, özgürlük, demokrasi ve kurtuluş için kitlesel eylemler kaçınılmaz hale gelir. Sözkonusu yönetim ister işgalci olsun, isterse de onların işbirlikçisi olsun, fark etmez. Avrupa tarihinde zalim kral ve imparatorlara karşı yapılan çok sayıda bu tip devrim hareketine rastlarız; Fransız devrimi bunlar içinde önemli bir konuma sahiptir. Bu devrim azgınlaşmış aristokratik sınıfa karşı verilen bir özgürlük mücadelesidir. Bugün de dünyanın çeşitli bölgelerinde benzer devrimci hareketlere tanık olmaktayız. Elbette bu tür hareketler terörist olarak isimlendirilemezler; asıl teröristler bu hareketlerin doğmasına sebep olan despot yönetimler ve sistemlerdir.
Bugün de müstekbir ve zalim diktatör yönetimler mazlum halklarını zillete düşürmekte, güç ve servetlerine dayanarak zulümlerini devam ettirmektedirler. İslam, mustazaflar zilleti ve miskinliği kabul etmemelerini, tağutî zalim sistemlere başkaldırmalarını ya da hicret etmelerini önerir. Bu bağlamda mustazafların yaptıkları taşkınlıkların, zalim müstekbirlerin zulümleri yanında bir hiç olduğunu, onların adalet, eşitlik ve barış uğruna yaptıkları mücadelenin de asla terör diye nitelendirilemeyeceğini belirtmeliyiz.. Kahredici zulümlere maruz kalan toplumluklar meşrû direnme hakkına sahiptirler. Yaptıkları ne bir terör ve ne de bir taşkınlıktır. Örneğin İngiliz hegemonyasına karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten İrlanda halkı, İspanya’daki Basklar, Sırplara direnen Balkan Müslümanları, Ruslara karşı bağımsızlık savaşı veren Çeçenler, Makedonya’daki Arnavutlar, Hindistan zulmüne karşı mücadele eden Keşmir Müslümanları, bütün bunlar direnmekte haklıdırlar.
Dinen de, örfen de, insani olarak da meşrû kabul edilen, sınırları ve hedefi belirlenmiş bir özgürlük mücadelesi düşman tarafından “terör” diye nitelendirilse de o meşrû bir savunma ve direniş hareketidir. Meseleye bu temel mantıkla yaklaşıldığında savunma; maruz kalınan zulmün ardından ortaya konan tepkidir. Zulme ve haksızlığa uğrayanlar, doğal olarak adalet arayışı içine girer, barış ve huzuru elde etmeye çalışırlar. Ancak zulmü önlemek isterken, bir diğer zulmü işlemek yani zulmü zulümle yok etmeye kalkışmak da bir sapmadır. Avrupa’da görülen şiddet hareketleri bu sapmaya verilebilecek en belirgin örneklerdir. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vb. ülkelerde demokrasinin imkânlarını kullanan bu intikamcı aşırı sağ ve aşırı sol gruplar başlangıçta itidalli tepkiler ortaya koyarken, giderek haddi aşmışlar, şiddete kaymışlardır. İşin ilginci, başlangıçta masum gerekçelerle ortaya çıkan kimi devrimci hareketler de belli bir başarıya ulaştıktan sonra intikam hırsıyla aşırılığa kaçmış, zamanla terörize olmuşlardır. Yine Fransız Devrimi bu konuda örnek teşkil eder; bir yandan siyasi hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için mücadele sürerken yağma ve şiddete varacak öfkeli eylemler, hareketi ana hedeften uzaklaştıran saldırılar, talepleri gayrı meşrû konuma düşürecek davranışlar ve eylemler devrimi asli mecrasından çıkaran unsurlardır.
İslam’da Cihadın Esası
Kur’an’daki cihad âyetlerinde beyan edildiği üzere, düşmanla karşılaşan müminlerin amacı mutlaka savaş değildir; aksine düşmanla çatışmadan eşit şartlarda ve ihanetten uzak bir barışın tesisi için ısrar ederler. Doğrudan savaş açanlar müstesna, düşmana hemen saldırmayı hedeflemezler. Bütün bunlara rağmen savaştıklarında ise, fiilen savaşa katılan düşmanın silah ve mühimmat depolarına saldırır, savaşa katılmayan tarafsızlara ve sivil yerleşim bölgelerine zarar vermezler. Genel örfün kabul ettiği kutsal ibadet mekânlarına saldırmaz, savaşın hoş görülmediği kutsal zamanlara saygı gösterirler; bu dönemlerde kan dökmezler.
Cihadın nihai hedefi de, hakkın ikame edilmesi için batılın düşmanlığını ve diktatörlerin sınırlamalarım ortadan kaldırmaktır. Nihai amaç, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak, tüm insanlığı adalet ve huzura kavuşturacak barışçı İslami modeli tesis edip yaygınlaştırmaktır.
Kur’ân sükûneti, barışı tesis etmeyi ve insanlar arasındaki ihtilafları gidermeyi öngörür. Ancak, düşmanla mücadele etmek, zalimlere başkaldırmak, müstaz’afları himaye etmek de müminlerin görevleri arasındadır.
Yine cihad esnasında tarafsız kalanlara ilişilmemesi Kur’an’ın önemli emirlerinden biridir. Ayrıca Kur’ân’da; zafer elde edildikten sonra birbirlerine nasihatlerde bulunma, istişare etme, kamu mallarını yağmalamama, intikam hırsına kapılmama ve insanlara haksız bir şekilde zulmetmeme biçiminde uyarılar da yer alır.
Peygamberin Mekke’nin son döneminde ve Medine’de sergilediği barış yanlısı davranışlar, bu ilkelere örneklik teşkil etmesi açısından özellikle dikkate alınmalıdır.
İmdi, 11 Eylül saldırısı yalnızca ABD’yi değil bütün dünyayı etkilemiştir. Doğusuyla batısıyla bütün ülkelerin siyasal yaklaşımları, stratejileri, kültürel duruşları değişmiştir; diplomatik ilişkiler, askeri diyaloglar sıklaşmış, finansal hareketlilikler artmış, yeni küresel konseptler oluşturulmuştur. Medeniyetler ve kültürler arasındaki farklılıkların vurgulanması ve yeni savaş senaryolarının gündeme gelmesiyle bölgesel ve küresel gerilimler alabildiğine artmıştır. Bu gerilimden yararlanarak dünya hegemonyasını pekiştirmeyi ve ekonomik çıkarlarını güvence altına almayı planlayan ABD, oldukça tehlikeli manipülasyonlara girmektedir. Özellikle İslam coğrafyasına yönelik senaryolar ve Müslüman toplumları kuşatmayı hedef alan organize girişimler, yeni çatışmaları da beraberinde getireceğe benzemektedir.
11 Eylül saldırısında binlerce masum sivilin öldürülmesi -kim tarafından ve hangi amaçla yapılmış olursa olsun- ABD’nin küresel operasyonlarına ve yenidünya düzenine meşrûiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramamıştır. ABD, uluslararası hukuk kurallarını bir yana bırakarak hemen Üsame bin Ladin’i hedef göstermiş ve suçlu ilan etmiştir. Yıllardır Afganistan’da önemli bir cihad hareketi yürütmüş olan Bin Ladin’i bahane ederek ürettiği savaş senaryolarını uygulama planına koyarak yaşlı, kadın ve çocuk demeden sivil halkın üzerine tonlarca bomba yağdırmıştır.
Bu arada Amerika’daki Müslümanlar töhmet altına sokularak hedef haline getirilmiş, onlara karşı kin ve intikam duyguları kabartılarak zor durumda bırakılmışlardır. ABD ve Batı dünyasında yapılan açıklamalar, tümüyle Müslümanları hedef almış, bütün İslami hareketler suçlu ilan edilmiştir. Bu olaydan yararlanan İsrail’in Filistin’deki vahşi katliamlarına ise hiçbir tepki gösterilmemiştir. Dünyanın çeşitli yörelerindeki Müslüman azınlıklara uygulanan zulümler doruğa çıkmış ve artık onlar “İslamcı teröristler” olarak görülür olmuştur. Ve bütün İslam dünyası, ne zaman Amerikan öfkesinin muhatabı olacağını bekler hale gelmiştir.
Ancak, bu durum, Amerika’ya ve işbirlikçilerine duyulan nefreti artırmakta; müstekbir Batı medeniyeti ile İslami uyanış hareketleri arasındaki gerilim iyice alevlenmektedir. Bu gelişme çok daha büyük sıkıntılara yol açacağa benzemektedir. Sürekli gerilim ve bunalım üretenler, çatışmalar yaratanlar yeryüzünde asla sükûnet bulamayacaklardır.
Çatışmalar ve Bunalımlar Nasıl Engellenir?
Öncelikle 11 Eylül saldırılarının meydana geliş sebeplerini iyi teşhis etmek gerekir. Olayın meydana geliş sebeplerini bilmek, bu fitnenin tekrarlanmasına engel olacaktır. Politik tezgâh ve entrikalardan kesinlikle vazgeçilmelidir. Müslümanları töhmet altında bırakmanın kimseye faydası yoktur. ABD ve Batı, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist politikalarından ve zulüm uygulamalarından acilen vazgeçmelidir. Çeçenistan’da, Keşmir’de, Filipinler’de, Türkistan’da ve dünyanın diğer bölgelerinde Müslümanlar özgürlük ve adalet ortamına kavuşmadıkça asla dünya barışı tesis edilemeyecektir. İran, Irak, Libya, Sudan ve Afganistan’a karşı yürütülen düşmanca politikalar terkedilerek hakkaniyet ve hürriyet esasına dayalı bir dünya hukuk sistemi tesis edilmelidir. Amerika, İslam’ın evrensel ilkelerine, Müslüman dünyanın demokrasi ve hürriyet taleplerine saygı duymalıdır. Gerek İslam dünyasında, gerekse dünyada barış ve hoşgörünün egemen olmasının ilk şartı budur. Aşırılıklar, şiddet olayları, saldırganlık ve çatışmalardan emin olmak ancak böyle mümkün olabilir. ABD ve Batı, İslam’ı küçümseyen, Arapları ve Afrikalıları hor gören klasik sömürgeci zihniyet ve tutumlarından vazgeçmek zorundadır. Batı dünyası, İslam’a yukarıdan bakan tavrını bir yana bırakıp onunla tanışmayı, iletişim kurmayı denemelidir. Batı, İslam’ı tanıdığı oranda kendini daha güvende hissedecek ve şiddet paranoyasından kurtulacaktır.
1. Afganistan’ın yaralarını sarmak için bütün müslümanların harekete geçmeleri ve İslam kardeşliğinin en güzel örneğini sergilemeleri gerekir.
Bilindiği gibi Afganistan Ruslara karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi ve cihadla dünyadaki pek çok devrimci harekete örneklik teşkil etmişti. Ancak, Afgan cihadı zaferle sonuçlanmasına rağmen, gerek fikri ve gerekse siyasi tecrübesizlikler nedeniyle dengeli ve paylaşımcı bir yönetim, özgür bir seçimle şûraya dayalı bir siyasi yapı oluşturulamamış, bu yüzden de iç çatışmalar sürüp gitmişti.
ABD’nin Afganistan’da önemli çıkarları olduğu ve bu çıkarlara engel teşkil edecek İslami uyanış hareketlerine fırsat vermek istemediği malumdur. Yine Rusya’nın hala Afganistan trajedisini unutmadığı ve güneyindeki İslami gelişmelerden rahatsız olduğu; Çin’in de kuzeybatısında bir İslam varlığı istemediği bilinir. Avrupa ise kendi içinde giderek güçlenen bir İslam’dan çekinmektedir. Asya ve Afrika’da sömürgeciliğe karşı koyan İslami hareketler hoş karşılanmamakta; İslam ülkelerindeki despotik yönetimler de İslamcı hareketlerin iktidara gelmesinden korkmaktadırlar.
Afgan halkı dinine son derece bağlı, savaşçı ve nice sömürgeci devletleri dize getirmiş bir toplumdur. Etnik çeşitliliğe rağmen Afgan birliğini sağlayan tek unsur da dindir; ancak kabile çatışmaları ve iktidar kavgalarının sürüp gitmesi emperyalistlerin işini kolaylaştırmaktadır. Savaş Afganistan’ın bütün güç kaynaklarını tüketmiş ve diğer devletlere muhtaç hale getirmiştir. Şimdi, Afgan halkıyla yakın bağları olan Müslüman ülkelerin onların yardımına koşması kaçınılmaz bir görev haline gelmiştir. Müslümanların örnek İslam kardeşliğini kanıtlamalarının tam da zamanıdır.
2.Tetöristlikle suçlanan Üsame bin Ladin ve el- Kaide örgütü, İslami uyanış ve dirilişi amaçlayan bir cihad hareketi yürütmekteydi. Herşeye gücü yettiğine inanan ABD, Üsame sorununu zorbalıkla halletmek istemektedir; ancak bu çok tehlikeli bir yöntemdir. Bu yöntem, Kaide taraftarlarının kahramanlaşmasına (bir zamanların Yahya Halet’i gibi) ve sayılarının artmasına da yol açabilir. ABD, Afgan komutan ve yöneticilerle sağlıklı ve dengeli bir diyaloğa girmelidir. Müslüman kamuoyunu rahatsız edecek dayatmalar ABD açısından büyük bir yanlış olur.
3. Müslüman halklar Afganistan’daki ve dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmeli, olayların ar- kaplanını görmeye çalışmalı ve birbirlerinin sorunlarının çözümüne yardımcı olmalıdırlar; böylece ümmetin onurlu birlikteliği sağlanabilir. Müminler hangi hal üzerinde iseler, Allah onların öylece idare olunmalarına fırsat verir. Dünyanın yeni konjonktürü, Müslümanların kendi konumlarını yeni baştan gözden geçirmelerini, dinin temel ilkeleri çerçevesinde kendilerini yenilemelerini, şûra, özgürlük ve cihad kavramlarını önemseyerek tek bir güç halinde seslerini yükseltmelerini zaruri kılmaktadır. İşte o zaman Müslümanlar sonraki nesillere örneklik teşkil edebilecek dengeli bir sistem inşa edebilirler.
4. 11 Eylül ve Taliban olayından hareketle Müslümanlara söylenebilecek son söz: Öncelikle terör (şiddet) kavramı başta olmak üzere temel siyasi kavramlar üzerinde konsensüs sağlanmalı ve ortak tanımlamalara gidilmelidir. Sorunların sağlıklı bir şekilde tartışılabilmesi ve gerçekçi çözümlerin üretilebilmesinin ilk şartı budur. İslam’ın bütün boyutlarıyla insanlığa sahih olarak sunulabilmesi de buna bağlıdır. Gayb’e imanı hatırlatan, sevgiye ve Allah’a şükretmeye yönelten, toplumsal dinamikleri harekete geçiren “teşvik” kavramı ile birlikte, caydırıcı silahlarla kuşanmayı öngören “tehdit” kavramı, insan hayatını dengeleyen iki önemli unsur olarak bu noktada karşımıza çıkar: Kur’ân, düşmanı caydırmak ve barışı garanti altına almak amacıyla Müslümanlara silahlanmalarını tavsiye ederken; kendilerinin terörizmle suçlanmalarına fırsat verecek davranışlardan uzak durmalarını da vurgular. Özetle Müslümanlar, dünya ile ilişkilerinde tehdit ile teşvik arasında dengeli bir üslûp tutturmak; insanlığın genel maslahatlarını ve hayırları öne çıkaran ilkeli bir yol izlemelidirler.
Not: Bu metin, Türabi’nin düzenli olarak hapishaneden yazdığı el-Hayat gazetesinin 18 Ocak 2002 tarihli nüshasından çevirilmiştir.
Kaynak: Umran - Mart • 2002
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net