- 16-09-2015
- 0 yorum
- 5234 okunma
Muhammed Tahir bin Âşûr (1296-1394/1879-1973), dinî ilimler, dil ve edebiyat, tarih alanlarında mütehassıs Tunuslu bir bilgindir. Zeytûne Üniversitesi’nde yetişmiştir. Daha 1904’te seçildiği Zeytûne Külliyesi idare heyetindeyken, eğitim ve öğretime yeni usuller getirmeye çalışmış, bu konuda ıslahat raporu hazırlayarak hükümete sunmuştur. Bu rapordaki bazı önerileri uygulamaya geçmiştir. 1908’de Eğitim-Öğretim Programlarını Islah Komisyonu’na üye olmuş, daha önce hazırlamış olduğu rapora dayanarak eğitim-öğretimin durumunu bildiren yeni bir rapor hazırlamıştır. 1956 yılında Zeytûne Üniversitesi rektörü olmuş ve eğitim-öğretim ıslahatçılığını burada da sürdürmüştür. Çok sayıda eseri ve emek ürünü tahkikleri olan Muhammed bin Âşûr’un İslam Hukuk Felsefesi ile İslam İnsan ve Toplum Felsefesi adlı bütünleşik eserleri (ilki Mehmet Erdoğan’la ortak) tarafımızdan Türkçe’ye çevrilmiştir.
İslâmî ilimlerin eğitim ve öğretimi alanında proje sahibi olan ve bunu bir kitapla kamuoyuna yansıtan nâdir bilginlerden olan Muhammed Tâhir bin Âşûr, İslâmî eğitim projesiyle ilgili görüşlerini, “E Leyse’s-Subhu bi-Karîb” adlı kitabında ayrıntılı biçimde ele almıştır. Öncelikle kitabı yazış sebebini ve eğitimin niçin ıslah edilmesi gerektiğini ele alan yazar, İslâm ilim, eğitim-öğretim ve yazım tarihini gelişim aşamaları ve kurumlaşmaları çerçevesinde, artılarıyla ve eksileriyle ele aldıktan sonra, bu alanda geliştirilen bazı projelerden bahseder, daha sonra da kendi İslâmî eğitim projesini ortaya koyar. Bu çalışmamızda, onun kapsamlı projesinin yalnızca tefsir ilminin uyanışıyla ilgili bölümünü ele almaya çalışacağız.
Tefsir İlminin Doğuşu
Muhammed Tahir bin Âşûr’a göre tefsir ilmi, İslâm fetihlerinin ardından İslâm’a girenlerin çokluğu dolayısıyla Arap zevkinin zayıflamasıyla bilginlerin Kur’an tefsirine yönelmeleri sebebiyle doğmuştur. Bu işe ilk girişenler İbn Abbas ile Hz.Ali olmuştur. Bu girişim, gerçekte ahkâm istinbâtının doğuşunun da başlangıcıdır. Daha sonra Şam’da Emevî Devleti’nin ortaya çıkışıyla fitne dönemi başlamış ve yarım asırlık bir dönem çok yavaş gelişen ilim, ileri adım atamamıştır. Emevî Devleti istikrar kazanıp Abdülmelik Havâric, İbnü’z-Zübeyr ve İbnü’l-Eş’as’a karşı zafer kazanınca, müslümanların birliği sağlandı. Bunun ardından tefsir ilmi de yaygınlık kazandı. İbn Abbas’ın tefsir râvîleri, öğrendiklerini nakletmeye başladılar. Bunların en ünlüleri; Mücâhid (ö.103, Mekke), İbn Cübeyr (ö.94), İbn Abbas’ın mevlâsı İkrime (ö.105), Tâvûs el-Yemânî (ö.106) ve Atâ bin Ebî Rebâh (ö.114) idi. Bunların hepsi de, Mekke’dendir. Buhârî hadis eseri Sahîh’inde ve Şâfiî, bunlardan tahrîc etmiştir. Öğretimleri, şifâhî olarak devam etmiştir. Çünkü henüz kitap yazımı başlamamıştı.
Tefsirin İlim Oluşu
Muhammed Tahir bin Âşûr, önceleri nasıl ki şiir şerhi ilim sayılmazsa, tefsir ilminin de ilim sayılmayacağı görüşünde olduğunu, ama ilimler tasnifi eserlerinde dinî ilimlerin kaynağı oluşundan dolayı tefsirin ilim sayıldığını ve onun gerilemesinin pek çok İslâmî ilmin, özellikle de fıkıh, nahiv ve lügat ilimlerinin gerilemesinde kuvvetli bir etkisinin bulunduğunu görünce, tefsirin de ilim sayılmasında ilim tasnifi eserlerini izlemeyi arzuladığını belirtir.
Tefsir, zevk ve idraki Arapçanın inceliklerini anlama derecesine varmayanların anlaması ve bu uygulama sonucunda Arap kelâmını ve üslûplarını kendiliğinden anlamaya alışması için, Yüce Allah’ın Kur’an’dan muradını açıklamaktır. Selefi, tefsiri tedvine yönelten şey, Arapçaya dışarıdan giren kelimelerin çokluğu dolayısıyla Arapçanın zaafa uğradığını düşünmeleri ve ümmetin Kur’an’ı anlamasının önemini bilmeleridir. Böylelikle, Kur’an’ın tefsiriyle ilgilenen Hz.Ali, İbn Mes’ud, İbn Abbas ve Zeyd bin Sâbit gibi sahâbeden bu konuda kendilerine ulaşanı yazdılar. Bir kapalılığı açan, bir geneli tahsis eden veya bir sünneti beyan eden Hz.Peygamber’den (s.a.) kendilerine ulaşanlar konusunda İslâm kitapları arasında bunları yazıyorlardı.
Bununla birlikte tefsir, İslâm’da ilk yazılan kitaplar içinde yer alır. Bu, Abdulmelik bin Curayh el-Mekkî’nin (80-149, Mekke), İbn Abbas’ın ashâbı Atâ, Mücâhid ve başkalarından naklederek âsâr (konuya ilişkin hadisler ve görüşler) ve tefsiri içermek üzere yazdığı kitaptır. Tefsir konusunda kitap yazmasının sebebi, Hz.Peygamber’den (s.a.) rivayet edilenlere duyduğu ilgi ve Yüce Allah’ın kitabından muradını halkın anlamasını sağlamaktır.
Kur’an tefsiriyle ilgilenmek, bilginlerin en önemli uğraşları arasında yer alırdı. Bu alanda en çok uğraş verenler, kassâslar idi. Müslim bin Cündüb el-Hüzelî, Ömer bin Abdülaziz’in valiliği sırasında Medine’de Mescid-i Nebevî’de Kur’an kıssalarını anlatırdı. Amr bin Fâid, Kur’an tefsirine Bakara Sûresi’nden başladı, 36 yıl anlatmaya devam etti, Kur’an’ı bitiremeden vefat etti. Çünkü o, siyer ve bilginlerin Kur’an’ın anlamlarını tevilleri konusundaki görüşlerini iyi bilen (hâfız) biriydi. Bir tek âyeti birkaç haftada tefsir ettiği olurdu.
Musa bin Seyyâr el-Esvârî, Kur’an’ı hem Arapça, hem de Farsça tefsir ederdi. Araplar sağına, Farslar soluna otururdu. Kur’an’dan âyeti okur, Araplar için Arapça, Farslar için Farsça tefsir ederdi. Her iki dili de çok iyi konuşurdu.
İşte bunun için, eskilerin tefsirleri, bu yörüngenin dışına çıkmazdı. Ebu Ubeyde bin Ma’mer bin el-Müsennâ el-Basrî’den rivayet edilen Mecâzu’l-Kur’ân böyledir. İmam Yahya bin Sellâm el-Basrî’nin (ö. 200) tefsiri, (Muvatta râvîlerinden biridir, tâbiînden yirmi rivayeti vardır), anlamını çözmek suretiyle yalnızca lafız (sözcük) tefsirinden ibarettir. Buhârî’nin Sahîh’indeki Tefsir Kitabı da bunun gibidir. Daha sonra genişletmeye gittiler, Kur’an’dan bütün çıkarsadıklarını tefsir olarak kabul ettiler. Bunun sonucunda, bir kısmı şer’î yönünü öne çıkararak Ahkâmu’l-Kur’ân kitapları yazdılar, bir kısmı ise dil yönünü öne alarak kitaplar yazdılar. Râgıb el-Isfahânî’nin Müfredâtu’l-Kur’ân’ı böyledir. Bu dilcilerden bazıları, sözgelimi Ebu İshâk ez-Zeccâc’ın Tefsir’i, tamamen Arapça dilbilgisi yöntemini izlemiştir.
Bazı müfessirler, Ebu Hayyân’ın el-Bahru’l-Muhît’te yaptığı gibi, nahiv meselelerine geniş geniş yer verdiler. Bunun sonucunda da, amaçtan uzaklaştılar. Bunların amaçtan en çok uzaklaşanı, et-Tefsîru’l-Kebîr yazarı İbnu’l-Hatîb Fahreddin Râzî’dir. Bunları asıl amaca yönelten, belâgat tefsiri yapanlar olmuştur. Belki bunların ilki, belâgatçıların imamı Keşşâf yazarı Zemahşerî’dir. O, Kur’an’ın inceliklerini anlamada insanların zaafını gördü. Ama keşke Zemahşerî’nin, Keşşâf’ın pek çok yerinde konumuna uygun düşmeyen Mutezile yöntemine uygun çok zorlama âyet yorumları olmasaydı.
Tefsirin Daralması, Genişlemesi ve Uçuklaşması
Muhammed Tahir bin Âşûr, daha sonra Kur’an tefsirinin, Kur’an’ı anlamanın kayıtlandığı ve selefin “ilginçlikleri (acâibi) bitmez, anlamları tükenmez” dediği anlamının bir takım sebeplerin zorlamasıyla daraltıldığı bir tescile dönüştüğünü belirtir.
Muhammed Tahir bin Aşûr’a göre, bu sebepleri, dört başlık altında incelemek mümkündür:
1) Tevkîf (rivayete bağımlılık) ve Nakil Tutkunluğu:Kur’an konusunda durumunu çok fazla büyüterek, yanlıştan sakınmak amacıyla bu yolu tutmuşlardır. Hatta, halkı ehliyetsizce Kur’an tefsirine yönelmekten alıkoymak için, “hatalı tefsir, küfre düşürür” demişlerdir. Ancak bu söz, çok fazla öne çıkarılmış, zamanla seçkinler tarafından bir ilke gibi kabul görmeye başlamıştır. Bunun sonucunda insanlar, zayıf veya yalan olsa bile, nakil konusunda hoşgörüyle karşılanır olmuştur. Buna karşılık, gerçekten doğru olsa bile, görüşünü (re’y) söylemekten çekinmişlerdir. Çünkü öncekilerden nakledilene muhalif olanın, Kur’an’ı Allah’ın muradından dışarı çıkarmak olduğunu vehmetmişlerdir.
Oysa, bu nakillerin en sağlam olanı ya cüz’iyetle temsildir, ya ilmî görüşlerdir, pek çoğu ise uydurulmuş yalandır. Çünkü uydurmacılardan ve kassâslardan bir grup, insanların Kur’an’ı anlamada itimat ettiği İbn Abbas’a bir takım sözler isnat etmişler, tefsire bir kısım sakat anlayışlarını ve Kur’an’ı kirleten kıssalarını sokmuşlardır. Bunların bir kısmı, lafza büsbütün aykırı düşmüştür. Bilginler, İbn Abbas’a nisbet edilen bu tefsirin özellikle beş tarîkı hakkında konuşmuşlardır:
a-b) Kelbî Rivayeti:Tariklerin en ünlüsü, Kûfe’de 146’da ölen Muhammed bin es-Sâyib’in, adı Bâzâm olan Ebû Sâlih’ten rivayetidir. Bu, tariklerin en zayıfıdır. Özellikle de “yalan zinciri” olarak adlandırılan es-Süddî (Muhammed bin Mervân, ö. 186)’nin Kelbî’den rivayeti. Bu Kelbî, bir uydurmacıdır, hatta kendisine Farsça “yalancı” sanı verilmiştir. Kelbî, Yahudi Abdullah bin Sebe’nin yandaşlarındandır. (İbn Sebe, müslüman olduğunu zâhiren söylemiş, Hz.Ali’nin ölmediğini öne sürmüş, ona tanrılık isnat etmiştir.)
c) Mukâtil Tarîkı: Mukâtil el-Ezdî(ö. 159) rivayeti de, Kelbî rivayeti gibidir, ondan da kötüdür.
d) ed-Dahhâk Tarîkı:Dahhâk’ın (ö. 102) rivayetinde tedlîs (kusuru bulunanı, bu kusuru yokmuş zannettirecek şekilde rivayet) vardır, Bişr bin Umâra veya İbn Cerîr rivayeti onun zaafını daha da arttırır.
e) Ali bin Ebû Talha el-Hâşimî Tarîkı: İbn Abbas’tan en kuvvetli tarîkın, Ali’nin (ö. 143) tarîkı olduğu söylenir. Buhârî de, Sahîh’indeki Tefsir Kitabı’nda lafız tefsirlerini ve olayları bundan almıştır; ancak, onu senetleri arasına koymamış, ta’lîk denilen biçimde zikretmiştir. Müfessir Yahya bin Sellâm’ın tefsirinde, Kelbî’den naklettiğini, ama İbn Abbas’a dayandırmadan, “Kelbî’nin tefsirinde” kaydıyla verdiğini gördüm.
Hz.Ali’den gelen tefsir rivayetlerinin de çoğu zayıftır. Çünkü Şia, çoğu zayıf pek çok senetle ondan çok rivayette bulunmuştur. Kur’an âyetlerinin pek çoğunun tefsiri konusunda ehl-i beyt imamlarından rivayetleri de böyledir. Bunların pek çoğu, Tabersî’nin Mecmau’l-Beyân tefsirindedir. Bununla birlikte tefsir, zaman içerisinde ara ara, kendisine hakkını veren ve onu ayağa kaldıran Taberî, İbn Atıyye ve Zemahşerî gibi bir takım adamlardan yoksun kalmış değildir.
Müfessirlerin tefsirde tevkîf tutkularından birisi de, nüzûl sebepleri olarak öne sürdükleridir. Bunun temeli, bir takım âyetlerin bazı münasebetlerle inmesidir. Bunu o denli genişletmişlerdir ki, sonuçta Kur’an’ın yüce anlamlarını daraltmışlardır. Belli bir sebebe bağlı olarak inen genel âyeti, Kur’an’ın daha önce inen belli bir âyetinin bir bölümüne indirgemişlerdir. Sözgelimi, “İkisinin, birbirleriyle sulh yapmalarında bir sakınca yoktur. Sulh, daha iyidir.” (Nisa, 4/128) âyeti böyledir. Hâlbuki bunlardan herhangi biri bir tahsis (daraltma) içermez. Nüzûl sebepleri konusunda daha da ileri giderek, uydurmalara ve cahillerin sözlerine de yer vermişlerdir. Sözgelimi, “Hani bir zamanlar Allah’ın kendisine ikram ettiği, senin de iyilikte bulunduğun kişiye diyordun ki…” (Ahzâb, 33/37) âyetinin nüzûl sebebi ile “Hem senden önce kimi rasul ve nebi olarak göndermişsek, (sonuç almayı) umdukları her seferinde, Şeytan mutlaka onun idealindeki amaca ilişkin beklentisine gölge düşürmeye çabalamıştır.” (Hac, 22/52) âyetinin nüzûl sebebi konusundaki sözleri böyledir. Ebubekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân kitabında bu âyet konusunda, şunları söyler: “İslâm’a düşmanlığını açıklayanlardan daha fazla İslâm’a düşman olan şu cahil ravilerin sözüne iyi bakınız. –Tam bir sayfa sonra, şunu ekler: Bu (âyetin anlamı) nerede, şu (sözü edilen ravilerin) sözleri nerede? Bizim size tavsiyemiz, Kur’an’ı kendinize imam yapmanız, harflerini önünüze koymanızdır. Bunlar arasında olmayanı, ona yüklemeyiniz. Onlar arasında olmayanla, bunları bağlantılandırmayınız.”
Kur’an lafızlarını anlamlarından uzaklaştırmada nüzûl sebepleriyle benzerliği olan konulardan birisi de, vaizlerin hutbelerinde ve halk nezdinde ünlü kitaplarında, Kur’an lafızlarını kastedilmeyen biçimde alıntılamalarıdır. Böylece âyet, alıntılanan anlamda yaygınlık kazanıyor. Çünkü insanların çoğu, alıntılananın öncesini bilmez. Kur’an’dan alıntılamaya cevaz konusunda ihtilaf edenlere bu şekilde yöneltilseydi, bazı görüşleri için bir delil olabilirdi. Bundan dolayı, bazı tefsir ehli, bilgin için seleften nakledilmeden veya esere muhalif olacak biçimde, hatta lafız buna muhtemel olsa veya yalnızca böyle anlaşılsa bile, Kur’an’ı tefsir etmenin caiz olmayacağı vehmine kapıldılar. Kur’an’ı reyle tefsir konusunda gözlerinde büyüttükleri bir takım hadisler nakledip, (sahih olsalar bile) bunları tamamen vürud gerekçeleri dışında anladılar. Çünkü tefsirde yasaklanan şey, dil ve belâgatin izin vermediğini söylemektir.
Fahreddin Râzî, Tefsîr’inin Nisa Sûresi bölümünde, “Onlara adaletli davranamamaktan kaygılanırsanız, bir taneyle yetinin” (Nisa, 4/3) âyetini açıklarken şunu söyler: “Fıkıh usûlü kitaplarında yerleşen anlayışa göre, âyetin tefsiri konusunda öncekilerin bir yorum tarzını benimsemeleri, sonrakilerin başka bir yorum tarzını benimsemelerine engel değildir. Bu cevaz olmasaydı, tefsirde sonrakilerin çıkarsadıkları incelikler, reddedilir ve bâtıl sayılırdı. Bunu ise, yalnızca muhalif mukallit söylemiştir.” Kurtubî de tefsirinin mukaddimesinde şunu söyler:
“Kur’an’ı reyle tefsir ve buna cüret konusunda Hz.Ayşe’den (r.a.) gelenler bölümü: Hz.Peygamber (s.a.), ancak Cebrail’in kendisine öğrettiği belli âyetleri tefsir ederdi. İbn Atıyye, bunun Kur’an’ın gayb, mücmelini tefsir ve benzerinin ancak Yüce Allah’ın açıklamasına bağlı konularında olduğunu söyler. ‘Kur’an konusunda reyle konuşup isabet eden, hata etmiş demektir (başka bir rivayette ‘Cehennem’den yerine hazırlansın)” hadisi, Tirmizî’ye göre garîb ve Ebu Davud’un râvîleri hakkında bir takım sözler ettiği bir hadistir. İbn Atıyye der ki: ‘Bunun anlamı, kişi bir anlamın peşindedir, bu konuda bilginlerin ne söylediğine veya ilim yasasının gereğine bakmaksızın reyiyle aklına eseni söylemesidir. Dilcilerin dilini, nahivcilerin nahvini, fukahânın fıkhını tefsir etmesi, hadisin kapsamına girmez. Çünkü bu şekilde söyleyen, mücerret reyle söylemiş değildir. Doğrusu işte budur. Pek çok bilginin tercihi de böyledir. Bu, hiç kimsenin Kur’an hakkında konuşmaması, yalnızca duyduğunu söylemesi anlamına gelmez. Çünkü sahâbe, Kur’an’ı tefsir ettiler ve ihtilaf da ettiler, bütün söyledikleri duydukları değildi...”
2) Dil ve Belâgat Konusunda Zaaf:Muhammed Tahir bin Âşûr’a göre, bu konuda öne çıkan müfessirler azdır. Zeccâc, Zemahşerî, İbn Atıyye ve Ebu Ali el-Fârisî, bunlar arasındadır. Zemahşerî, tefsirinin girişinde herhangi bir ilimde yetkin olanın tefsir alanında da söz sahibi olmasının, ancak Kur’an’a özgü iki ilim dalında da, meânî ve beyân ilimleri alanında da söz sahibi olmasıyla mümkün olabileceğini söyler. Sekkâkî de Miftâh’ın başında aynı şeyi belirtir.
Bütün bunlardan daha önemlisi, Bâtıniyye, İsmâiliyye ve Sûfiyye’den bunlara uyanların, Kur’an’ı bir takım işaretler sanmaları ve Kur’an’ın anlamlarını bunlara göre tefsir etmeleridir. Cehaletleri onları rezilliğe sürüklemiştir. Bir takım şeyleri, lafzı parçalamak suretiyle tefsir etmişlerdir. Sözgelimi, “Allah’ın izni olmaksızın katında şefaat edecek olan kimdir? (menzellezi yeşfe’u indehu illâ bi-iznihî)” (Bakara, 2/255) âyetini, “kim bunu, yani nefsi zelil ederse (men zelle zî), Allah katında şefaatçi olur” şeklinde tefsir etmişler, böylece de âyetin yazım biçiminden (resm) ve ‘illâ bi-iznihi’ (ancak Allah’ın izniyle) sözünden uzaklaşmışlardır. Çünkü onlar, Kur’an hâfızı değiller ve Mushaf’ı okumazlar.
Gulât-ı Şîa’nın bazı kelimeleri tahrifi de böyledir. Sözgelimi, “inne aleynâ le’l-hüdâ (hidayete erdirmek, bize aittir)” (Leyl, 92/12) âyetini, “inne Aliyyen li’l-hüdâ” (Ali, hidayet içindir) biçiminde tahrif etmişlerdir. Yine, “Allah, sizden her türlü kiri gidermek ister, ey ev halkı!” (Ahzâb, 33/33) âyetindeki “ehle’l-beyt” ifadesini, özelleştirerek Fatma, Ali, Hasan, Hüseyin ve Abbas’tır diye anlamışlardır. Tefsirini bugün insanların Muhyiddîn İbn Arabî’ye nisbet ettikleri ünlü bâtınî Kâşânî bunlardan biridir.
Bilgin geçinen bazıları da, bir takım ilgisiz sözler ve anlayışlar ortaya koymuşlardır. Sözgelimi, “Allah, yarattıklarında dilediği artışı gerçekleştirir.” (Fâtır, 35/1) âyetini, “güzel ses”, “Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz yükü yükleme (mâ lâ tâkate lenâ)” (2/286) âyetindeki “güç yetirilemeyen yük” bölümünü “aşk” olarak tefsir etmişlerdir. Hz.Osman, Taberî’nin Tarih’inde naklettiği şu mektubunda, gerçekten doğruyu söylemiştir: “Bu iş, sizde şu üç şeyin bir araya gelmesinden sonra, bid’atçiliğe varmıştır: Nimetlerin artması (sefaletin zıddı); esir çocuklarınızın büluğu (gözün güç ve iktidarda açılması, ilerlemenin cehalet temeli üzerinde gerçekleşmesi ve ana tarafından ahlâk bozukluğu); A’râb’ın (bedevîlerin) ve Arap olmayanların Kur’ân’ı okuması (her ikisinin de cehaletleri dolayısıyla). Çünkü Rasulullah (s.a.) ‘Küfür, ucmettedir. Onlara bir iş garip (ucmet) gelince, zorlamalara girerler ve bid’at ortaya çıkarırlar.’ buyurmuştur.”
3) Kur’an’dan Uzak Olduğunu Sandıkları İlimlerde Zaaf:Oysa bu ilimler, ümran açısından Kur’an’ın büyüklüğünü bilmek için zorunludur; tarih, ümran felsefesi, dinler ve siyaset gibi.
4) Âyetle İlişkisi İkincil İlimlerin Meselelerine Değinme:Bazı tefsirler, âyetin anlaşılmasıyla ilgili ilimleri belirtmek yerine, bu âyetin tefsirinin konusuyla zayıf bir bağıntısı bulunan çeşitli ilimlerin meselelerine yönelmişlerdir. Sözgelimi, Fahreddin Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr’de böyle yapmış, dolayısıyla müfessirin amacından uzak bir kitap ortaya çıkmıştır.
Tefsir Uyanışının Temelleri
Muhammed Tâhir bin Âşûr’a göre, bütün bu açıklamalar ışığında tefsir ilminin ıslahının kurulabileceği ve tefsirlerden özümsenecek vasıflar, şunlar olmalıdır:
1) Kur’ânî terkipler, Kur’ânî kelimelerin anlamlarını Arap dilinin kullanımına göre açıklama tarzında tefsir edilmelidir,
2) Anlamlar, lafızların ve terkiplerin delâleti ile belâgat özelliklerinden olmalıdır,
3) İçerilen anlamlar, başka yorum ve ihtimaller olsa bile, nazm-ı belîğin izin verdiği ölçüde mutâbakat, tazammun ve iltizâm delâletleriyle çıkarsanmalıdır,
4) Daha sonra, selef ve halef öncü müfessirler tarafından usûle ve Arapça’ya uzak düşmeyen nakiller verilmelidir,
5) Müfessir, ıstıtrattan (yan/ara açıklamalardan) ve Kur’an terkiplerinin ifade etmek istediklerinden olmayan maksatlara yönelmekten kaçınmalıdır; çünkü bu durumda âyetleri propagandist, mezhebî veya hizbî maksatlara vardıran menfezlere dönüştürür, sonuçta da Kur’an âyetlerini, gazete makalelerinin başlıklarına döndürmüş gibi olur; çünkü buna tefsir adını vermek, ilmî düzeyleri terkiplerin içerdikleri veya hiç ilgisiz olanlar arasında süzme, eleme ve ayırdetme derecesinde olmayan okuyuculara karşı bir tür tedlîs (aldatmaca) ve müslümanların çoğunu saptırma olur.
6) Müfessir, bir sözün bir dilden başka bir dile çevirisi gibi olacak biçimde sadece anlamı açıklamakla yetinmemelidir.
Muhammed Tahir bin Âşûr’un tefsir ilminin uyanışına ilişkin bu önerileri, iyi bir tefsir yazmanın ve/veya tefsir derslerini buna göre işlemenin çok uygun yollarını göstermek açısından son derece makul ve isabetlidir. Bu önerilere elbette eklenecek başka öneriler olabilir, ama temelde bu öneriler bir başlangıç noktası oluşturmak için yeterlidir. Ayrıca bu önerilerin, bizzat Muhammed Tahir bin Aşûr’un kendi yazdığı Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı eseriyle karşılaştırılması da, incelenmeye değer bir konudur.
Tahir bin Âşûr’a göre tefsir ilmi, İslâm fetihlerinin ardından İslâm’a girenlerin çokluğu dolayısıyla bilginlerin Kur’an tefsirine yönelmeleri sebebiyle doğmuştur.
Selefi, tefsiri tedvine yönelten şey, Arapçaya dışarıdan giren kelimelerin çokluğu dolayısıyla Arapçanın zaafa uğradığını düşünmeleri ve ümmetin Kur’an’ı anlamasının önemini bilmeleridir.
Tahir bin Aşûr’a göre Kur’an tefsirini donuklaştıran sebepler; nakil tutkunluğu, dil ve belagat konusundaki zaaf, Kur’an’dan uzak olduğunu sandıkları ilimlerdeki zaaf ve âyetle ilişkisi ikincil meselelere değinmedir.
Zemahşerî, tefsirinin girişinde herhangi bir ilimde yetkin olanın tefsir alanında da söz sahibi olmasının, ancak Kur’an’a özgü meânî ve beyân ilimleri alanında da söz sahibi olmasıyla mümkün olabileceğini söyler.
* Prof. Dr. Vecdi AKYÜZ, MÜ. İlahiyat Fakültesi, İslam Hukuku Öğretim Üyesi
Kaynak: Kur’ani Hayat Dergisi, Sayı 5 - Gazze, 2009 – 3 http://www.kuranihayat.com
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net