Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  Mevlana Ebu'l-Kelam Âzad (1888-1958): Çoğulcu Bir Ülke ve Dünya İçinde Yaşayıp Algılanan İslam / Chrıstıan W. TROLL
  • Facebook da Paylaş
Mevlana Ebu'l-Kelam Âzad (1888-1958): Çoğulcu Bir Ülke ve Dünya İçinde Yaşayıp Algılanan İslam / Chrıstıan W. TROLL
  • 01-01-1970
  • 0 yorum
  • 5628 okunma
Müslüman bir düşünür olarak Âzâd'ın en önemli katkısı, ki bu konuda K. Cragg'la hemfikiriz, başkalarıyla ortak bir devlet oluşturma hususunda Müslümanların katılımını, Kur'an ve İslami düşünce doğrultusunda makul gerekçelerle savunmada gösterdiği cesur kararlılıktır. Bu tarihî projenin kaderi şimdi değerlendirilmeyi beklemektedir.

Giriş

Âzâd'ın çok yönlü kişiliğine dair esas suali­miz şudur: Azâd tevârüs edip şahsen kabul ettiği İslâm'ı, büyük dünya toplumunun bir bölümünü teşkil eden Hindistan'ın birçok din ve kültürden oluşan hayatına iştirak edip katkıda bulunacak tarzda nasıl kavramıştır? Azâd'ın hayatı ve dinî düşüncesi Hindistanlı ileri gelen bir Müslümanın 'bu yüzyılın üzerinde fazlasıyla durduğu derunî yaşamın toplumda makes bulması hususuyla na­sıl ilgilendiğini ortaya koyan bir durum değer­lendirmesi' görünümü arzetmektedir1.

Azâd'ın hayat ve kariyerini kısaca ortaya koyduktan sonra, derinliğini Kur'an'ın bir bölü­münün tefsir ve şerhi olan Tercümânü'l-Kur'ân adlı eserinde bulan temel kelamî konumunu açık­lığa kavuşturacağız. Son olarak tenkitçi bir yak­laşımla, değişik İslâmi seçenekler bağlamında, Azâd'ın, terkipçi bir milliyetçilik ve evrensel dini hümanizm karşısındaki İslâmi seçiminin değer ve ehemmiyetini açıklayacağız.

1. Âzad: Gazetici, Politikacı, Dini Düşünür

Azâd babası Muhammed Hayruddîn'in, 1857 isyanının (aynı zamanda "Sipahi Ayaklanma­sı”* da denir) başarısızlığından sonra göç ettiği ve Şeyh Muhammed Zahir Vatrî adında bir Arap âlimin kızıyla evlendiği Mekke'de dünyaya geldi. Hayruddin birçok müntesibi bulunan bir pir, ta­ranmış bir vaiz, gelenekçi stile sahip bir kelamcıydı. Ailesi, Moğolların ilk devirlerinden itibaren yetiştirdikleri din adamları ve idarecileri vasıta­sıyla icra edilen üstün hizmetlerden ötürü kendi­leriyle iftihar ediyorlardı. Çocukluğunun ilk döne­minde Azâd'ın dili Arapçaydı. Azâd on yaşına geldiğinde ailesi Kalküta'ya geri döndü. Baba oğlunu bir medreseye göndermedi fakat bizatihi kendisi ve bazı âlim dostları geleneksel İslâmi eğitimle bu olgun çocuğu eğittiler. Çocuğun bu olağanüstü erken gelişimi çok geçmeden iyice te­barüz etti. Bu kadar genç yaşında Azâd bir yazar ve hoca olarak kendini göstermeye başladı. Ünlü bir şair ve edebiyatçı olan Altaf Hüseyin Hâli (1837-1914) onu 'genç omuzlar üstünde yaşlı bir kafa' olarak niteler. Seyyid Ahmed Han'ın (1817- 1898) ve Aligarh hareketinin aydınlarının yazarı vasıtasıyla Azâd, İngiliz dilindeki edebiyat (lite­ratür) ve irfanın (ilim) ulaştığı tüm alanı potan­siyel olarak hazmetmesi için entelektüel ufkunu genişletmesi gerektiğini kavradı. Burumla birlikte Seyyid Ahmed Han ve Aligarh'ın Oxford'a ve İngilizlere ait olan her şeye yağdırdıkları övgüyü tabiî olarak reddetti2. Bu ilk yıllarda gerçekte Azâd'ın Batı kültürü ve düşüncesiyle herhangi bir tanışıklığı yoktur. Sonraları suf kendi gayre­tiyle mevcut bazı İngilizce eserlerden ve son dö­nem çağdaş Arap yazarlarının çalışmalarından bir dereceye kadar ilim elde etmiştir. Fakat Azâd'ın zihni, şiirsel sezgi ve telmihle yoğrulmuş, zarif îzah ve stile meyilli Urdu-Fars kültürüyle fazla­sıyla şekillenmişti ve böyle kalmaya da devam etti.

1906-1909 dönemini anlatan siyasi otobiyog­rafisi India Wins Freedom'da, Azâd erken bir 'zihnî kriz'den bahsetmektedir.3 Bununla ilgili ifadeleri iktibas ederek nakletmek faydalı olacak­tır:

Kendimi yerleşik âdetler ve inançlarla uzlaştıramıyo­rum ve kalbim yeni bir isyan duygusuyla dopdoluydu. Ailemden ve ilk eğitimimden aldığım fikirler artık beni tatmin etmiyordu. Kendime yeni doğrular bulma­lıydım.

Beni sıkıntıya sokan ilk şey değişik Müslüman mez­hepler arasındaki bu denli farklılıklardı... Şayet din evrensel bir gerçeği ifade ediyorsa, farklı dinlere men­sup insanlar arasında neden bu kadar farklılıklar ve çatışmalar olsun ki? Neden her din gerçeğin tek tem­silcisinin kendisi olduğunu iddia edip diğerlerini saç­ma diye kınasın ki?

İki üç yıl bu sıkıntı devam etti ve şüphelerime çö­züm bulmak için yandım tutuştum. Bir safhadan diğe­rine geçtim ve öyle bir an geldi ki ailemin ve aldığım eğitimin bana dayattığı tüm bağlar çözüldü. İçtimâi adetlerin getirdiği tüm bağlardan kurtulduğumu hisset­tim ve kendi yolumu çizmeye karar verdim. İşte bu anda, artık tevarüs ettiğim inançların beni bağlamadığı­nı göstermek için kendime Âzâd (hür) müstear ismini takmaya karar verdim4.

Aşağı yukarı, az önce anılan zaman süre­cinde, 1906-1907'de, Âzâd Mısır'a, Hicaz'a ve Su­riye'ye seyahatlerde bulundu ve burada Cemaleddin Afganî (Ö.1897), M. Abduh (1849-1905) gi­bi ileri gelen iki Müslüman ıslahatçı tarafından başlatılan dinî-siyasî fikirlerin mayasını aldı.

1909'da birara Azâd, İslam’a sadakati içeren şahsî bir imana yeni bir yolla geri gitmeyi arzu­luyor görünmektedir. Son on yıla dair yaptığı otobiyografik denemeyle bağlantılı olarak 1910 yı­lında 'Sermed, Şehit' adlı bir deneme yayınla­mıştır. Bu deneme gösteriyor ki, Ebu'l-Kelam Azâd'ın yeni İslam anlayışı; Müslümanların fert ve toplum hayatlarını düzenleyen reçeteleri veren Şeriatın emrine uymaktan ziyade, Tanrı denen gizli sırr'a olan cazibeye ve sufî şaüler tarafından yaşandığı ve aktarıldığı şekliyle, aşkın getirdiği manevî dönüşüm anlayışına ve bunların evrensel dini hümanizmlerine uymayı ön plana çıkarır.

1912'den 1916'ya kadar Âzâd, haftalık el-Hilâl (1912-1914) ve el-Belağ (1915-1916) mecmuala­rını çıkardı. Bu iki mecmua, entelektüel Müslü­man kesimin zihinlerini Aligarh hareketinin İngilizlere gösterdiği sadakatin aleyhine ve Pan-İslamizm'in lehine çevirmede olağanüstü bir etki gös­termiştir. Âzâd'ın Osmanlı halifesini destekleyen tutumunun geniş bir kesime yayılmasından en­dişelenen İngiliz otoriteleri 1916'da I. Dünya Sa­vaşının en sıcak anlarında Âzâd'ı Kalküta'dan sürgün ettiler. 1919'un sonuna kadar Ranchi'de gözaltında tutuldu. O zamandan 1924'e kadar Âzâd hilafet hareketinde önder rolü oynamıştır. Afganî'nin fikirlerini popülarize etmek ve onlara katkıda bulunmak suretiyle bu hareketin baş teorisyenliğini yapmıştır.

18 Ocak 1920'de Gandi'yle buluşmasını ger­çekleştirdi. Bazı araştırmacıların iddia ettiği gibi Azâd'ın birleşik Hindu-Müslüman milliyetçiliği fikrine Gandi'nin etkisiyle döndüğü kanaatinde değilim. Zira böyle bir siyasayı onaylayan tutum ve görüşleri 1920'den uzun zaman öncesinde Âzâd'ın yazılarında bulmaktayız. Gandi'yle bu­luşması, hilafet ve ortaklık karşıtı hareketlerle ilgilenmesi Âzâd'ın dikkatini bir Müslüman olarak özgürlük ideallerine ve tüm kültürel ve dini geç­mişleriyle Hintlilerin milliyetçilikleri üzerine düşünmeye ve bu yönde gayret göstermeye şev­ketti. Âzâd bu yüzyılın ilk yirmi yılının siyasi ha­diselerinin getirdiklerinden ve geçirdiği dini kriz­den sonra, milli ve evrensel boyutlarda dine dayanan bir İslam hümanizmine doğru sürekli bir kayma göstermiştir.

Kongre içinde Âzâd, Milliyetçi İslam Partisi­ni kuranlardan birisiydi. İslam birliğinin Cinnah tarafından idare edildiği 1937-1947 yılları politik olarak büyük öneme sahipti ve sonunda da Cin­nah Müslüman oyların büyük çoğunluğunu Pakis­tan tercihi yönünde kullandırmaya muvaffak ol­muştu. Bu dönemde Âzâd, kültürel ve dini ola­rak çoğulcu, bölünmemiş fakat federal yapılı Hind ulusu siyasetini öngören Kongre politikası­na sadık kalmıştı. 1925'de Kongreye yaptığıbaşkanlık hitabında bu siyasi tutumuna açıklık getirmişti. 15 Nisan'da yayınlanan bir demecinde Âzâd Birliğin Lahor kararma muhalefetinin sebe­bini açıklamakta ve şöyle demektedir:

....Bu plan yalnız tüm Hindistan için değil özellikle Müslümanlar için de zararlıdır... Pakistan teriminin tam anlamıyla bana zıt geldiğini itiraf etmeliyim. Bu fikir dünyanın bazı bölgelerinin pak, bazılarının da pak olmadığını öngörür. Toprakların böyle te­miz ve temiz olmayan diye bölünmesi gayr-ı İslâ­mî'dir ve İslâm'ın ruhuna aykırıdır...5

Bağımsız Hindistan Cumhuriyetinde Âzâd, Jawarharial Nehru'nun kabinesinde Hindistan'ın ilk Eğitim Bakam olarak müstesna bir görev ifa etmiştir.

Biri Âzâd'ın biyografisinde diğeri karak­terinde mevcut iki yönü burada özellikle zikret­meye değer. Âzâd hayatının on yıldan fazlasını hapiste veya gözaltında geçirdi. Ahmednagar ka­lesinde Ağustos 1942'de 53 yaşındayken, 6 kez hapsedilmişti. Hapis yıllarının hayatının epeyce bir kesimine yayılmasını şöyle ifadelendirir:

Hayatımın yedide birinde, yani haftada bir gün, tev­kif edildim. Bu suretle İngilizler insanlara iyice din­lenme imkânı veriyorlardı... Tutukluluğum sırasında birisinin hapis adı altında tecridle cezalandırıldığım işittiğimde, bunun ceza olarak adlandırılmasına hep hayret etmişimdir.6

Kenneth Cragg, Azâd'ın kariyerindeki bu yö­nün önemini açıkça ortaya koyar: "Bu hapis yılla­rı Azâd'a, rehber kabul ettiği, yazılarında ve uzun politik kariyerinde kendisine yön verip motive eden Kutsal metin üzerinde uzun uzun düşünme fırsatı vermişti"7.

Azâd'ın şahsiyeti bağımsızlık duygusuyla ve güçlü bir kişiliğe delalet eden kendine güvenle belirginleşmişti. Ki bu durum çocukluğundan beri sahip olduğu olağanüstü entelektüel mevhibe dik­kate alındığında hiç de şaşırtıcı değildir. Bundan da öte Azâd kendi ilkelerinden hiç taviz vermez­di. Bu noktayı dikkate alan tarihçi Muhammed Mûcib şunları yazıyor:

Azâd, sigara içme gibi alışkanlıklara son derece karşı olduğu bilinen Mahatma Gandi'nin yanında sürekli ve serbest bir şekilde sigara içer ve şunu açıkça ifade ederdi: İnançta değil ama, kişisel hareket tarzında temel husus müsamaha olmalıdır. İslam Birliği'yle Kongre arasındaki farklılıkların çok belirgin olarak günyüzüne çıktığı 1930’lardan itibaren bir­çok milliyetçi Müslüman liderler, Müslümanlar kendilerini sahiplenmezse, tasfiye edilip önemlerini yitirecekleri korkusuyla taviz verip uzlaşmayı kabullendikleri zaman, Mevlana Azâd tek başına di­rendi. Azâd'ı böyle davranmaya muktedir kılan inanç ve cesaret, onu dünyanın en büyükleri ara­sında üstün bir mevkiye yerleştirdi8.

Azâd eleştirel bağımsızlığını muhafaza etti. Onun yeni Hindistan'ın ilk on yılma ait bakanlık kariyeri yargı tarafsızlığı ve kusursuz bir dürüst­lükle şöhret bulmuştu.

2. Azad’ın Kur’an’ı Mütalaa Tarzı

Azâd'ın kendine has İslâmî anlayışını araştırmak, gerçekte, Kur'an'ı nasıl mütalaa ettiği­ni başka bir deyişle Kur'an'ı nasıl tefsir ettiğini sorgulamaktır. Kur'an Azâd'ın düşüncesinde merkezî bir yer tutar. Hayatı boyunca Kur'an'ı konuşturmaya ve dinlenmesini sağlamaya gayret etti. Bunu gerçekleştirmek için de son asırların Kur'an'a yamadığı yetersiz ve çarpık yorum per­delerini ondan kaldırmaya çalıştı.

Azâd'ın hayattaki gidişatı ve karşılaştıkları onu şu iki soruya Kur'an'dan cevap aramaya it­miştir: 1. İslam yahut bir Müslüman mevcut şekliyle siyasete nasıl yaklaşmalıdır? 2. Hindis­tan'da ve daha büyük çapta dünyada dinlerarası ilişkilerde Kur'an nasıl bir rehberlik sağla­maktadır?

Daha önce zikrettiğiniz üzere Azâd'ın kriz­den kurtulup dini inancını tekrar kazanması (yaklaşık 1909) onda dini hakikatin, Abdürrezzak Malihâbâdî krizi üzerine yaptığı değerlendirmede adlandırdığı şekliyle, cezbeye dayandığı kanaatini uyandırmıştır. Başka bir deyişle dini hakikat aklî delile dayanmaz veya onunla yargılanmaz. Bu yüzden Azâd Kur'an'a ve (diğer kutsal metinlere) bilimsel ve tarihsel malumat elde etmek gayesin­den daha ziyade, kesin dini ve ahlaki velileri tesbit etmek için yaklaşır.

Azâd, asırlar boyu her kıtada tekrarlanan ve sonunda eşsiz ifadesini Kur'an'da bulan gerçek vahyin sade, tek, manevî mesajıyla aşılmaları ge­rektiğini vurgulayarak, entelektüel kelamî prob­lemleri basite indirgemeye çalışır.

EI-Hilal'i çıkarmaya başlamadan çok daha er­ken bir zamanda Azâd hem siyasi-gazetecilik hem de reformist-kelamcılık aktivitesini bir siste­min parçası olarak oluşturmuştu. Müslümanları diğer vatandaşlarıyla birlikte İngiliz idaresinden hürriyetlerini almak için mücadeleye ve modem, kültürel olarak çoğulcu bir milleti meydana getir­mede aktif hizmete çağırma konusunda baş rolü oynadı.

Bu çağrı ve icab ettirdiği idealler Azâd'a göre açıkça Kur'an'ın asırlardır ilan ettiği temel mesaj­dır, bununla birlikte bu mesaj zaman içinde ve kendi çıkarını önplanda tutan politika ve ekolle­rin aleti durumuna düşürülerek muğlaklaştırılmıştır.9

Bu sebeple Azâd'ın el-Hilal'deki ilk yazıların­da, geniş bir mukaddimeyle birlikte Kur'an'ın tercüme ve tefsirini ihtiva eden farklı bir ça­lışmaya gireceğini ilan etmesi pek şaşırtıcı değildir. Bu araştırmalar ilk meyvelerini el-Hilal'den sonra çıkarmaya başladığı el-Belağ'da 1915'den iti­baren vermeye başladı. Fakat Tercümanü'l-Kur’ân'ın ilk cildinin çıkması için on beş yıldan fazla bu sürenin geçmesi gerekiyordu. Kısa ama ağır bir girişi ihtiva eden Fatiha sûresi tefsiri Azâd'ın tef­sirdeki bazı temel kanaat ve prensiplerini ortaya koyar. Hapsedilmesi, yazdıklarının defalarca mü­sadere edilmesi, kendisine geri verildiği zaman da, bu evrakların ya karmakarışık bir halde veya parçalanmış şekilde verilmesi, dahası kaybolması, öte yandan siyasi baskı ve bedenî zaaf; işte bü­tün bunlar gecikmenin sebepleriydi. Altı yıl, son­ra 1936'da, ikinci cilt çıktı, iki cilt de Azâd'ın Ahmednagar'da 1945'de hapiste bulunduğu şuada yeniden gözden geçirilmiştir, ikinci cilt kenar notlarıyla birlikte 7-23. sûrelerin tercümesini ve değişik kelamî ve tarihi konulara dair ilaveleri ih­tiva etmektedir. Canlı ve cazip üslubu sebebiyle Azâd'ın Urduca Kur'an tercüme ve tefsiri, ilk ba­sıldıkları günden itibaren bir şaheser ve birçok gelişme basamağından geçerek olgunlaşan bir zihnin ürünü olarak büyük hüsnü kabul görmüştür.

Tercümân'a girişte Azâd şunları yazıyor: Geçen yirmi yedi yıl zarfında sürekli Kur'an araştırmalarıyla ilgileniyordum... Şunu söyleyebili­rim ki basılmış ya da basılmamış birçok tefsiri okudum. Gücümün yettiğince Kur'an ilimlerini bü­tün yönleriyle tahsil ettim. Günümüzde insanlar geleneksel ve modem bilgiyi birbirinden ayırıyor­lar. Ben geleneksel ilmi miras aldım. Modem bil­giyi kendi gayretlerimle keşfettim...

Ta baştan beri bana aileden, toplumdan ve eğitim­den geçen mirasla yetinmeyi reddettim. Taklit bağ­lan (klasik hukukî ve kelamı öğretileri körü körüne takip etme) beni asla bağlamadı ve ilme susa­mışlığım beni hiç terk etmedi... Hiçbir zaman şüphe dikenlerinin iğnelemediği bir kalp selametine ve tüm inkâr vesveselerinin nüfuzundan beri kalmış bir ruh sükûnetine varamadım. Her kaptan dam­layan zehir damlasını da içtim. Susadığımda susuz­luğum dinmez, hiçbir müşterek kaynaktan içip tat­min olmazdı10.

O halde, zamanı için yeni bir İslâmî mesajı ifadelendirirken Azâd'ın sergilediği yaklaşımın te­mel özellikleri nelerdir? Her şeyden önce Azâd Kur'an'ın kendi kendini tefsir etmesini ister. Kur­an mesajının kendine yabancı yorumların puslu örtülerinden kurtarılmasını arzu eder. Kur'an'ın gerçek ve orijinal anlamıyla karışıp onun metnin­deki asaleti ve sadeliği bozan sözde modern bi­limsel tavırlar kadar sanatlar, bilimler ve Yunan felsefesi de bu örtüler örneği içindedir. Azâd Kur’an'ın reel temâsı, maksadı ve mantığıyla teknik ve bilimsel olmayan vokabüleri tespitini, kendine ait dil, üslup ve belağatı meydana çıkarmasını is­ter. Onun iddiası tefsiriyle, 'zamanına kadar izle­nen yollardan farklı olarak... Kur'an tefsirinde teemmüle dayak yeni bir yol geliştirmekti'11. İn­sanın tabiatına, kişinin istidadına, duygularına, şuuruna doğrudan hitap etmesi, kendisini ve ken­dini çevreleyenleri hakkıyla tahlil edip anlaya­bilmesi için insanı yaratma üzerine düşünmeye, akletmeye ve teemmüle çağırması Kur'an'ın bu istidlalinin temelidir.

Fakat Azâd bizi sadece saf ve sade metne, dile ve Kur'an'a has akü yürütme metoduna geri götürmeyi istemekle kalmaz. Nihâî olarak, Kur­an'ın mesajım açıkça ortaya koymayı hedefler. Bu mesaj tüm dinlerin içlerinde zorunlu olarak ba­rındırdıkları din, din-i hanîf, sırat-ı müstâkîm gerçeğidir. Bu dinin adı İslâm'dır. Zira İslam 'tasdik ve itaat’demektir12.

Din kelimesi hem şeriatı hem de fıkhı karşılar. Zira dinin temel akidesi amellerin karşılığının görüleceğine inanmaktır. Dinin temeli, âlemin tek sahibine doğrudan ibadet olan, Tevhid'dir.

Ama din'i açıklarken insan cephesine ağırlık verildiğinde, dinin anlamı hemen hemen Sûre 2:177' de anlatıldığı gibi iyilik ve doğrulukla ay­nileşir:

İyilik (hayır) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çe­virmenizde değildir. Fakat iyilik o kimselerin iyiliği­dir ki, Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve Peygamberlere iman etmişlerdir. Mal sevgisine rağ­men (onu) yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yol­da kalmışlara ve kölelerin kurtulmasına vermişler­dir. Namazı dosdoğru kılmış, zekatı vermiş, ahitleştikleri zaman, ahitlerini yerine getirmişler­dir. Zorda, darda ve savaşta sabırlıdırlar. İşte do­ğruyu söyleyenler de takva sahibi olanlar da onlardır.

Bu anlamda din, yahut Âzâd'ın deyimiyle din-i İlâhî* tüm dinlerin aralarında maruf ve münker olarak kabul ettikleriyle özdeştir. Azâd şunları da serdeder: "Tüm inançlar ve amellerin tamamı şu kelimelerde özetlenebilir: îman ve salih amel.13

Dinlerin bünyelerindeki ve aralarındaki mev­cut ihtilaflar iki kategoridedir: Birincisi, gerçekte dinlerin karakterinde yoktur, fakat saplantılı müntesipler bunları dinlerinin doğru öğretisinden saptırarak üretmişlerdir. İkincisi de, dinlerde emirler ve ritüeller olarak gerçekten mevcut bulu­nan varyasyonlardır, fakat ibadetin gerçek biçimi tek örnektir. Dinden, yani Şeriatın özü yahut ru­hundan oldukça farklılık arzeden bu varyasyon­lar (dinin değişen yönü, fıkıh ç.) dinin içinde zo­runlu olarak bulunurlar. Bunlar farklı iklimlere ve çağlara mensup insanların içinde bulundukları çevreye ve tarihte insanın gelişim seyrine göre değişebilirler. Kından bu değişiklikleri şer' ve minhâc terimleriyle karşılamaktadır.

Sûre 5:48'i tefsir ederken Âzâd şunları yazıyor:

Her devir ve memleket için Allah insanın ihtiyacı­na ve durumuna muvafık bulunan özel bir ibadet şekli belirler... Şayet Allah dileseydi bütün insanlığı tek bir millet ve toplum yapardı ve hiç bir düşünce ve amel farkı ortaya çıkmazdı; fakat biz biliyoruz ki Allah böyle arzu etmemiştir. Onun hikmeti değişik düşünce ve amellerin yaratılmasını gerektirmiştir14.

Temelde bütün dinlerin hakikati ihtiva etme­si ve aynı ruhla kaplanması ve mevcut farklı­lıkların dinin temel karakterini etkilememesi se­bebiyle Kuran diğer din sahiplerine karşı toleran­sı emreder ve başka insanları kendi dinine çağır­mada şiddet ve cebr kullanılmasını yasaklar. Sûre 10:99'u Azâd'ın anlayışı şöyledir:

Ve şayet Rabbin dileseydi bütün insanlar inanırdı (fakat sen O'nun hikmeti gereği herkesin kendi an­layışına göre kendi yolunda yürüdüğünü görür­sün). O halde sen insanlara, inansınlar diye baskı yapmayı ister misin?

E. N. Hahn bu açıdan Azâd'ın fikrini şöyle özetler:

Değişik vesilelerle Kur'an, kesin inançları ve amel-i salihleri sebebiyle dinlerinin otantik ruhunu muha­faza eden diğer dinlerin me suplarını över de. Bir olması sebebiyle Kur'an'da Allan dağılmış insanlığa tek bir dine, alemlerinin Rabbi’nin bir ailesi şeklinde birleşen kardeşler gibi olmaya ve günah­kar olmayan, tersine günahtan nefret eden bir halk haline gelmeye davet eder. Bu dinlerin birliğinde ve Allah'la olan kutsal ilişkisinde insan, bütün in­sanlığın huzursuzluğunu giderecek, kurtuluşlarını, gönül hoşluklarını ve mutluluklarını gerçekleştire­cek gerçek kaynağı keşfedebilir15

Azâd'ın Kur'an tefsirinde diğer iki esas temâ, dinin evrimi ve İslam'ın dışındaki dinlerin konu­mudur. Azâd'a göre, Kur'an'dan önceki tüm din­ler Allah'ın zatının birliğini ifade etmişlerdir. Bu­nunla birlikte bunun karşıtını, yani kendisine benzer hiçbir şey bulunmadığını söylemeyi ihmal etmişlerdir ve bu sûrede sıfatların birliğinde haki­ki inancı elde etmeye muvaffak olamamışlardır.

Bu sebeple kendi hayallerinde tanrılar mey­dana getirdiler, dini liderlerini yücelttiler ve zım­nen kendilerini müstesna gruplara ayırdılar. Ter­sine Kur'an, eşsiz açıklığı ve güçlü ifadesiyle Al­lah'ın birliğini ortaya koyar ve putlara yapılan dualara, niyazlara yalnızca Allah'ı layık görür. Böylece Kur'an mümkün ve sonlu olan her şeye kölelikten kurtuluş yolunu gösterir.

Kur'an toleransı, Allah'ın yüceliği ve birliği kavramını açıkça ortaya koyarken fedakârlıkta bulunuyor değildir. Bir anlamda tüm dinlerin doğruluğu ve Kur'an'ın da kendi dinlerine bağlı küçük halkları övmesi söz konusu olmakla bir­likte, bu ilk dinlerin müntesiplerinin büyük çoğunluğu, dinlerinin gösterdiği yoldan sapmışlar­dır. Kur'an onları tekrar doğru yola çağırmak için gelmiştir. Evvelki vahiyleri tasdikte Kur'an, ne açıkça hakikati sırf kendi tekeline alma iddiasın­da bulunur, ne yeni bir din getirdiğini söyler ne de eski dinleri kınar. Azâd'ın iddiasına göre sa­dece parçalanmış insanlara kendilerine ait dinlere dönmelerini telkin eder. Bu sebeple hiç kimse Kur'an’la çatışmaya giremez! Bu insanlar dinlerini orijinal halleriyle kabul ederlerse, kendiliklerin­den Kur'an'ı da kucaklamış olacaklardır.

Âzâd bağışlasın ama bu eski din sahipleri gerçekten otomatikman Kur'an’ı kabul etmiş ola­caklar mıdır? Evet, Azâd'ın dinine göre muhte­meldir! Fakat kesinlikle bunlar Kur'an'ın bakış açısını ve ortaya koyduklarını bütünüyle kabul etmeyi, bir mü'minin hayatı için oldukça zor karşılayacaklardır. Kur’an, gerçekte şeriatın çekir­deği olan farklı dogmatik inançları ve somut emirleri, ihtiva etmez mi? Dahası Azâd Kur'an'ın hususi emirlerinden herhangi biline itaat edip et­memede hadiseyi tamamen mü'mininferdî şuu­runa terk ediyor, görünmektedir.

Azâd'ın müzakere ettiği ikinci tema, yani İs­lam'ın dışındaki dinlerin tabiatı ve konumu me­selesi, onu, hayat tarzları ve dini hukukun arz ettiği değişikliklerden başka bu dinlerin yapılarında mevcut olan farklılıkların nasıl meydana geldiği gibi can alıcı soruları sormaya itmiştir. Âzâd'ın bu problemi uzun uzadıya tartışmasında empirik delil ve dogmatik apriori kabuller sürekli iç içe işlenmiştir.

Örneğin Âzâd, tumturaklı ifadelerle İslam dışı geleneklere ait önemli dini şahsiyetlerden açıkça bahseder fakat gerçekte, Kur'an'da Pey­gamber olarak gösterilmeyen sadece tek bir şahsı hasseten zikreder. Âzâd'ın tüm dinlerin asimin bir olduğuna dair argümanı tarihsel olarak ikna edici olmaktan uzaktır. Hristiyanlığı ve Yahudiliği müzakere ederken Âzâd sadece kendi İslâmî inanç vizyonundaki taslağa uygun gelenleri kulla­nır. Diğerlerini yeniden yorumlar veya görmez­den gelir yahut çıkarır atar. Âzâd'a göre Kur'an yalnızca kendini değil, Ernest Hahn'ın da doğru bir şekilde işaret ettiği gibi, İncil’i hatta farklı dinleri anlamamızda hayatî rol oynayan diğer kaynaklan da tefsir eder.

Burada kabaca anlatıldığı üzere Âzâd'ın dini düşüncesinde, Kur'an'a yönelttiği soruların oluşturduğu gündem ve Kur'an metni üzerinde ön kabullerle düşünmesi, bu büyük projenin aka­demik bazda yürürlüğe sokulmasını ikinci plana itmiştir. Müslüman bir düşünür olarak Âzâd'ın en önemli katkısı, ki bu konuda K. Cragg'la hem­fikiriz, başkalarıyla ortak bir devlet oluşturma hususunda Müslümanların katılımını, Kur'an ve İslami düşünce doğrultusunda makul gerekçe­lerle savunmada gösterdiği cesur kararlılıktır. Bu tarihî projenin kaderi şimdi değerlendirilmeyi beklemektedir.

3. Azad’ın Tarihi Projesinin Kaderi

1930'ların sonuna kadar hilafet hareketine dair beslenen ümitler tamamen sönmüştü. Top­lumsal gerilimler yeni ve daha keskin formlarda uyanışa geçmişti. Hindistan Müslümanları, İslam Birliği ve M. Ali Cinnah tarafından mütemadiyen Âzâd'ın ve Kongrenin takip ettiği politikayı red­detme yönünde etki altında tutuluyorlardı. 1940 Lahor karan İslam Birliği'ne ayrı bir Müslüman devleti için yetki verdi. Gerçekte karar "İslam'ın tabiatı hakkında ve Kur'an'ın nasıl mütalaa edilmesi gerektiğine dair verilen bir iradeyi temsil ediyordu"16. Karar aynı zamanda Azâd'ın hayat mücadelesinin şahsi trajedisini de sona erdiriyor­du. Pakistan ve İslam devleti fikrini savunanlar kendilerini Muhammed'in misyonu içindeki ikti­dar muadiliyetiyle aynı çizgide sayarak, İslam vahyinde yer aldığını söyledikleri, 'pak' (pure) İs­lam devletini ayrı bir arazide ilan ettiler.

Tersine, Azâd ve bağımsız millî birlik için kendisiyle çalışıp tüm diğer Hintlilerle mürekkep bir Hint milliyetçiliğini arzulayan Müslümanlar, samimî bir şekilde herkese eşit insan olma onu­runu ilham eden Kur'an'ın boyutlarına ve bakış açısına müracaat ettiler. Müşahede ettiklerini esa­sen Kur'an'ın tarih üstü taslağına bir geri gidiş olarak nitelendirdiler. Bu şekilde davranmak değişen politik şartlara dinamik bir İslâmî cevap bulmada faydalı olabilir. Dahası bunlar parçalan­manın (Pakistan diye ayrı bir devletin ortaya çık­ması ç.) insan hayatına getirdiği korkunç maliyeti önceden görmüş ve Kur'an'ın ortaya koyduğu güven ve emniyete yeterince sahip olmadığı ge­rekçesiyle (ayrı devlet olmayı isteyen) "İslam Birliği"ni [müslim league] suçlamışlardır. Zira Kur­an şunu söyler (S. 39:38): De ki Allah bana yeter, güvenen O'na güvensin.

Kenneth Cragg iyi bir değerlendirmeyle şunları zikreder:

Allah'ın insanların göğüslerinde gizledikleri saikler, meraklar ve maksatlardan haberdar olması iknaî bir tarzda şunu da tazammun eder: Bunların bü­tünlüğü sırf politik kazanımın ötesindedir ve daha­sı onları salt politik kazanıma iten saik bizatihi çö­küşün sebebi de olabilir. Değişen zamanlarda Kur'an'ı anlamayı hedefleyen akıl, hicretin fizikî bir göçten daha çok insanlık içinde ruhî bir gezinti ol­duğunu gösterecektir. Parçalanmadan önceki müza­kere ve çatışma yıllarında ekseriyetle gün yüzüne çıkmayan ama sürekli can alıcı bir özellik taşıyan sorun (Muhammed Mucibin'de işaret ettiği gibi) 'ahlakî değerlerin politik prensipler şeklinde ileriye sürülüp sürülemeyeceği meselesiydi'. Tarihçi, bu ve takip eden yıllar zarfında Azâd’ın, ruhi öncelikler için Kur'an'ı değerlendirmeye almanın, hiç bir şekilde po­litik hususları terk etmek anlamına gelmediğini, fakat bu hususları daha geniş bir insani ve dini referans alanı içinde algılamak gerektiğini ortaya koymada bir numune olduğunu ifade edecektir17.

Daha önce Lahor kararma verdiği cevapta Azâd'ın, Pakistan hareketini siyonist hareketle aynı paralelde gösterdiğini müşahede ettik. Siyo­nist hareketiyle Pakistan hareketi devamlı evren­sel bir etki alanı bulunan her dinin, toprakları ayrı, egemen bir ideolojik devleti öngördüğü kanaa­tini paylaşırlar. Bu sebeple Âzâd din devleti fikri­ne temelden karşıdır.

Siyonist cephede bir Yahudi devleti fikrine güçlü destek vermekte olan bazı coğrafî ve tarihî faktörleri müşahede etmiş olmakla birlikte Âzâd, Güney Asya bölgesinde toprakları ayrı bir İslam devletini haklı çıkaracak hiç bir neden bulamıyor­du. Pakistan fikrini hem ideolojik hem de politik gerekçelerle açıkça reddetti. Âzâd'a göre pâk (tek milletten oluşan ç.) bir ülke meydana getirmek, bir çöküş sembolü, korkaklık alameti ve kültürel ve dini çoğulculukla belirlenmiş bir dünya (veya milletler) içinde hududu olmayan bir toprak par­çasında yaşamak durumunda bulunan Müslü­manları da zor duruma sokacak bir problemdir.

Politik kariyerinin ilk safhasında Âzâd ule­manın Müslüman olmayan Hintlilerle birlikte hürriyetlerini elde etme mücadelesine aktif olarak katılmalarını ve siyasi kararlarda rol almalarını sağlamak için fazlasıyla çalışmıştı. Onları aktif hale getirmeye muvaffak oldu fakat gayr-ı müslim Hintlilerle paylaşılan millî bir hayata Müslü­manların siyasi katılımını esas alan görüşünü bu kesime benimsetemedi. Gördüğümüz gibi İslâm Birliği, sonunda Müslümanların çoğuna 'ortak milliyetçiliğin antitezini' yani ayrı bir devlet fikrini benimsetmeye muvaffak oldu'18. Birlik, Müslü­manları siyasi taahhütlere girmeye teşvikte Azâd’ın başarısından istifade etti ve aynı zamanda onun nihaî siyasî hedefini de hezimete uğrattı. Bu sebeple Müslüman bir politikacı olarak Âzâd'ın hayatını trajedi ve hatta şehitlik unsurlarıyla be­lirginleşmiş olarak ifade etmek mübalağa olmaya­caktır.

Âzâd'ın temel otobiyografik eseri Tezkire'de de açıkça görüleceği gibi19 Azâd annesi vasıtasıy­la yakın ilişkide bulunduğu Mekke şehri ve bu sayede de tüm Arap-İslam dünyası sebebiyle sa­hip olduğu kozmopolitanizm kadar, liberal Moğol geleneğini de içinde taşımaktaydı. Âzâd aynı za­manda, ideolojik bir devletin dar ve takati tüken­miş toprak düşkünlüğünün tersine Hintli bir Müslüman olarak İslam'ı Hindistan'da, kültürel ve dini farklılığın milli çatısı içinde kendine güve­nen bir ortaklık modeliyle kavramaya çalışıyor­du.

Çev. Şaban Ali Düzgün

Dipnot:

1. Margareth Chatterjee, 'Opening Remarks' in Religious Consciousness ami Life-Worlds. Ed. T.S. Rukmani. (Simla: Indian Institute of Advanced Studies, 1988), s. 1.

*Müslüman ve Hinduların İngilizlere karşı birlikte gerçek­leştirdikleri bu isyan (M. Watt, bunun yalnızca Müslümanlarca gerçekleştirildiği görüşünde ısrar eder. (Bkz. M. Watt, Islamic Fundamentalism and Modernism, London, 1989, s. 41) Müslümanlar adına söylemek gerekirse, Hint Müslümanlarının Hin­distan'da kaybettikleri iktidarı geri almak için yapılmış. Toynbee'nin ifadesiyle, 'arkaik' bir teşebbüstür. Bu senenin Müslüman Hindistan'ın tarihinde çok mühim bir yeri vardır. Bu yıla kadar Hindistan'ı Doğu Hindistan Şirketi yönetiyordu. 2 Ağus­tos 1958'de çıkarılan bir kanunla Hindistan'ın yeni yönetimi şirketten alınıp İngiliz hükümetine teslim edilmiştir. (1. Hü­seyin Kureşi, The Struggle for Pakistan, Univ. of Karaçhi,1965. s. 18). Tarihe Sipahi ayaklanması olarak geçen bu olayların ardından Ingilizler alt-kıtada daha katı politikalar uygula­maya başlamışlardır. (R.J. Majumdar, Some Unpublished Records Regarding the Sepoy Mutiny, PI1 IRC (Proceeding of Indian Histo­rical Records Commission) 53 II, 1958, s. 115) Daha geniş malu­mat için bkz. Syed Maînul Hak. The Great Revolution of 1857, Karachi 1968; John William Kaye, Spoy War in India 1857-58, London 1888; Field Marshall, An Eye Witness Account of The Indian Mutiny, London 1894; John Haris, The Indian Mutiny, London 1973) (Çev.)

2. Kenneth Cragg, The Pen and the Faith (London: Allen and Un­win, 1985) s. 16.

3. Âzâd'ın inanç krizine girişi ve bu durumdan kurtuluşu ile il­gili detaylı bilgi için Lan H. Douglas'ın Abu'l-Kelam Azâd. An Intellectual and Religious Biyography eserinin birinci bölümüyle krş. Ed. G. Minault ve C.W.TroIl, New Delhi: OUP, 1988.

4. Mevlana Ebu'l-Kelam Âzâd, Indian Wins Freedorn. Otobiyogra­fik bir anlatım. (Bombay: Orient Longmans, 1959) ss. 3-4.

5. India Wins Freedom, agy, s. 142.

6. Ebul Kelâm Âzâd, ghubâr-i Khâtir (New Delili: Sahitya Academy, 1983), pp. 33-34.

7. K. Cragg, The Pen and the Faith, p 14.

8. M. Mucib, a.g.e,. s. 441.

9. Mevlana Âzâd, (N. Delhi, The Publications Divisions, 1958) s. 16.

10. Tercümanül-Kur'an, c. I. (N. Delhi: Sahitya Academy, 1964) ss. 51-53.

11. A.g.e., s. 47.

12. Ernest Hahn'ın Mariana Ebul-Kelam Azâd’s concept of Religion and Religions According to His Tercümanü’l-Kuran: A Critique adlı çalışmasında zikredilmiştir. Basılmamış mester tezi. McGill Univ. Montreal 1965, s. 19.

13. A.g.e„ s. 21.

14. Aynı eserde zikrediliyor, s. 22.

15. A.g.e., s. 23.

16. K. Cragg, The Peri and the Faith, s. 27.

17. A.g.e., s. 28.

18. A.g.e., s. 29.

19. Muhammed Mûcib'in Tezkire'yi Hümayun-u Kebir'deki değerli analiziyle krş. (Ed.) Mevlana Ebu'l-Kelam Âzâd Memorial Volüme (Bombay: Asia Publ. House, 1959) ss. 134-152.

Kaynak:  İSLÂMÎ ARAŞTIRMALAR CİLT: 7, SAVI: 1, KIŞ DÖNEMİ 1993-94

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer