Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  İslam’da Din Özgürlüğü ve İlk Uygulamalar / İ. Hakkı ÜNAL
  • Facebook da Paylaş
İslam’da Din Özgürlüğü ve İlk Uygulamalar / İ. Hakkı ÜNAL
  • 07-08-2015
  • 0 yorum
  • 10489 okunma
Temel öğretileri ve bunları ilk olarak hayata geçiren Hz. Peygamber’in uygulamaları dikkate alındığında İslam’ın, barışı esas alan, barış ortamında yayılmayı hedefleyen ve inanç özgürlüğüne önem veren bir din olduğu görülür. İlgili ayetler tarihî ve sosyal bağlamından koparılmadan incelenir ve Hz. Peygamber’in sünneti de bu doğrultuda değerlendirilirse, din ve inanç hürriyetinin, İslam dininin mümeyyiz bir vasfı olduğu da söylenebilir.

Özet

Bu makalede İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnette din özgürlüğünün nasıl yer aldığı, savaş ve barışla ilgili ayetlerin bağlamları içinde ve anlam ifade ettiği, Hz. Peygamber’in uygulamalarında din hürriyeti ve bir arada yaşa­ma olgusunun nasıl hayata geçirildiği örneklerle incelenmiştir. Konunun Hz. Peygamber dönemi sonrasını ilgilendiren kısmı ilk iki halife devri ile sınırlı tutulmuş, son olarak mabed doku­nulmazlığı konusuna kısaca değinilmiştir. Makalede cihad ve mürted’in durumu gibi tartışmalı konularda ele alınmıştır.

Giriş

İnsanlık tarihi başlangıcından bu yana, çeşitli din ve inançların ayrı ayrı veya bir arada yaşandığı toplumsal tecrübelere tanıklık etmiştir. Zaman zaman kan ve gözyaşıyla sonuçlanan karşılaşmalara ve çatış­malara yol açsa da bazen aynı toplum içinde, bazen farklı toplumlar arasında görülen dinsel ayrışmalarla birlikte yaşama vakıası, insanlığın kaçınamayacağı bir zorunluluktur. Son iki yüzyıla egemen olan pozitivist felsefe ve buna paralel olarak hızla gelişen bilim ve teknolojinin doğurduğu modem hayat tarzı sayesinde giderek zayıflayacağı varsayılan dinler, bugün yine en çok konuşulan ve gündem belirleyen bir olgu haline gelmiştir. Modern iletişim araçlarıyla artık evlerinden bile uzun uzun konuşup tartışabilen uzak bölgelerin, farklı din ve kültürlerin insanları, bu farklılıklarıyla hu­zur ve barış içinde yaşayabilecekleri bir dünya özlemi içindedirler. Bu yüzden, 21. yüzyılın başında bulunduğumuz şu günlerde dünya, bir yandan, ortaya atılan medeniyetler çatışması teziyle, diğer yandan ise, din­ler arası diyalog ve medeniyetler ittifakı çabalarıyla, odağında çeşitli dinlerin ve medeniyetlerin yer aldığı bir gündemi izlemektedir. Bu gündemin oluşmasında, son yıllarda görülen bazı uluslararası çatışma ve gerilimlerin arkasında dinî motivasyonların olduğu ve bunun gitgide toplumlararası ilişkilere yansıdığı iddiası önemli bir yer tutmaktadır.

Geçmişinde dinî ve mezhebî çatışmaların eksik olmadığı yaşlı dünyamızda, farklılıkların bir arada ve barış içinde yaşanabildiği uzun dönemlerin varlığı da tarihi bir vakıadır. Bunun en parlak örneği de hiç şüphesiz İslam tarihidir. Asırlarca farklı din ve inanç mensuplarını belli kurallar dâhilinde, güven ve huzur içerisinde yaşatmış bir din ve medeniyetin, bu tecrü­beye sahip olmayan diğer toplumlara, bugün bir ara­da yaşamak zorunda kaldıkları farklı din ve kültürlere mensup insanlara nasıl yaklaşmaları gerektiği konu­sunda söyleyeceği bazı şeylerin olması tabiidir.

İşte bu çalışmada, temel kaynaklardan ve ilk uy­gulamalardan hareketle, İslam dininin, din ve inanç hürriyeti konusunda ortaya koyduğu ilkeler belirle­necek ve bu ilkelerin hayata geçirildiği ilk dönemden kesitler sunulacaktır. Ortaya çıkacak tablonun geneli itibariyle ve büyük ölçüde olumlu olması, konuyla ilgili bazı olumsuzlukların yaşanmadığı anlamına gel­memelidir. Şüphesiz insanın olduğu her yerde, bazen ilkelerin yanlış anlaşılması ve yorumlanması, bazen bunlara uyulmada gösterilen kusur ve ihmalin münferid yanlışlıklara yol açtığı inkâr edilemez. Ancak İslam tarihi, başka din ve kültürlerin tarihlerinde örneklerine bolca rastlanan, sırf din ve inanç farklılığından dolayı topluca ölüme veya sürgüne gönderilen insanların hikâyelerine şahitlik etmemiştir.1 Sadece bu bile, Müslümanların bunu nasıl başardıklarını ve bu başarının arkasındaki İslâmî öğretinin bu konuda neler söyledi­ğini merak etmeye yeterli bir sebeptir.

1. İslam’ın Mesajı Evrenseldir

Kur’an’a göre İslam, bütün peygamberler aracı­lığıyla insanlığa gönderilen3 ve Allah katında geçerli olan dinin2 ortak adıdır. Allah’ın elçileri olmak bakı­mından peygamberler arasında herhangi bir fark yok­tur4 ve tebliğ görevlerinin ana konusu olan tek Allah inancında ve bununla bağlantılı diğer inanç esasların­da asla bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Kur’an-ı Kerim birçok kez kendisinden önceki kutsal kitapları doğrulamak için indirildiğini açıkça vurgular.5

Kur’an, Hz. Muhammed’e, daha önce gönderilen Peygamberlere uymasını emretmektedir: “İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Şu halde onların yoluna uy ve ‘ben bu tebliğimden dolayı sizden bir karşılık istemiyorum’ de. O, bütün âlemlere bir öğüt­ten başka bir şey değildir.”6 “Ey Peygamber! Sonra sana, ‘Hakka yönelen, müşriklerden olmayan İbrahi­m’in dinine tabi ol diye vahyettik.” 7

Hz. Muhammed, tebliğ ettiği dinle aslında hiç bilin­meyen yeni bir şey getirmiş olmamaktadır. Çünkü bil­dirdiği gerçekler kendinden önce başka peygamberler tarafından da bildirilmiştir. Bu durum Kur’an’da şöyle belirtilir: “De ki: Ben türedi bir Peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sade­ce bana vahy edilene uyarım. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”8

Hz. Muhammed, İslam mesajını insanlığa tekrar hatırlatan son peygamberdir ve onun daveti bütün insanlığa yöneliktir.9 Bu yüzden Kur’an-ı Kerim vahye muhatap olmuş Kitap Ehline yanıldıkları hususları bil­dirmeyi ve böylece onları kaynağı aynı olan öze davet etmeyi gerekli görmüştür. Hz. Peygamber son üç se­mavi dinin esasta bir oldukları gerçeğinden hareketle, kendisine din yönünden, müşrik hemşehrilerinden daha yakın gördüğü Yahudi ve Hristiyanları inanç birliğine davet etti ve onları İslam adı altında birleş­meye şu ayetle çağırdı:10 “De ki: Ey Kitap Ehli! Gelin aslında aramızda müşterek olan şu hususlarda birleşelim: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ın dışında, birbirimizi rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirecek olurlarsa siz onlara, ‘şahid olun ki biz Müslümanız’ deyin.”11

2. Dinde Zorlama Yoktur

Kur’an-ı Kerim müşrik Arapların ve Kitap Ehli’nin yanılgılarına işaret edip onları doğru yola davet etmekle beraber, mevcut realiteyi dikkate alarak in­sanların hür iradeleriyle benimsedikleri dinleri ko­nusunda baskıcı ve zorlayıcı olmamıştır. Nitekim şu ayetler bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir: “ Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ay­rılmıştır. Kim tağutu (insanları yoldan çıkaran şeyleri) tanımayıp Allah’a inanırsa, asla kopmayacak sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah işitendir, bilendir.”12 “De ki, Hak (gerçek) Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin...”13 “Rabbin dileseydi, yeryüzün­de bulunanların hepsi iman ederdi. Hal böyleyken sen iman etmeleri için insanlara baskı mı uygulaya­caksın?”14 İlk ayetin iniş sebebi olarak şu olay anlatılır: İslam’dan önce, çocuğu yaşamayan Ensar kadınları, doğacak çocuklarının yaşaması halinde onları Yahudiler arasında yetiştirip Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. İşte bu kadınlar, bu amaçla Beni Nadir Yahudilerinin yanlarına verdikleri çocuklarını, Medine’den sürülen bu kabileyle gitmelerini önlemek için, Müslüman olmaya zorlamışlardı.15 Ayetin iniş se­bebi olarak nakledilen diğer bir olay da Salim b. Avf Oğullarından bir kişinin, Şam’dan gelen bir tüccarın telkiniyle Hristiyan olan iki oğlunu, o tüccarla Şam’a gitmelerini önlemek için tekrar İslam’a girmeye zorla­ması ve Hz. Peygamber’den onları İslam’a döndürme­sini rica etmesidir.16 İniş sebebi ne olursa olsun ayet inanç konusunda baskı ve zorlamanın yeri olmadığını açıkça ifade etmektedir.

Son ayetin de işaret ettiği gibi Allah, elçisini sade­ce ilahı mesajın tebliğiyle görevlendirmiş, bu görevi yaparken baskıcı17 ve zorlayıcı18 olmaması gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammedi) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve on­larla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları da doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”19 Ona inanan müminlerin de aynı yöntemi benimsemelerini istemiştir: “Siz, hayra ça­ğıran, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran bir topluluk olun.20 “İçlerinde zulmedenler (haksızlık yapanlar) hariç kitap ehli ile ancak güzel bir şekilde mücadele edin (tartışın) ve şöyle deyin: ‘Biz, bize in­dirilene de, size indirilene de inandık, bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir. Biz sadece Ona teslim olmuş kimseleriz.”21

Kur’an-ı Kerim, geçmiş toplumlarda inançları se­bebiyle baskı ve işkence gören insanlara atıfta bulu­narak, bunu yapanları şiddetle kınamıştır. Örneğin inançları sebebiyle insanları hendeklere atarak diri diri yakan Uhdud Ashabı’ndan şöyle bahseder: “... Kah­rolsun o alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar! Hani ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıkla­rını seyrediyorlardı. Sırf aziz, övgüye layık, göklerin ve yerin maliki olan Allaha inandıkları için müminlerden öç aldılar. Allah her şeye şahittir...”22 Ayet, Yemen’- de Yahudiliği kabul eden Himyerî kıralı Zû Nuvas’ın, miladi 523 de işgal ettiği Necran’daki Hristiyan halkı Yahudiliğe girmeye zorlarken yaptığı baskılara işaret etmektedir. Bu baskılar sonucu yirmi bin Hristiyan’ın öldürüldüğü belirtilmektedir.23 Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed ve mümin arkadaşlarına baskı ve zulüm yapan Mekkeli müşrikleri, muhtemelen bildikleri bu olayı hatırlatarak uyarmaktadır.

Dinde zorlamanın olmayacağını ifade eden Kur’an emri mutlak ve evrenseldir. Dolayısıyla dinin inanç, ibadet ve ahlaki bütün alanlarında bu ilke geçerlidir. Bunun tek istisnası bir kimsenin dinî uygulamaları veya dine karşı tutumuyla başkalarını rahatsız eder noktaya gelmiş olmasıdır. Dini dayanak noktası yapıp başkalarının haklarına tecavüz etmek ya da Din karşıtı tutumuyla başkalarını rahatsız ederek onların kutsal değerlerine saldırmak kamu otoritesinin müdahale et­mesi gereken bir hukuk ihlalidir. Dolayısıyla toplumun diğer bireylerini doğrudan rahatsız etmeyen ve kamu düzenine zarar vermeyen dinî uygulamaları yerine ge­tirip getirmeme konusu, kişinin hesabını sadece Allah’a vereceği inanç ve ibadet özgürlüğü alanına girer.

Kamuya zarar verme konusuna örnek olarak İslam tarihinden zekât yükümlülüğü gösterilebilir. Zekât Al­lah’ın bir emri olarak fakirin hakkı olduğu gibi İslam’ın ilk dönemlerinde devlet gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan ve bizzat devlet eliyle toplanarak sarf yer­lerine harcanan bir vergiydi. İşte bu yüzden Hz. Ebu Bekir, zekât vermeyi reddeden bazı Arap kabilelerine karşı zor kullanmıştır. Çünkü bu durumda bir yandan devlet gelirleri azalıyor ve kamusal bir zarar doğuyor, diğer yandan devlet otoritesine karşı çıkılıyordu.24 Yine o dönemde dinden dönüp (irtidat edip) Medi­ne’deki İslam Devletinin egemenliğini tanımayan ka­bileler üzerine de ordu gönderilmiştir. Çünkü bu, sırf bir din değiştirme olayı olmayıp yeni kurulan İslam Devletini tehdit boyutlarına varan bir isyan olayı idi. Hatta Arabistan’ın Necd bölgesinde ortaya çıkan ya­lancı peygamber Müseylime, Hz. Ebu Bekir tarafından üzerine gönderilen iki ordudan ilkini mağlup etmiş, İkincisiyle ancak bertaraf edilebilmişti. Bu nedenle, İslam hukukunda mürtedin öldürülmesi gerektiği fikri­nin oluşmasında İslam tarihinin ilk dönemlerinde or­taya çıkan bu irtidad hareketlerinin siyasi bir karakter taşımasının rol oynadığı ileri sürülmüştür.25

Ancak buradan hareketle bireysel bir din değiş­tirme olayına da müdahale edileceği savunulamaz. Çünkü ne Kur’an-ı Kerim ne de Hz. Peygamber’in tat­bikatı buna imkân tanımaktadır. Nitekim Kur’an, din­den dönenler için sadece uhrevi bir ceza öngörmüş­tür. Bakara suresinin 217. ayetinin ilgili kısmı şöyledir: “...Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse bunların bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli ka­lacaklardır.” Görüldüğü üzere ayet mürted’e yani İs­lam dininden dönene uhrevi cezanın dışında dünyevi bir ceza öngörmemiş, “kâfir olarak ölürse” ifadesiyle de buna işaret etmiştir. Al-i İmran suresinin 86, 87, 88, 89 ve 90. ayetlerinde imanlarından sonra küfre sapanların uhrevi cezalarına işaret edilmiş, 87. ayet­te bu ceza “Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetini hak etmeleri” olarak ayrıca tasrih edilmiştir. Nisa suresinin 137. ayetinde de şöyle buyrulmaktadır: “İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler var ya, Allah onları ne bağışlayacak ne de doğru yola ilete­cektir.” Eğer mürtede ölüm cezası öngörülmüş olsay­dı ayet, tekrar eden iman ve küfür ihtimalinden hiç bahsetmez ilk irtidad olayından sonra ölüm hükmünü verirdi. Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere inancı bir irade ve imtihan konusu kabul eden Kur’an’ın buna aykırı bir beyanının bulunması ve inanç hürriyetinin bayraktarlığını yapan bir dinin bu hürriyeti kullanan­ları ölüme mahkûm etmesi düşünülemez.26

“Din, akıl sahibi insanları, kendi hür iradelerini kullanarak doğrudan hayra ulaştırmak üzere Allah ta­rafından tesis edilen İlahî bir müessese” olarak tanım­lanmıştır.27 Dinin özünde iman, imanın temelinde de kalp ile tasdik vardır. İnsanın bir şeyi isteyerek tercih etmesi, onu ancak kalben benimsemesi ile mümkün­dür. Bu nedenle İlahî iradenin benimsenmesi rızaya bağlıdır.28 Buradan hareket eden İslam âlimleri de zorlama ve baskı sonucunda yapılan inanç ikrarının geçersiz olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin, Hanbelî âlim İbn Kudâme şöyle demiştir: “Şayet, bir gayr-i Müslim (zimmî) veya güvence verilen kişi (müste’men) gibi İslam’a zorlanması caiz olmayan bir kimse, İslâmî kabul etmeye zorlanırsa, bunun kendi rızası sonucu olduğu iyice belli olmadıkça Müslüman sayılmaz... Rızası bilinmeden önce ölürse kâfir kabul edilir.”29 İbn Kudâme’nin bu görüşü zoraki Müslüman olan be­devilerin Kur’an’daki şu tasvirine uymaktadır: “ Be­deviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘(Gerçekte) İman etmediniz. Ama ‘boyun eğdik (teslim olduk)’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi...”30 Baskı ve zorla­ma insanı, İslam’ın hoş görmediği iki yüzlülüğe sevk eder. Samimiyete ve bilinçli tercihe dayanmayan söz ve davranışlar görünüşte dine uygunluk taşısa da ger­çekte nifak olarak adlandırılıp inkârla eşit tutulur ve değersiz sayılır.31 Nitekim Kur’an, inançlarında dürüst davranmayan münafıkları şiddetle kınamış ve onları apaçık inkârcılardan daha tehlikeli saymıştır.32

Hz. Peygamber inanç konusunda kimseyi zorla­madığı gibi, kendi hayatında din değiştirdiği gerekçesiyle kimseyi de öldürmemiştir. Bu konuda verilebile­cek önemli bir örnek Buhari’nin Sahih’inde yer alan bir hadistir. Buna göre Hz. Peygamber, kendisine biat edip Müslüman olan, sonra da hastalığını öne sürerek bundan vazgeçip Medine’yi terk etmek isteyen bir be­devinin bu isteğini uygun bulmamış, ancak gidişine de engel olmamıştır.33 Ayrıca o, Müslüman olup vazgeçen sonra tekrar Müslüman olan bazı kişileri de atfetmiştir. Mesela Hz. Osman’ın sütkardeşi Abdullah b. Sad b.

Ebî Şerh bunlardandır.34 El-Haris b. Süveyd’in ve İslam’a girip irtidad eden, sonra yine İslâmî kabul eden Mekkeli bir grubun olayı da bu örnekler arasındadır.35 İslam tarihinde ilk irtidat eden kişi olduğu kabul edilen Mukayyis b. Subâbe için Hz. Peygamber tarafından verilen ölüm emri onun din değiştirmesinden dolayı değil, yanlışlıkla kardeşini öldüren bir Müslümanı, di­yetini aldığı halde kasten öldürmesinden dolayıdır.36

Hz. Muhammed 23 yıllık peygamberlik döneminde kimseye inanç dayatmadığı gibi, dinî uygulamalar ko­nusunda da zorlayıcı olmamıştır. Çünkü böyle davran­ması Kur’an’ın emridir. Buna rağmen hem Kur’an’a hem de Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı olarak, “kim dininden dönerse öldürünüz”37, “namazı terk eden kafir olur”38 gibi rivayetler Ona isnad edilebilmiş ve sonradan gelen birçok fakih bu rivayetlere daya­narak hükümler üretmişlerdir. Mürted’e verilen ölüm cezasının dayanaklarından biri sayılan, “Müslümanın kanını dökmek ancak şu üç durumda helal olur: Ev­lendikten sonra zina etmesi, bir kimseyi öldürmesi ve dinini terk edip cemaatten ayrılması”39 mealindeki ri­vayet ise bazı uygulamalardan istidlal edilmiş bir hü­küm gibi görünmektedir. Şayet bu söz Hz. Peygamber’e aitse o, kendi sağlığında irtidad edenlere niçin bu cezayı uygulamamıştır? “İrtidad eden bir kadının öldürülmesini emrettiği” 40 şeklinde Hz. Peygamber’e isnad edilen ve hadisçilerin zayıf kabul ettiği bazı riva­yetler ise hem Kur’an’a hem de onun yukarıda zikret­tiğimiz diğer uygulamalarına ters düşmektedir.

Buhari ve Müslim’in Sahihlerinde yer alan bir ri­vayete göre, Hz.Peygamber, Ebû Muse’l-Eşari’yi, arkasından da Muaz b. Cebel’i Yemen’e görevli olarak göndermiştir. Muaz, bir gün Ebu Musa’ yı ziyarete git­tiğinde orada bağlı bir adam görmüş, kim olduğunu sorunca, Yahudi iken Müslüman olan, sonra tekrar Yahudiliğe dönen biri olduğunu öğrenmiştir. Muaz, yanına oturması için buyur eden Ebu Musa’ya, “Al­lah’ın ve Resulü’nün hükmü üzere bu adam öldürül­medikçe asla oturmam” demiş ve bunu üç defa tek­rar etmiştir. Sonunda o Yahudi öldürülmüş, Muaz da Ebu Musa’nın yanına oturmuştur.41 Rivayetin başka bir varyantında Muaz, Yahudi’nin yakılmasını istemiş, Ebu Musa da bunu yerine getirmiştir.42 Doğruluğu çok şüpheli olan bu haberin sahih olması durumun­da, Muaz ve Ebu Musa bu işi Hz. Peygamber’den bağımsız olarak yapmışlardır. Şayet Muaz’, “Allah ve Resulü’nün hükmü budur” demişse bu, gerçeğin ifa­desi olamaz. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz üzere ne Kur’an, ne de Hz. Peygamber’in sünneti böyle bir tat­bikatı onaylamaktadır. Ayrıca burada, Hz. Peygam­ber’in, Yemen’e gönderdiği Muaz b. Cebel’e verdiği talimatlar arasında, “insanların dinlerinden döndürül­meye teşebbüs edilmemesi” emrinin bulunduğunu da hatırlamak gerekir.43

Hz. Ömer’in bu konudaki yaklaşımı, Kur’an ve Hz. Peygamber’in uygulaması doğrultusundadır. Tüster’in fethi sırasında Bekr b. Vail kabilesinden altı ki­şinin irtidat edip müşriklere katılmaları yüzünden öl­dürülmelerini hoş karşılamamış, onlara İslam’a dönüş için bir fırsat verilmesi gerektiğini, kabul etmemeleri halinde sadece hapsedilebileceklerini söylemiştir.44 İbrahim Nehaî (ö. h. 95) ve Süfyanu’s-Sevrî (ö. h. 161) de mürted’in sürekli İslam’a davet edilmesi gö­rüşündedirler.45 Meşhur Hanefi fakihi Serahsi’nin bu konudaki görüşü şöyledir: “Din değiştirme ve küfr muhakkak ki cürümlerin en büyüğüdür. Ancak bu, insanla Yaratıcısı arasındaki bir meseledir ve ceza­sı da Kıyamet gününe tehir edilmiştir. Kısas, zina, hırsızlık, kazf ve içki hadleri gibi cezalar insanların can, mal, neseb, ırz ve akıl gibi maslahatlarını ko­rumak için bu dünyada infazı meşru kılınan ceza­lardır.”46 Serahsi, Hanefilerin, irtidat eden kadınların öldürülmeyeceği görüşünü de onların esasen savaş­çı olmamalarıyla izah etmektedir. Ona göre mürted erkeklerin öldürülmesi onların küfürde ısrar ederek Müslümanlara karşı potansiyel bir savaşçı durumuna gelmiş olmalarındandır.47

Bütün bunlara rağmen ilk hadis mecmualarında İslam’dan dönenlere verilen ölüm cezalarıyla ilgili nakiller eğer doğruysa, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in öğretilerine ters düşen bir durum söz konusudur.48 O nedenle bunları ya Kur’an ve Sünnete aykırı hüküm ve uygulamalar saymak ya da daha sonra ortaya çıkan siyasi, sosyal ve dinî gelişmeler doğrultusunda çeşitli amaçlarla üretilmiş haberler olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim, bu gelişmelerin beslediği ortamda, diğer din mensupları bir yana, Müslümanların için­den doğan bazı fırkaların bile küfür içinde oldukları Hz. Peygamber’e onaylattırılmış,49 farklı görüşlere sa­hip olan bazı kimseler küfürle itham edilerek, canları ve mallarının heder olacağı iddia edilmiştir.50

Mürtedin öldürülmesi gerektiği şeklinde Hz. Pey­gamber’e atfedilen bazı rivayetlerin meşhur hadis kitaplarında yer alması bazı araştırıcıları uzlaşmacı bir yaklaşıma sevk etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber irtidad edenlerin, sırf dinden çıktıkları için değil, kamu düzenine karşı çıkarak adam öldürme, silahlı soygun vb. suçları işlediklerinden dolayı öldürülmelerini em­retmiştir.51 Bu suçları işleyen ve kamu düzenini bozan kişilere Kur’an-ı Kerim’in ölüm de dahil çeşitli ağır ce­zalar verdiği ve mürtedin de kamu düzenini bozacak bir suç işlemesi halinde ölümle cezalandırılmasının Kur’an doğrultusunda ele alındığında, irtidat suçu ile din ve vicdan özgürlüğü arasında bir çelişki bulunma­dığı sonucuna varılmaktadır.52 Ancak bu durumda da, kamu düzenini bozacak bir suçun, irtidat suçu olarak adlandırılması isabetli değildir. Hz. Peygambe­r’in bazı uygulamaları yukarıdaki yorumu mümkün kılsa da, ona atfedilen konuyla ilgili mutlak rivayetler böyle bir değerlendirmeye imkan vermemektedir. Bu durumda, irtidat etmiş olmakla beraber, ölüm cezasını gerektiren suçları da işlemiş olan bazı kimselere Hz. Peygamber’in verdiği ölüm cezasının (Ureyne hadi­si53, Haris b. Süveyd ve Mukayyis b. Subabe olayı) sonradan yanlış değerlendirilip, mürtedin de öldürül­mesi gerektiği sonucuna varıldığı ve hadis formunda Hz. Peygamber’e isnad edilen bu hükmün hadis lite­ratürüne girdiği ihtimali üzerinde durulmalıdır.

3. İslam’da Asıl Olan Barıştır

İslam, önce kendi müminleri olmak üzere bütün insanlığı barışa davet eder: “ Ey inananlar! Hep birden barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın O size apaçık bir düşmandır.”54 Savaş halinde bile düşman barış isti­yorsa Hz. Muhammed’in yapması gereken sadece buna icabettir: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Doğrusu O işiten ve bilen­dir.”55 Müminlerin, kendilerine barış öneren kimsenin imanını sorgulamaları ve dünyalık (ganimet) arzu­suyla ona saldırmaları yasaklanmıştır: “Ey inananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız zaman iyice araştırın ve size barış önerene, dünya hayatının geçici menfaatini arzulayarak, ‘sen mümin değilsin’ demeyin. Allah’ın katında çok ganimetler vardır. Önceleri siz de öyley­diniz. Ama Allah size iyilikte bulundu. Öyleyse iyice araştırın. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 56

Savaş, zulme, haksızlığa, saldırıya karşı zorunlu durumlarda meşru kılınmış istisnai bir olaydır: “Kendilerine savaş açılan (Müslüman)lara, zulme uğrama­ları sebebiyle (savaş için) izin verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir.”57 Savaş, mazlumun, zayıfın ve haksızlığa uğramış olanların korunması için de zorunludur: “ Size ne oluyor da, ‘ Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir koruyucu gönder ve katından bize bir yardımcı gön­der’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğ­runda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz.”58

Kur’an-ı Kerim’de savaşı özendiren, Hz.Peygamber’i ve müminleri savaşa teşvik eden59, bu konuda isteksiz olanları kınayan,60 ve savaşta yaralanan ve şehit olanlara büyük mükâfat vadeden61 ayetler hep savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda insanları doğal olarak yapmaları gereken şeye yönlendiren ayetlerdir. Kişilerin inançlarıyla ve değerleriyle güven içinde ya­şayabilmeleri ancak, buna fırsat vermeyenleri bertaraf etmeleriyle mümkündür ki bunun adı da savaştır.

Savaştan uzak durup barışı tercih edenlere en ufak bir zarar vermemek Allah’ın emridir: “Ancak aranız­da antlaşma olan bir topluma sığınanlar yahut ne sizinle, ne de kendi toplumlarıyla savaşmak isteme­diklerinden gönülleri daralıp size gelenler bunun dı­şındadır. (Bunlarla savaşmayın) Allah dileseydi onları başınıza musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Onlar sizden uzaklaşıp sizinle savaşmadıklarına ve size ba­rış önerdiklerine göre Allah onlara saldırmanıza izin vermez.”62

Kur’an’ın savaşı emreden ayetleri, iniş sebepleri ve bağlamları dikkate alınmadan tek başlarına ele alınır­larsa İslam dininin her fırsatta savaşı teşvik ettiği gibi yanlış bir sonuca ulaşılabilir. Örneğin, Tevbe suresi­nin 14. ve 15. ayetlerinde şöyle buyurulur: “Onlarla (müşriklerle) savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azab etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size yardım etsin, mümin topluluğun gönüllerini ferahlatsın ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Bu ayette savaşılması istenilen kişilerin neler yaptıkları önceki iki ayette anlatılmak­tadır: “Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa küfrün elebaşlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir. Umulur ki vazgeçerler. Yeminlerini bozan, Peygam­ber’i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve üstelik size tecavüzü ilk defa kendileri başlatan bir kavimle sa­vaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer siz mümin iseniz, Allah kendisinden korkmanıza daha layıktır.”63

Aynı surenin 36. ayetinde, “...Allah’a ortak ko­şanlar sizinle topyekûn savaştıkları gibi siz de onlarla topyekûn savaşın...” buyrulmakta , 29. ayetinde ise Ehl-i Kitaba yönelik açık bir tehdit yer almaktadır: “ Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gü­nüne inanmayan, Allah’ın ve Resulü’nün haram kıl­dığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülüp (boyun eğerek) kendi elleriyle ciz­ye verinceye kadar savaşın.”64

Birinci ayet, Müslümanları, kendilerine savaş açanlara karşı savaşa davet ederken normal bir sa­vunma faaliyetine işaret etmekte, ikinci ayette ise, böyle bir zorunluluk olmadan savaş önerilmektedir. Ancak ayetin iniş ortamı dikkate alındığında bura­da da durup dururken bir savaş söz konusu değildir. Çünkü Tebük savaşı öncesinde inen bu ayet, ciddi bir Bizans tehdidi ile karşı karşıya olan Müslümanların, daha önce müşriklere karşı olduğu gibi kendilerini tehdit eden Hristiyanlara karşı da savaşa hazır olma­larını istemektedir. Nitekim Hz. Peygamber hicretin yedinci yılında Ortadoğu bölgesinin belli başlı kral ve emirlerine elçi­ler gönderip onları İslam’a davet etmişti. Bu elçilerden Busra emirine gönderilen Haris el Ezdi Hristiyan Gassânîlerin Mu’te valisi tarafından öldürüldü.65 Kayser’e gönderdiği elçisi Dıhyetü’l-Kelbî ise Tebük bölgesinde Hristiyanlar tarafından soyuldu. Muan valisi Ferve b. Amr da Müslüman olduğu için Rumlar tarafından öldürülmüştü.66 Hristiyan Kelb, Cüzam ve Kudâa kabileleri Müslüman kafilelere saldırıyor ve Medine’yi istila etmek için de zaman zaman toplanıyorlardı.67 İlgili ayetler inmeden önce kuzey Hristiyanları Müslümanları rahatsız etmeye başlamışlardı. Ayrıca Müslümanlar için hayati önem taşıyan Şam ticaret yolu da bu Hristiyan bölgelerinden geçiyordu. İşte Hicaz bölgesinde Yahudilerin hıyanet ve saldırı tehlikeleri önlendikten, antlaşmalarını bozup Müslümanlara sal­dıran müşrikler de yola getirildikten sonra yüce Allah gittikçe büyüyen bu üçüncü tehlikenin de önlenmesini emretmiştir.

Bu nedenle, “Kur’an’da savaşmayı emreden ayet­lerin hepsinin savaş ortamında indirildiği, kendileriyle savaşılması istenenlerin, Müslümanlarla fiilen savaş­makta olan gruplar olduğu gerçeği bir tarafa bırakılıp belli şartlara, belli olaylara ve en önemlisi belli insan­lara yani Müslümanlara savaş açıp onları yurtlarından çıkaran veya düşmanlarla işbirliği yapıp Müslüman varlığını yok etmeyi hedefleyenlere karşı savunma yap­manın meşruiyetini dile getiren bu ayetleri Kur’an’ın tek evrensel hükmü gibi takdim etmek, en iyimser ifadeyle Kur’an’a yönelik bir yorum manipülasyonudur.”68

4. Din Ayrılığı Savaş Sebebi Değildir

Tevbe suresinin 29.ayetinde geçen “Ehl-i Kitap­tan” ifadesi kitap ehlinin hepsinin değil, Müslüman­lara saldıran kısmının hedef alındığını göstermektedir. Bunların ayrıca, Allah’a, ahiret gününe ve gerçek dine inanmamak gibi olumsuz özellikleri de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim birçok ayette, peygamberlerinin getir­diği mesajı tahrif eden kitap ehlini eleştirdiği halde on­lara saldırıyı öngörmemiştir. Hatta onlar içinde övgüy­le anılanlar da vardır: “ Ama hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde gece saatlerinde kıyamda durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. Onlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten men ederler. Hayır işlerinde ko­şuşurlar. İşte onlar iyilerdendir. Yaptıkları hiçbir iyilik inkâr edilmeyecektir. Allah kendisine karşı gelmekten sakınanları bilmektedir.”69

Burada şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an-ı Ked­in’in müşrikler ve Ehl-i Kitapla ilgili ayetleri iniş sırası­na göre ve bir bütün olarak değerlendirildiğinde konjonktürel gelişmelerin dikkate alındığı görülmektedir. Mesela Mekke döneminde, orada bulunan Hristiyanların Hz. Peygamberle bir sürtüşmeleri söz konusu değildi. Çünkü bunlar rakip olabilecek güçlü bir top­luluk oluşturmuyorlardı. Medine’de bulunan Yahudi kabileleri de, henüz oraya hicret etmemiş Hz. Peygamber’i ve Müslümanları, kendileri için tehlikeli bir rakip görmediklerinden yeni dine karşı çok olumsuz bir tavır geliştirmemişlerdi. Onların bu olumlu tutumu sürdükçe, Kur’an’ın da olumlu tutumu değişmemiştir. Ancak, hicretten sonra özellikle Yahudiler, yeni peygamber’i kendi çıkarları açısından zararlı görerek tu­tumlarını sertleştirmeye başlayınca, Kur’an’ın cevabı da o ölçüde sertleşmiştir.70 Örneğin, Medine’de inen Maide suresinin 82. ayeti bunu açıkça göstermektedir. “(Ey Muhammed)! İnsanlar arasında müminlere karşı en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bu­lursun.

İnananlara sevgice en yakınları da ‘biz Hristiyanız’ diyenleri bulursun. Çünkü onlar içerisinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.” 71

İslam’da savaşın sadece savaşanlara ve saldırıda bulunanlara yönelik olduğunu anlamak için birbirini takip eden şu ayetleri dikkatlice okumak yeterlidir: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de sava­şın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede bulursanız öldürün. Sizi çıkar­dıkları yerden ( Mekke’den) siz de onları çıkarın. ( Çünkü) fitne (zulüm, baskı ve işkence) adam öldür­mekten daha ağırdır. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa ( siz de onlarla savaşarak ) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar ( savaş­tan) vazgeçerlerse Allah çok bağışlayandır, çok mer­hamet edendir. Hiçbir fitne (zulüm ve baskı) kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.”72

Ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere savaş “muka­bele bi’l-misl” yani aynıyla karşılık esasına göre yürütülecektir. Bundan fazlası, haddi aşmak, yani aşırıya gitmektir. Burada dikkati çeken bir husus da “fitne (zulüm ve baskı) kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın” ifadesinin hemen arkasın­dan, “onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır” denilerek mü­cerret din ayrılığının savaş sebebi olmadığına işaret edilmiş olmasıdır. Yani, “din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşmak” diğer din mensuplarını ortadan kal­dırarak değil, sadece dinin tebliğine engel olacak ve Müslümanlara zulüm ve düşmanlık yapacak olanlara karşı çıkarak gerçekleşecektir. Nitekim Kur’an’ın ifa­desiyle Müslümanlara savaş izni de, kendilerine savaş açılması ve zulme maruz kalmaları sebebiyle verilmiş­tir.73 İnsanların hoşuna gitmediği halde savaşın farz kılınması da74 bu zaruret sebebiyledir. Böyle bir zorun­luluk olmadıkça düşmanlık ve savaş yerine iyi ilişkiler geliştirmek esastır: “Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adil davrananları sever. Allah ancak, sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardımda bu­lunanları dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.”75

Bu ayetler, Müslüman bir devletin gayrimüslim devlet ve toplumlara karşı takip edeceği dış siyasetin ana çerçevesini belirlemektedir. Gayrimüslim toplumlarla iyi ilişkiler kurma hükmü, ayetteki “sizinle din uğrunda savaşmayanlar” ifadesinin delaletiyle bu özelliğe sahip bütün din mensuplarını kapsar. Dola­yısıyla bu ayetler, Müslümanlarla savaşmadıkları sü­rece, gayrimüslimlere karşı savaş yoluyla mücadele edilmeyeceğini göstermektedir.76

Nisa suresinin 88 ila 91. ayetlerinde münafık olarak nitelendirilip, güç durumlarda Müslümanların aleyhine çalışarak onlara düşmanlık edenlerin öldürü­leceği ifade edilmiş, ancak onlardan savaşmayıp barış yapmak isteyenlere Allah’ın saldırma izni vermediği belirtilmiştir. Görüldüğü üzere, burada da savaşmak ve öldürmek kişilerin kâfir veya münafık olmalarıyla değil, düşman ve hain olmalarıyla ilişkilendirilmiştir.

Müslümanların amansız düşmanları olan müş­rikler bile Kur’an’a göre sadece müşrik oldukları için değil ancak savaş halinde saldırıya muhataptırlar. Onun için kendileriyle antlaşma yapılmış müşriklere karşı antlaşma şartlarına uymak Müslümanların gö­revidir.77 Haram aylar dışında, müşriklerin bulundu­ğu yerde öldürülmesi veya yakalanıp hapsedilmesini ifade eden Tevbe suresinin 5. ayeti de savaşmanın yasak sayıldığı 4 ay dışında, Müslümanlarla müşrikler arasındaki sürekli savaş durumuna işaret etmektedir. Hz. Peygamber dönemi dikkate alınınca, antlaşmalar haricinde, Müslümanlarla müşrikler arasındaki fiilî du­rum da budur.

Bazı müfessirler, seyf(kılıç) ayeti dedikleri bu ayetin müşriklere hoşgörü göstermeyi, fırsat vermeyi, onlara aldırmamayı emreden bütün ayetleri nesh ettiğini ve onlarla her durumda mutlaka savaşmayı öngördüğü­nü iddia etmişlerdir ki78 Kur’an’ın ilgili ayetleri dikkate alındığında bu görüşün doğru olmadığı anlaşılmak­tadır. Çünkü dört ay sonra müşriklerin öldürülmesini emreden ayet, antlaşmalarını bozarak Müslümanlara ihanet eden müşrikleri kast etmektedir. Haram ayla­rında olsa bile, antlaşmayı bozup saldırdıkları takdir­de onlara karşılık vermek Müslümanlar için serbesttir.79 Ancak, “onlardan biri sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelamını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanımak, sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştırmak”80 Müslümanların görevidir. Dikkat edilirse burada, güvenli bir yere ulaştırılması istenen müşri­kin, Müslüman olduğundan bahsedilmemiştir. Çünkü sığınma talep eden bir müşriğin düşmanlıktan vazgeç­mesi korunması için yeterli bir sebeptir. Nitekim yuka­rıda zikredilen Mümtehine suresinin 8. ayeti de bunu desteklemektedir. Dolayısıyla, Kur’an’ın, Müslüman­lara saldırmayan herkesle barış içinde yaşamayı em­reden birçok ayeti varken Tevbe suresinin 5. ayetini, indiği ortamın ve amacın dışına çıkararak, Kur’an’m bu konuyla ilgili temel ilkelerinin nâsihi saymak aşırı bir görüştür.81

Saldırıda bulunmayan ve buna teşebbüs etmeyen kimselerle barış içinde yaşamanın yanı sıra daha önce yapılmış haksızlıklara karşı intikam hissiyle hareket etmek de Müslümanlar için yasaklanmıştır: “...Sizi Mescidi Haramdan menettiler diye bir kavme karşı beslediğiniz kin sakın sizi tecavüze sevk etmesin. İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakı­nın. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” 82

Düşmana karşı her türlü maddi ve manevi hazır­lığı yapmak Allah’ın emri olduğu gibi83 barışa yana­şanlara barışla karşılık vermek de Allah’ın emridir.84 Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in, bütün müşrikleri ya Müslüman olmak veya kılıcı seçmek zorunda bırak­tığını söylemek hatadır. Kuran, saldırgan müşriklerin öldürülmesini emretmiştir. Müslümanların kendilerine veya dinlerine saldırmayan insanlara -müşrik de olsa­lar- saldırılmaz. Onlar Müslümanlara sadık kaldıkları sürece Müslümanların da onlara sadık kalmaları Al­lah’ın emridir.85

Bazı müfessirler, Bakara suresi 193. ayetteki “fit­ne” kelimesini şirk diye tefsir etmişler ve ayetten, “şirk kalkıncaya kadar müşriklerle savaşılması” gerektiğini çıkarmışlardır.86 Halbuki ayette böyle bir anlam yok­tur. Bir önceki ayette savaştan el çekenlerle savaşılmayacağı açıklandığına göre müşrik de olsalar sa­vaştan el çekip barış isteyenlere karşı savaşa devam edilmez. Yani düşmanlar Müslüman oluncaya kadar savaş sürdürülmez. Nitekim, Nisa suresinin 90. ayeti bunu belirttiği gibi Tevbe suresinin 4. ayeti de buna delildir: “Ancak antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarından) size hiçbir şeyi eksik bırak­mayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların antlaşmalarını kendilerine tanıdığınız süre sonuna kadar tamamlayın”. Aynı surenin 7. ayeti de bu hük­mü getirmiştir: “Ancak Mescid-i Haram’da antlaşma yaptığınız müşrikler hariç. Onlar size dürüst davran­dıkça siz de onlara dürüst davranın...” Bilindiği gibi Hudeybiye antlaşması, Müslümanların düşmanı olan Kureyş müşrikleriyle yapılmıştı. 87

Bakara suresinin 193. ayetindeki “fitne” kelimesi, Müslümanlar arasında bozgunculuk ve vicdanlar üze­rinde baskı yapmayı, insanların hürriyetlerini kısıtla­mayı, zulmü ve işkenceyi ifade etmektedir. İşte Allah’­ın dinine davet hususunda Müslümanlara engel olan, onların hürriyetini kısıtlayan ve onlara baskı uygula­yan insanlara karşı savaşmak gereklidir. Yoksa zorla insanları dine sokmak için savaşmak emredilmediği gibi, böyle bir davranış “haksız saldırı” kabul edilmiş ve Bakara suresinin 190. ayetiyle, “Dinde zorlama yoktur..” mealindeki 256. ayetinin hükmü gereğince yasaklanmıştır.88 Enfal suresinin, “fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki Allah ne yaptıklarını görmektedir,” mealindeki 39. ayeti Bedir savaşından sonra inmiştir. Bundan sonra Müslüman­larla müşrikler arasında birçok savaş olmuş, nihayet hicretin 6. yılında Hudeybiye barışı yapılarak iki ta­raf arasındaki savaş durumu sona ermiştir. Eğer bu ayetler, müşrikler Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmayı emretmiş olsaydı, savaşın sürdürülmesi ve onlarla barış yapılmaması gerekirdi.89

Bütün bunlardan çıkartılabilecek sonuç şudur: İs­lam’a göre din ayrılığı bizatihi savaş sebebi değildir. Savaş ancak haklı ve zaruri sebeplerle başvurulabi­lecek bir çözümdür. Esas olan barıştır ve dini tebliğ etmek barışçı bir ortamda ve hiçbir baskı olmadan yerine getirilmelidir. Dini tebliğ etmenin önündeki en­gelleri kaldırmak da barışçı ortamı hazırlamak için ge­reklidir. “Allah’ın nurunu tamamlamak”90 ve “Onun dinini bütün dinlere üstün kılmak”,91 ancak böyle bir ortamda murad-ı İlahîye uygun olarak gerçekleştirile­bilir. Kur’an-ı Kerimdeki savaş ve cihad ayetleri kro­nolojik olarak ele alındığında, İslam’da savaşın tehdit, saldırı, engelleme ve zulme karşı savunma amaçlı ola­rak meşru kılındığı açıkça görülmektedir.92

İlgili ayetleri bir bütün olarak değerlendirirsek, İs­lam dininin savaşla ilgili başlıca ilkelerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1 Saldırgan düşmana karşı savaşmak Müslümanlar üzerine farzdır (gereklidir). Saldırmayanlarla savaşılmaz.

2 Can, mal, namus, din ve ülke güvenliğine yö­nelik tehdit savaş sebebidir. Dolayısıyla Müslümanları dinlerinden döndürmeye, onlara eziyet etmeye ça­lışmak, İslam’ın serbestçe anlatılmasına engel olmak gibi durumlar savaşı gerektiren sebeplerdir.

3 Din, ırk ve cins ayrımı yapmaksızın haksızlığa ve saldırıya uğramış, kendilerini savunamayacak durumda olan sivilleri ( yaşlı, kadın, çocuk ve savunma­sız kimseler) korumak da savaş sebebidir.

4 Savaşta düşmanın saldırısına -müsle/işkence hariç- aynıyla karşılık vermek gerekir. Saldırıdan daha büyük çaplı bir karşı saldırı aşırıya gitmek olur.

5 Düşman, teslim olma, barış veya anlaşma su­retiyle savaşa son verirse, Müslümanların da savaşı bırakmaları farz olur.

6 Savaşta çarpışmalara katılmayan kadınlar, ço­cuklar, yaşlılar ve din adamları öldürülmez.

7 Barış durumunda da savaşa hazırlıklı olmak ve bunun için gerekli harcamaları yapmak farzdır.93

İslam’da din ve mezheb ayrılığı bizatihi savaş se­bebi olmadığı için bazı ufak istisnalar dışında, Batıda görülen büyük çaplı din savaşları ve mezhep kavgaları İslam dünyasında görülmemiştir. Bu konuda bir çalış­ması bulunan Saffet Köse bunu şu dört sebebe bağ­lamaktadır: 1- İslam âlimlerinin, dinî kaynakları yo­rumlayarak ve aklı kullanarak hüküm verme yöntemi olan içtihad mutlak hakikati ifade etmez. Dolayısıyla her âlimin ve her mezhebin görüşü hataya ihtimali olan kendi doğrularıdır. Bundan dolayı bir âlim di­ğerini eleştirse bile onu din dışı sayma yetkisine sahip değildir. Bu yüzden İslam hukukunda “içtihad içtiha­dı nakzetmez ( geçersiz kılmaz)” ilkesi genel bir kural olarak benimsenmiştir. 2- İslam’da peygamberler dı­şında hiç kimse masum değildir. Onların masumiyeti de peygamberlik görevleriyle ilgilidir. Dolayısıyla pey­gamberler dışında hiç kimsenin Allah adına hareket etme hakkı ve yetkisi yoktur. 3- İlahî mesaj ulaştırılan kişinin onu kabul edip etmeme sorumluluğu kendisi­ne aittir. Burada bireysel sorumluluk esastır ve bu ko­nuda peygamberler dahil hiç kimsenin zorlama hakkı yoktur. 4- İslam dininde inançlara baskı açık biçimde yasaklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in talimatı ve Hz. Peygamber’in uygulaması hiç şüpheye yer bırakmayacak Şekilde bu doğrultudadır.94

Burada, din ayrılığının savaş sebebi olduğuna delil olarak kullanılabilecek bir hadis’e işaret etmemiz ge­rekir. Birçok hadis kaynağında yer alan bu rivayetin daha çok bilinen varyantı şöyledir: “La ilahe illallah deyip, namazı kılıp zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaptılar mı, Müslü­man olduktan sonra diğer suçlardan doğacak cezalar hariç, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. (Gizleyenlerin) hesabı ise Allah’a kalmıştır.”95 Rivaye­tin bazı tanklarında, bu hadisin durup dururken değil, Hayber fethi esnasında Hz. Peygamber tarafından ku­mandan olarak tayin edilen Hz. Ali’nin, “insanlarla ne üzerine ( ne için, nereye kadar) savaşayım?” sorusu üzerine söylendiği anlaşılmaktadır.96 Ayrıca, Abdürrezzak’ın Musannafi ve Tayalisî’in Müsned’i gibi ilk hadis mecmualarında ve diğer bazı hadis kaynakla­rında bulunan Hayber Fethi varyantlarında namaz ve zekât yer almamaktadır. Üstelik, yaklaşık 15 sahabi tarafından bazı farklılıklarla nakledilen hadisin sadece dört sahabi tarafından nakledilen varyantında namaz ve zekât bulunmaktadır. Bazı âlimler, rivayetin, zekât vermek istemeyenler üzerine ordu gönderen Hz.Ebubekir’in, Hz.Ömer tarafından ikaz edildiği varyantında namaz ve zekâtın yer almamasını,97 onların, “namaz kılıp zekât verinceye kadar...” ifadesinin bulunduğu rivayeti duymadıklarını gösterdiğini belirtmişlerdir. Şayet duysalardı, Hz. Ömer itirazını bu hadisten dolayı yapmaz, Hz. Ebubekir’in uygulamasının Resulullah’ın emrinin bir gereği olduğunu bilirdi. Hz. Ebubekir de kıyası değil, bu hadisi delil alırdı.98 Ancak, Hz. Peygamber’e en yakın bu iki sahabenin, böyle önemli bir konuda başvuracakları hadisin başını duyup so­nunu duymamaları pek makul değildir. Dolayısıyla, Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer arasında geçen tartışmayı aktaran rivayetlerin hiç birinde namaz ve zekâta yer verilmemesi, böyle bir ziyadenin raviler tarafından bilerek veya bilmeyerek idrac(ilave) edildiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.99 Üstelik, “namaz, zekât” ilaveli varyantı nakledenlerden biri olan İbn Ömer’in bunu babasına dayandırması, babasının ise bu rivayetten haberdar olmaması oldukça gariptir.100 Ayrıca, riva­yetin Cabir b. Abdullah’dan gelen ve “namaz, oruç” ilavesi bulunmayan bir versiyonunun sonunda Hz. Peygamber’in, “... Sen ancak bir hatırlatıcısın. Onlar üzerine zorba değilsin”101 ayetlerini okuduğu nakle­dilmektedir.102 Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere hadisin yaygın versiyonunda namaz ve zekât ilavesi yoktur. Bu durumda olay daha da netlik kazanmakta ve Hz. Peygamber’in, Hayber savaşında sancağı ken­disine verdiği Hz. Ali’ye, Yahudilerle hangi ölçüler dahilinde savaşacağı talimatı vermiş olduğu anlaşıl­maktadır. Daha önce de değinildiği gibi Hz. Peygam­ber makul bir gerekçe olmadan, sadece dini yaymak amacıyla savaşa başvurmamış, savaşmak zorunda kaldığı durumlarda da, düşmanlarının ya Müslüman olmalarını ya da vergi vererek teslim olup kendi din­lerinde kalmalarını önermiştir.103 Hayber savaşında Hz. Ali’ye verdiği talimatta da “Müslüman oluncaya ( veya teslim oluncaya) kadar onlarla savaşmasını iste­mektedir ki genel uygulama da böyledir. Nitekim, Hz. Peygamber’in bu sözünün, “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak ki Allah, ne yaptıklarını görmektedir,” gibi ayetlerden hareketle nebevi bir çı­karım olabileceği de ifade edilmiştir.104

5.Cizye

Daha önce meali verilen Tevbe suresinin 29. ayeti cizye ayeti olarak bilinir. Gayrimüslimlerden, özellikle kitap ehlinden alman vergi olarak bilinen cizye bazı müfessirlere göre, ilk defa bu ayetle emredilmiştir. Ancak cizye, ilk olarak İslam’ın getirdiği bir vergi de­ğildir. Farsça “gezid/t” kelimesinden geldiği anlaşılan cizyenin105 İslam’dan önce örneğin Sasaniler’de uygu­landığı ve Sâsânî hükümdarı Enûşirvan’m bu konuda bir ıslahat yaptığı belirtilmektedir.106 Ayette cizyenin ne olduğu hakkında hiçbir bilgi verilmemesi de bu­nun, önceden beri devam edegelen bir vergi olarak o dönemde yaşayan insanlar tarafından bilindiğini göstermektedir.107 Ancak Hz. Peygamber, bu ayetten sonra gayrimüslimlerden cizye almaya başlamıştır.

Bu ayetin de içinde bulunduğu Tevbe suresinin bazı ayetleri hicretin 9. yılında gerçekleşen Tebük seferi esnasında nazil oldu. İlk olarak bu seferde Hz. Peygamber, kendi dinlerinde kalıp İslam devletinin tebeası olmayı ve yıllık cizye vermeyi kabul eden civar bölgelerdeki Yahudi ve Hristiyan halkları için antlaş­ma metni yazdırarak kendilerine verdi. Böylece kendi dinlerinde kalıp devletin tebeası haline gelen gayri­müslimlerin canları, malları, ırz ve namusları ile din ve mabedleri İslam dininin koruması altına alınmış oldu.

Bu koruma karşılığında kendilerinden cizye alı­nan gayrimüslimlere zimmî denilir ve bunlar savaştan muaf tutulurlardı. Eğer Müslümanlarla beraber sa­vaşa katılmaya razı olurlarsa onlardan cizye alınmaz­dı. Ayette, boyun eğerek, küçülerek (sâgırûn) cizye vermelerinin istenmesi, onların aşağılanıp hakarete maruz kalmalarından ziyade,108 Müslümanların oto­ritesine boyun eğip itaat etmelerini ifade etmektedir. Bu konuda, Şam’daki gayrimüslim halkın Hz. Ömer’e, her türlü aşağılanmayı kabul ettiklerini bildiren bir mektup verdikleri belirtiliyorsa da109 bu mektubun uydurma olduğu ortaya konulmuştur.110 Tevbe su­resinin 29. ayetinde her ne kadar kitap ehli olanlar zikredilmiş olsa da, Hz. Peygamber döneminde Ehl-i Kitap dışındaki din mensuplarından da cizye alındığı anlaşılmaktadır.111 Nitekim Serahsi’ye göre, bu ayette yalnız Ehl-i Kitabın geçmesi bu kuralı tahdit için değil belki cizyenin öncelikle onlardan alınması gerektiğini göstermek içindir.112

6. Hz. Muhammed’in Gayrimüslimlerle İliş­kileri

Hz. Peygamber hem Mekke hem de Medine dö­neminde insanları öğütle, delille ve ikna yoluyla dine davet etmiş, hiçbir zaman zor kullanma yoluna gitme­miştir. Mekke döneminde inen bir ayette Hz. Peygam­ber’e, “insanları dine davet ederken hikmet ve güzel öğütle çağırması ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmesi”113 emredilmiş, buna uyan Allah Resulü’nün nasıl başarılı olduğu Medine’de nazil olan şu ayetle tescil edilmiştir: “ Allah’ın rahmeti sayesinde sen onla­ra yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsay­dın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi...”114 O, düşmanlarıyla ilişkisinde de barışçı yolu tercih etmiş, zayıf veya kuvvetli olduğu durumlara göre bu tutu­munda bir değişikliğe gitmemiştir. Mekke’de, müşrik­lerin baskı ve saldırılarına karşı sabırla direnmiş, bas­kılar dayanılmaz hale gelince de arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye hicret etmiştir.

Hz. Peygamber, savunma amacına yönelik ilk savaş hazırlığını Medine’de yapmış, Allah tarafından Hz. Peygamber’e savaş izni de, müşriklerin tehdit ve saldırılarının hala devam ettiği bu dönemde verilmiş­tir: “ Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.”115 İslam tarihinin ilk önemli üç savaşından ikisi olan Uhud ve Hendek savaşlarının, yaklaşık 500 kilometrelik yolu aşarak Medine’ye gelen müşriklerin saldırılarıyla ger­çekleştiği bilinmektedir. Müşriklerle ilk önemli karşı­laşma olan Bedir Savaşı ise, Kureyş kervanını ele ge­çirmek isteyen116 Müslümanlara engel olmak amacıyla harekete geçen müşrik ordusuyla Medine’nin 160 km. güney batısındaki Bedr kuyuları mevkiinde karşılaşan Müslüman ordusu arasında gerçekleşmiştir. Ancak burada da, kervanları hiçbir zararla karşılaşmadan Müslümanların elinden kurtulmasına ve bu yüzden kervan reisi Ebu Süfyan’ın ordunun geri dönmesini istemesine rağmen, savaşta ısrar ederek Müslümanlar üzerine yürüyen Kureyş’in saldırgan tutumu açıkça görülmektedir. Üstelik Hz. Peygamber’in, Hz. Ömer’i elçi olarak gönderip savaş yapılmaması önerisi Ebu Cehil tarafından reddedilmiştir. Hz. Peygamber’in bu tutumu, onun savaş meydanında bile barış politikası­nı takip ettiğini göstermektedir.117

Bu dönemde meydana gelen bütün çarpışmalar, dünya harp tarihinin en az kan dökülen savaşlarındandır. Yapılan bir hesaba göre, bu savaşlarda Müs­lümanların verdiği toplam şehit sayısı -bazı baskınlar hariç- 138; düşman tarafın verdiği ölü sayısı ise - Kurayza olayı hariç- toplam 216’dır.118 İlgili ayetler ve Hz. Peygamberin savaşları dikkate alındığında, gayri­müslimlerle yapılan savaşların, meşru savunma, İslam davetini, insan hakları ve din hürriyetini güvence al­tına alma, antlaşmaları bozanları ve hainlik yapanları cezalandırma ve İslam topraklarını yabancıların saldırılarından koruma gibi amaçlara dayandığı görülmek­tedir.119

Hz. Peygamber’in Mekkeli müşriklere karşı tutu­munu en iyi yansıtan olay hicretin 8.yılmda gerçekleşen Mekke’nin fethidir. O, 10 yıllık bir süre için imza­lanan Hudeybiye anlaşmasını, üzerinden iki sene bile geçmeden ihlal eden ve Müslümanlarla müttefiklerine karşı saldırgan bir tutum takınan Mekkeli müşriklerin üzerine yürümeye karar verdi. Düşmanın hazırlanarak karşı koymasını ve kan dökülmesini önlemek için bü­tün hazırlıklarını tam bir gizlilik içinde yürüttü. Muzaf­fer bir komutan olarak Mekke’ye girdiğinde, kendisine ve inananlara her türlü baskı ve zulmü reva gören ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakan eski düşman­larına büyük bir alicenaplıkla güvence verdi ve onların serbest olduklarını bildirdi. Eline fırsat geçmişken hiçbir intikam hissine kapılmadı. Onun düşüncesinde düşmanı imha etmek veya getirdiği dine inanmayanları yok etmek yoktu. Çünkü O bir kral veya mağrur bir kumandan değil bir peygamberdi. Onun görevi insanların gönüllerini kazanmaktı ve o bunu, Kur’an’ın işaret ettiği gibi sevgi ve barış içinde gerçekleştirdi. Hz. Peygamber’in bu tutumu insanların gruplar halin­de İslam dinine girmelerini sağladı. Kur’an-ı Kerim’in Nasr suresi bu durumu şöyle anlatır: “Allah’ın yardı­mı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamd ederek O’nu teşbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”120

Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde orada müş­rik Araplar ve Yahudiler önemli bir güç halinde idiler. Hz. Muhammed Müslümanlarla birlikte onları bir şehir devleti halinde teşkilatlandırmaya ikna etti. Önce Me­dine’deki bütün tarafların uyacağı bir sözleşme hazır­lattı. İslam tarihinde “Medine Vesikası” olarak bilinen bu sözleşmede anlaşmaya taraf olanların karşılıklı hak ve görevleri, can ve mal güvenlikleri, din ve ibadet özgürlükleri garanti altına alındı. Bu sözleşmenin bazı şartlan şöyledir:

- Takva sahibi müminler, kendi aralarında sal­dırgana ve haksız bir eylemde bulunmayı tasarlayan yahut bir suç ve kötülük işleme veya bir hakka tecavüz ya da müminler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

- Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara karşı olanlarla yardımlaşılmaksızın destek ve yardımımıza hak kazanacaklardır.

- Hiçbir kimse müttefikine karşı bir suç işleyemez. Muhakkak ki mazluma yardım edilecektir.

- Yesrib’e (Medine) hücum edecek kimselere karşı onlar ( Müslümanlar ve Yahudiler ) arasında yardımlaşma yapılacaktır.

...Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları (himaye­leri altında olanlar), gerekse kendileri dahildirler.121

Dünya tarihinin en eski anayasalarından kabul edilen Medine sözleşmesi aynı zamanda İslam tarihinde bir arada yaşama tecrübesinin ilk örneğini belgele­yen bir vesikadır. Medine şehir devleti de, “ çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebilecek­lerin en güzel örneklerinden birisidir.”122 Yahudilerin sözleşme şartlarını ihlal ederek Müslümanlara karşı Mekkeli müşriklerle işbirliği yapmaları sonucu bu tec­rübe ne yazık ki uzun ömürlü olmamıştır.

Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde şehir halkının takriben yarısı Yahudilerden oluşuyordu. Hz. Muhammed onlara karşı hoşgörülü davranmış, Medi­ne Sözleşmesiyle, onları ümmetin bir parçası kabul ederek antlaşmaya dahil etmiştir. Uyum içinde ya­şama çerçevesinde Ehl-i Kitabı, “Allah’tan başkası­na tapmayalım, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasm.”123 Kur’anî emriyle aralarında ortak olan bir söze çağır­mıştır. Kendisine İlahî emir gelmeyen bazı konularda onların kutsal kitabı olan Tevrat’a uymuştur. Başlan­gıçta, namazlarda onların kıblesi olan Beytü’l-Makdis’e yönelmiş, Müslümanların onların kestiklerini yemelerine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine izin vermiştir.124 Hz. Peygamber Medine’de Yahudilerin eğitim-öğretim yeri olan Beytu’l-Midras’a dokun­mamış, zaman zaman oraya giderek onları İslam’a davet etmiş, bazen de ölçüsüz davranışları sebebiyle onları uyarmıştır.125

Hz. Peygamber’in bu iyi tutumuna rağmen, Ya­hudiler onun ve Müslümanların aleyhinde çalışmak­tan geri durmamışlar, fırsat buldukları her durumda Mekkeli müşriklerle işbirliği yaparak Müslümanlara cephe almışlardır. Örneğin, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı ilk bozan Yahudi kabilesi Kaynuka Oğulları olmuştur. Medine’deki Hazrec Kabilesinin müttefiki olan Kaynuka Oğulları, Bedir Savaşı’ndan sonra taş­kınlık yapmaya ve Müslümanları kışkırtmaya başla­dılar. Kur’an-ı Kerim onların bu tutumunu şu şekilde tasvir eder: “ Eğer bir topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara aynı şekilde davran”126 Kaynuka Oğulları’nm bu tutumundan en­dişe eden Peygamberimiz miladi 624 yılında onların üzerine yürüdü. Önce onları İslam’a davet etti. Bunu reddeden Kaynuka Oğulları kalelerine çekilip savun­maya geçtiler. Müslümanların 15 günlük kuşatması­nın ardından Hz. Peygamber’in vereceği karara razı olup teslim oldular. Hz. Peygamber onların Medine’yi terk etmelerini emretti. Onlar da mallarını ve silahla- nnı bırakıp, ailelerini yanlarına alarak Medine’yi terk ettiler. Hicretin ikinci yılında meydana gelen bu olay­dan sonra Yahudi ve Hristiyanları veli (dost/müttefik) edinmeyi yasaklayan ve münafıkların vasıflarını anla­tarak onlara karşı müminleri uyaran Maide suresinin 51-56. ayetlerinin indiği bildirilmektedir.127

Diğer Yahudi kabilesi Nadir oğulları da Uhud Savaşı’nda müşrik ordusunun karargâhına gelerek onları Müslümanlara karşı kışkırtmışlar ayrıca Hz. Peygamber’i öldürmek için suikast düzenlemişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir elçi göndererek ha­inlik ve vefasızlıklarını hatırlatıp on gün içinde Medi­ne’yi terk etmelerini istedi. Diğer Yahudilerin ve müş­rik Arapların kendilerine yardım edeceğini düşünen Nadir Oğulları bu isteği reddettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, miladi 625 yılında Nadir Oğullarının üzerine yürüyerek onları kuşattı ve anlaşmaya davet etti. Buna yanaşmayan Yahudiler Müslümanlara ok ve taş atmaya başladılar. On beş gün süren kuşatma­dan sonra kendilerine hiçbir yardım gelmeyen Nadir Oğulları Medine’den çıkmaya razı oldular. Savaş mal­zemelerini bırakarak aileleri ve mallarıyla birlikte Me­dine’den ayrıldılar.

Medine’de bulunan diğer bir Yahudi kabilesi olan Kurayza Oğulları ise, Müslümanlara karşı en büyük ihaneti sergilemişler ve Hendek Savaşı’nın en kritik safhasında anlaşmayı ihlal ederek Müslümanları ar­kadan vurmaya kalkışmışlardı. Hendek kuşatmasında savaş suçu işleyerek güvenilirliklerini tamamen yitiren bu Yahudi kabilesine karşı Hz. Peygamber, müşrikle­rin Medine’den ayrılmasından bir gün sonra harekete geçti ve onları kuşattı. Kuşatmanın uzamasından do­layı zor durumda kalan Yahudileri Hz. Peygamber İs­lam’a davet etti. Bunu reddeden Yahudiler çarpışma sonunda teslim olmak zorunda kaldılar. Hz. Peygam­ber, ancak savaş sonunda teslim olan bu kabile hak­kında eski müttefikleri Sa’d b. Muaz’ın hakemliğini önerdi. Onların kabul etmesi üzerine Sa’d, Tevrat’a göre, “büluğ çağına gelmiş ( eli silah tutan ) erkeklerin öldürülmesine, kadın ve çocukların esir edilip malların ganimet alınmasına” karar verdi. Oldukça ağır görü­nen bu hüküm, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın mağlup düşman karşısında Yahudilere tanıdığı hakları Müslümanlara tanımaktan ve o günün dünyasında genel kabul gören savaş hukukunun gereğini yerine getirmekten daha öte bir şey değildi.128

Yahudiler Hicaz bölgesindeki varlıklarını Medine’­nin kuzeyindeki Hayber şehrinde sürdürdüler. Ancak burada da Müslümanlara karşı düşmanca tutumların­dan vazgeçmediler. Diğer Arap kabileleriyle işbirliği yaparak Medine üzerine yürüme kararı aldılar. Bu hazırlıklardan haberdar olan Hz. Muhammed Hayber üzerine bir orduyla hareket edip Yahudilerin kalelerini kuşattı. Kaleleri teker teker ele geçirdikten sonra tarım ürünlerinin yarısını Müslümanlara vermeleri şartıyla yerlerinde kalmalarına ve arazilerini işlemelerine izin verdi. Ganimet malları içinden çıkan Tevrat nüshaları Yahudilere iade edildi. Hayber’in fethiyle Yahudilerin Arap Yarımadası’nda siyasi bir güç olmaları sona erdi ve ekonomik güçleri de zayıfladı.

Hz. Peygamber, Yahudileri Müslümanlarla bir ara­da yaşayamayacak bir kitle olarak asla görmemiştir. Onun hedefi Yahudileri tamamen imha etmek veya İslam toprakları dışına çıkarmak değildi. Şayet öyle olsaydı, Hayber ve çevresindeki Yahudileri ortadan kaldırır veya tamamen Hicaz dışına sürerdi. Hâlbuki Müslümanların güçlü olduğu bir dönemde onları yerlerinde bırakmıştır. Dolayısıyla Hayber’in fethedildiği hicri 7. yıldan Hz. Peygamber’in vefatına kadar geçen dört yılı aşkın sürede Müslümanlarla Yahudi­ler bir arada yaşama tecrübesinin güzel bir örneğini vermişlerdir. Ayrıca, Yemen’de, hatta Medine’de bile, anlaşmalı olan, Müslümanların zimmeti ve himayesi altında yaşayan Yahudiler bulunuyordu. Hayber’in fethine giderken Hz. Peygamber’in yanında Medine Yahudilerinden on kişi bulunuyordu. Daha önce Me­dine’de bulunan Yahudi kabileleri anlaşmayı bozun- caya kadar Müslümanlarla birlikte yaşadılar. Bunlar­dan anlaşıldığına göre Hz. Peygamber Müslümanlar için tehlike oluşturmayan hiç kimseye dokunmamış, sadece birlikte yaşama imkânı bırakmayacak ölçüde bir tehdit ve tehlike unsuru haline gelen Yahudilerle savaşarak yurtlarından çıkarmıştır. Şayet anlaşmayı bozmasalar, müşriklerle işbirliği yapmasalar ve savaş suçu işleyerek Müslümanların can güvenliğini tehdit eden bir unsur haline gelmeselerdi büyük bir ihtimalle Medine’deki Yahudi kabileleri de yerlerinde kalabile­ceklerdi.129

Hz. Muhammed, Mekke döneminde, müşriklerin baskısı altında bunalan Müslümanların, yöneticile­ri Hristiyan olan Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermiş ve “orada, yanındakilerin hiç birine zulüm yapılmayan bir hükümdar vardır” diyerek Necâşi’yi övmüştür. Burada Necâşî ile Müslümanların temsilcisi Cafer b. Ebû Talib arasında geçen diyalogun,130 kö­kenleri aynı olan iki dinin mensupları arasında nasıl olumlu bir etkileşime yol açtığı dikkat çekicidir. Ayrıca bu olayda, Hz.Peygamber’in, adil olan ve haksızlık yapmayan gayrimüslimlerle bir arada ve barış içinde yaşanabileceğine yönelik bir yaklaşım içinde olduğu görülmektedir.

Hz. Peygamber’in Hudeybiye barışından sonra birçok devlet başkanı ve yöneticiye mektup gönderip onları İslam’a davet etmesi, gayrimüslim komşularıy­la barış içinde yaşama arzusunun bir göstergesidir. Bu elçilerin çoğu iyi karşılanmış ancak Bizans’a bağlı Busra valisine gönderilen elçisi Mute’de öldürülmüş­tür. Hz. Peygamber’in daha sonra, hicretin 8. yılında Zâtu Atlah bölgesine halkı İslam’a davet için gönder­diği 15 kişilik heyet oka tutularak şehit edilmiş, sadece biri yaralı olarak kurtularak Medine’ye dönebilmiştir. Hristiyanların bu düşmanca tutumu karşısında çok üzülen Hz. Peygamber, Zeyd b. Harise komutasında üç bin kişilik bir ordu hazırlayarak Kuzeye doğru gön­derdi. Müslümanlardan bölge halkını İslam’a davet etmelerini, kabul ettikleri takdirde savaşmamalarını, aksi takdirde Allah’a sığınıp onlarla savaşmalarını iste­di. Ayrıca Müslümanlara, sözlerinde durmalarını, aşırı gitmemelerini, çocukları, kadınları, yaşlıları ve manas­tırlara çekilmiş kimseleri öldürmemelerini, hurmalık­lara zarar vermemelerini, ağaçları kesmemelerini ve binaları yakmamalarını tembih ve tavsiye etti.131

Mute savaşı olarak bilinen bu savaş öncesinde Hz. Peygamber’in, “bölge halkının önce İslam’a davet edilip, kabul etmedikleri takdirde savaşılması” şeklin­de verdiği talimatın, dinin zor kullanarak yayılması anlamına geldiği düşünülebilir. Ancak, Hz. Peygam­ber’in o bölgeye ordu göndermesinin asıl sebebi İslam dininin silah zoruyla kabul ettirilmesi değil, barışçı yol­dan yapılan davetin zor kullanılarak engellenmiş ol­masıdır. Gönderilen elçi ve heyetlerin öldürülmesi ve genel olarak Müslümanlara karşı düşmanca bir tutum takınılması ciddi bir tehdit olarak algılandığından böy­le bir sefere karar verilmiştir. Savaştan önce İslam’a davet, soruna, kan dökülmeden barışçı yoldan çözüm bulmanın bir yöntemidir. Bu yöntem daha sonraki İslam fetihlerinde de uygulanmıştır. Ayrıca, savaşa gi­den orduya, aşırı gitmemeleri, çocukları, yaşlıları, din adamlarını öldürmemeleri, ağaçlara ve binalara zarar vermemeleri talimatını vermesi Hz. Peygamber’in sa­vaşı, zorunlu durumlarda ve sadece muharip güçlere karşı yapılabilecek bir eylem olarak gördüğünü gös­termektedir.

Hz. Peygamber döneminde Hristiyanlara karşı ya­pılan ikinci önemli sefer Tebük seferidir. Suriye’den gelen bazı tüccarların, Bizans İmparatorunun, Hristiyan Arap kabilelerinin de desteğini alarak Müslüman­lara karşı savaş hazırlığı içinde olduğu haberi üzerine Hz. Muhammed o güne kadar kendi döneminde ha­zırlanan en büyük orduyu oluşturdu. Otuz bin kişilik bu ordu miladî 630 yılında ( h. 9 ) Medine’ye 778 km. uzaklıktaki Tebük bölgesine kadar ilerledi. O sırada Humusta bulunan Bizans İmparatoru Heraklius’un Müslümanlara karşı bir ordu hazırlamadığı anlaşılın­ca, ashabıyla istişare yapan Hz. Muhammed geri dön­me kararı aldı. Bu sefer esnasında civar bölgelerde yaşayan Hristiyanlar İslam’a davet edilmekle beraber bu konuda zorlanmadılar. Kendi dinlerinde kalmak isteyenler cizye vergisiyle yükümlü tutuldular. Bu ver­gi, onların can, mal ve din özgürlüklerinin güvence altında olmasının garantisi olduğu gibi, İslam Devle­tinin tebaası (yurttaşları) olmalarının da bir gereği idi. Bu seferde Kuzeydeki Hristiyan yerleşim merkezlerine gelişigüzel saldırılarda bulunulmamış, tam tersine bu bölgeler barış yoluyla İslam egemenliğine girmiştir. Eğer Müslümanlar intikam amacıyla o bölgeye gitmiş olsalardı farklı sonuçlar ortaya çıkardı.132

Hz. Peygamber’in bu bölgedeki gayrimüslimlerle yaptığı anlaşmalardan biri de Eyle halkıyla yaptığı anlaşmadır. Hz. Peygamber, Akabe Körfezi’nin so­nunda yer alan ve eski bir yerleşim yeri olan Eyle’nin piskoposu Mar Yuhanna b.Rube’ye, Müslüman olmalarını veya cizye vermelerini bildiren bir mektubu bir müfreze ile gönderdi. Mektupta, bu isteklerin ka­bul edilmemesi halinde kendileriyle savaşılacağı ifade ediliyordu. Yuhanna, Tebük’e gelerek Hz.Peygamber’le anlaşma yaptı. Buna göre Eyleliler yılda 300 dinar vergi ödeyecekler, topraklarından geçecek olan Müs­lümanları üç gün misafir edecekler ve Müslümanlara hile yapmayacaklardı. Buna karşılık Müslümanlar da onları, hem dışarıdan vergi isteyeceklere karşı, hem de kervan ve gemileriyle bunlara refakat edecek kim­seleri karada ve denizde koruyacaklardı.

Hz. Peygamber’in barış yoluyla cizye anlaşması yaptığı diğer yerler Maknâ, Dûmetü’l-Cendel, Teyma, Bahreyn, Yemen ve Necran’dı.

Hz. Peygamber hicretin 9. yılında Necranlı Hristi- yanlardan oluşan bir heyeti kabul etti. Arap yarımada­sının güneyinde yer alan Necran bölgesinde kalabalık bir Hristiyan cemaatı bulunuyordu. Hz. Muhamme- d’den kendilerini İslama davet eden bir mektubun ulaşması üzerine Medine’ye bir heyet gönderdiler. 60 kişiden oluşan bu heyet ikindi vakti Medine’ye gelerek Mescidi Nebevî’ye girdiler. Hz. Peygamber ve ashabı ikindi namazlarını yeni kılmışlardı. Bu sırada ibadet vakitleri gelen Hristiyanlar doğuya yönelerek ibadet etmeye hazırlandılar. Bazı sahabiler bunlara engel olmak istediler. Fakat Hz. Peygamber onların serbest bırakılmasını ve ibadetlerini yapmalarına müsaade edilmesini emretti. Daha sonra, Necran heyeti adına konuşan Ebû Harise ile Abdulmesih’i İslam’a davet etti.

Onlar bunu kabul etmek yerine Hz. Peygamber’le tartışmaya başladılar ve ona Hz. İsa hakkında sorular sordular. Bu konuda kendisine vahiy gelmesini bekle­yen Hz. Muhammed’e Al-i İmran suresinin başından itibaren seksenden fazla ayet geldi. Kendilerine ilgili ayetleri okuduktan sonra onları mübahale (karşılıklı lanetleşme) ye davet etti.133 Buna cesaret edemeyen Necran’lılar, kendi dinlerinde kalmak istediklerini ve Hz.Muhammed ne isterse vermeye razı olduklarını bil­dirdiler.134 Hz. Muhammed’in, doğru yolda olmadıkla­rını bildiği ve bu yüzden tebliğde bulunduğu bir dinin mensuplarına kendi mescidinde ibadet izni vermesi ve onlarla uzun uzun tartışması, onun engin hoş görüsüne ve barışçı tutumuna işaret eden güzel bir örnektir.

Hz. Peygamber Necran Hristiyanlarıyla yaptığı zimmet anlaşmasıyla onların can, mal ve din güvenli­ğini garanti altına almış, din adamlarına ve mabedlerine dokunulmayacağı sözü vermiştir. Anlaşmanın ilgili maddesi şöyledir: “Allah’ın himayesi ve Peygamberi Muhammed’in zimmeti (güvencesi), Necran ve hava­lisinde olanların gerek malları, gerek şahısları, gerek dinleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, aileleri, mabedleri ve mülkiyetlerinde olan büyük veya küçük her şeyin üzerindedir. Hiçbir kimse dinî mevkiinden, rahip rahipliğinden, papaz papazlığından uzaklaştırılmayacaktır...”135 Hz. Peygamber Yemen’deki valileri­ne gönderdiği mektuplarda da, İslam’ı kabul edenlerin aynen Müslümanların hak ve sorumluluklarına sahip olacaklarını, kendi dinlerinde kalmak isteyen diğer din mensuplarına karşı da her hangi bir baskı uygulanma­yacağını belirtmiştir.136

Hz. Peygamber’in Mecusi Esbezî’lere ve Arap Benî Tağlib Hristiyanlarına, çocuklarını Mecusi ve Hristiyan yapmamaları şartını ileri sürdüğü şeklindeki riva­yetler hem isnad ve metinlerindeki problemler hem de Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in genel tutumuyla uyuşmaması açısından eleştirilmiş veya sadece onlara özgü istisnai olaylar olarak değerlendirilmiştir.137 Hz. Ömer’in de Beni Tağlib ile yaptığı zimmet anlaşmasın­da, onlardan, çocuklarını Hristiyan yapmamalarını is­tediği nakledilmektedir.138 Hz. Peygamber ve dört ha­life döneminde hiçbir gayrimüslim topluluğa zorla din değiştirtmek gibi bir baskı yapılmadığı bilindiğinden,139 Hz. Ömer’in bu uygulaması- eğer doğruysa- sadece o kabileyle ilgili özel sebeplere dayanan istisnai bir mu­amele olarak kabul edilebilir.

Buraya kadar anlatılanlara ilaveten, bizzat Hz. Peygamber’in, sözleri ve uygulamalarıyla, beraber yaşadıkları ve egemenlikleri altında bulundurdukları gayrimüslimlere karşı nasıl bir tutum içinde olduğunu gösteren şu örnekleri de verebilir.

1- Hz. Peygamber, müşrik olan Dumetü’l-Cendel reisi Ükeydir’in ipek elbise hediyesini kabul etmiş ve bunu Hz. Ali’ye vererek, kadınlara başörtüsü olarak taksim etmesini istemiştir.140

2- Hz. Ebubekir’in kızı Esma, kendisini ziyarete gelen müşrike annesine sıla-i rahimde bulunup bulu­namayacağını sorduğu Hz.Peygamber’den “evet, ona ilgi ve yakınlık göster” cevabını almıştır.141 Esma’nın bu sorusu üzerine, “Allah sizi, din hakkında sizinle sa­vaşmayan ve sizi yurtlarından çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menet­mez...” mealindeki Mumtehıne suresinin 8. ayetinin nazil olduğu rivayet edilmektedir.142

3- Medine’de satış yapan bir Yahudi, malına, ho­şuna gitmeyen bir fiyat verilince, “Musa’yı insanlığa seçip gönderene yemin olsun ki, olmaz” demiş, bunu duyan Ensar’dan bir sahabi, “Muhammed (s.a.v.) aramızdayken sen nasıl Musa adına yemin edersin?” diyerek Yahudi’ye bir tokat atmıştır. Yahudi, Hz.Peygamber’e gelerek, “ey Ebu’l-Kasım! Benim zimmetim ve ahdim (anlaşmam) varken falancaya ne oluyor da bana tokat atıyor?” diye şikâyette bulununca Hz. Pey­gamber, o şahsa niçin tokat attığını sorup sebebini öğ­rendikten sonra, kızgınlığı yüzünde belli olacak şekilde öfkelenerek, “Allah’ın peygamberleri arasında üstün­lük yarışına girmeyin” buyurmuştur.143

4- Hz.Peygamber, Amr b. Hazm’ı, nüfusunun bü­yük bir kısmını Ehl-i Kitabın oluşturduğu Necran’a vali olarak gönderirken kendisine, Yahudilerin ve Hristiyanların dinlerinden dönmeye zorlanmaması talimatı vermiştir.144 Hz. Peygamber’in Yemen’e gönderdiği Muaz b. Cebel’e verdiği talimatlardan birisi de, kişilerin dinlerinden döndürülmeye teşebbüs edilmemesi doğ­rultusundadır.145

630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine Hz. Peygamber şu talimatı vermiştir: “Bir Yahudi veya

5- Hristiyan, Müslüman oldukları takdirde mümin­lerden olurlar. Kim Yahudiliğinde veya Hristiyanlığın- da kalmak istiyorsa ona müdahale edilemez...” 146

6-Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir anlaşmalı gayrimüslimi (muahed) ( veya zimmîyi) haksız yere öldürürse, kokusu kırk yıllık yoldan duyu­lan Cennetin kokusunu (bile) duyamaz.”147

7- Hz. Peygamber’in diğer bir hadisi de şöyledir: “Kim anlaşmalı bir gayrimüslime zulmeder veya hak­kını eksiltir yahut gücünün üstünde bir iş yükler ya da onun rızası olmadan bir şeyini alırsa, kıyamet günü ben onun hasmı olacağım.”148

8- Hz. Hatice’nin yeğeni sahabi Hakîm b. Hızâm Şam’da güneş altında bekletilen bir gurup insan ile karşılaşır. Kim olduklarını sorunca, haraç ( veya ciz­ye) vergilerini öde(ye)meyen gayrimüslimler ( ehl-i zimme) olduğu söylenir. Bunun üzerine Hakîm, Resulululah’dan (s.a.v), “insanlara azab edenlere Cenabı Hakkın da kıyamet günü azab edeceğini” duyduğunu söyleyince o bölgenin emiri Umeyr b. Sa’d zimmîleri salıverir.149

Buraya kadar verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber, toplumlar arası düzeyde, Kur’-an’ın öngördüğü, barışı ve iyi ilişkileri esas almış, sa­vaşa, gerekli durumda ve sınırlı ölçüde başvurmuştur.150 Onun yaklaşımı her ne pahasına olursa olsun dünyaya egemen olmak değil, barışçı bir ortamda İslam dininin yayılmasını sağlamaktır. Daha sonra bu hedeften za­man zaman sapmalar olmuşsa bunun kaynağını İslam dininde değil, onu doğru anlayıp uygulamayan veya yanlış yorumlayan ulema ve yöneticilerde aramak ge­rekmektedir.151 Ayrıca, geçmiş asırlarda ( bir ölçüde bugün de) uluslararası veya devletlerarası ilişkilerde hâkim anlayışın başkaları üzerinde egemenlik kurma ve siyasi otoriteyi herhangi bir yolla başkalarına ka­bul ettirme esasına dayandığı dikkate alınmalı ve bu noktada din faktörünün tek başına belirleyici olmadı­ğı unutulmamalıdır. Bu nedenle o günkü dünya kon­jonktürü, farklı dinlere mensup ülkelerin bu konuda benzer tutumlar izlemelerine yol açmıştır. Siyasi hâkimiyet arzusu, Müslüman olsun Hristiyan olsun bazen aynı dine mensub ülkelerin, bazen aynı etnik kökene sahip ulusların kendi aralarında sık sık savaşmalarına, hatta baba-oğul ve kardeşlerin birbirleriyle saltanat mücadelelerine girişmelerine sebep olmuştur. Bunun örneklerine, geçmiş asırlarda daha çok olmak üzere günümüze kadar rastlamak mümkündür.

7. İlk Halifeler Döneminde Durum

Fetihler sonucu gayrimüslimlerle ilişkilerin giderek yoğunlaştığı ilk halifeler döneminde de Hz. Muhammed’in izlediği siyaset ana hatlarıyla sürdürülmüş, sadece bazı özel durumlarda farklı uygulamalara gi­dilmiştir. Hz. Ebubekir, gayrimüslimlerin yaşadığı Su­riye’ye sefere giden Usame b. Zeyd komutasındaki or­duya şu emri vermiştir: “ Hainlik yapmayın. Haksızlık ve aşırılığa yönelmeyin. İşkence yapmayın. Çocukları, yaşlıları, kadınları öldürmeyin. Hurma ağaçlarını ke­sip yakmayın. Meyveli ağaçları ve hayvanları yemek dışında bir maksatla kesmeyin. Kiliselerde kendilerini ibadete hasretmiş olanları kendi hallerine bırakın ve dokunmayın..." 152

Hz. Ebubekir döneminde gerçekleştirilen en önem­li anlaşma gayrimüslim Hîre halkıyla yapılmıştır. Barış yoluyla teslim olan ve cizye vermeyi kabul eden Hîrelilerle yapılan anlaşmanın bazı maddeleri şunlardır: 1- Ahidlerini tutar, cizyelerini öderlerse zimme hakkına sahip olacaklar, iç ve dış düşmanlara karşı, can ve mal güvenlikleri sağlanacaktır. 2- Hastalık, sakatlık veya bir musibet dolayısıyla fakir düşen, kendi dindaşları­nın yardımına muhtaç olan kimsenin cizyesi düşürü­lecektir. Medine’de veya diğer İslam memleketlerinde oturdukları sürece, kendilerine ve bakmakla yükümlü oldukları aile fertlerine Beytülmalden yardım yapıla­cak, İslam beldesi dışındakilere bu yardım yapılmaya­caktır. 3- Kiliseleri, havraları, sarayları yıkılmayacaktır. 4- Çan çalmalarına, bayram günlerinde haç çıkarma­larına mâni olunmayacaktır.153

Cizyenin, gayrimüslimlerin can, mal ve din güven­liğini sağlama karşılığında alman bir vergi olduğunu ve herkesin gücü ölçüsünde bu vergiyi verdiğini gös­teren pek çok örnek bulunmaktadır. Hicretin on ikinci yılında Halid b. Velid Irak’taki bir Hristiyan toplumunun liderine şu anlaşmayı yazmıştır: “Halid b. Velid’den, Salûba b. Nastuna’ya ve kavmine: Ben sizinle cizye alıp sizi korumak üzere ahdettim. Zengin olan gücü ölçüsünde, eli darda olan da gücü ölçüsünde her yıl cizye verecektir. Sen kavminin başkanısın. Kavmin senden memnundur. Ben ve yanımdaki Müslümanlar bu şartları kabul ettik, kavmin de kabul etti. Sen bizim zimmetimizde ve himayemiz altındasın Biz sizi korudukça bize cizye verirsiniz. Sizi korumazsak cizye vermezsiniz.”154 Halid b. Velid, zimmî Irak naiblerine yazdığı bir mektupta da, kendisinin koyduğu banş şartlarını ve üzerinde anlaşılmış olan cizyeyi değiştire­ne itiraz hakları olduğunu bildirmiş ve “ sizin güven­ceniz güvence, sulhunüz sulhtür. Biz size verdiğimiz sözde dururuz.” demiştir.155

Halid b. Velid’in Anât halkıyla yaptığı anlaşmada da, Kilise ve havraların yıkılmaması, namaz vakitleri hariç

gece gündüz çan çalabilmeleri, bayram günle­rinde haç çıkarabilmeleri, Müslümanları üç gün misa­fir etmeleri, Müslümanlara yol göstermeleri gibi şartlar yer almaktadır.156 Hz. Ömer’in gayrimüslimlerin huku­kuna saygılı davrandığını gösteren pek çok örnek kay­naklarda yer almaktadır. O, Suriye kuvvetleri genel komutanı Ebu Ubeyde’ye gönderdiği bir mektupta, Müslümanların zimmilere zulüm ve haksızlık etmele­rine mâni olmasını emretmiştir. Ayrıca haraç ve ciz­yenin gayrimüslimlerden nasıl toplandığını âmillerine sormuş, zorla veya anlaşma şartlarından fazla bir şey alınmamasına dikkat etmiştir.157

Hz. Ömer döneminde iki defa fethedilen Dimaşk (Şam) şehrinin halkıyla ilki Halid b. Velid, diğeri Ebu Ubeyde’nin yaptıkları iki anlaşma vardır. Bazı farklılık­lara rağmen ikisinin temel amacı da gayrimüslimlerin can, mal ve din güvencelerini garanti altına almaktır. Halid b. Velid’in yaptığı anlaşmanın metni şöyledir: “ Bu vesika, Halid b. Velid’in, Dimaşk halkına verdi­ği emandır. Ben onlara, canları, malları, kiliselerinin ve şehir surlarının yıkılmayacağı, evlerine kimsenin iskân edilmeyeceği konusunda güvence veriyorum. Böylece onlar Allah’ın ahdi, Resulünün, halifelerin ve müminlerin himayesindedirler. Cizyelerini ödedikleri sürece, kendilerine ancak iyilikle muamele edilecek­tir.”158 Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’m yaptığı anlaşmada ise, kilise ve havraları kendilerine bırakılmak üzere, yeni kilise ve havra inşa etmemeleri, Müslümanların topluca bulundukları yerde haç çıkartmamaları, evle­rinden Müslüman mahallelerine domuz çıkartmama­ları, çanlarını ezan vaktinden önce ve ezan okunurken çalmamaları şartları yer aldı.159 Ebu Ubeyde, Baalbek halkıyla yaptığı anlaşmada da, onların canlarına, mal­larına, kiliselerine, şehrin içindeki ve dışındaki evlerine ve değirmenlerine dokunulmayacağı garantisi verdi.160

Humus şehrinin hicri 14, miladi 635 yılında sulh yoluyla fethedilmesi üzerine yapılan anlaşmada Hu­mus halkı 170 bin dinar cizye vermeyi kabul ettiler. Ancak bir yıl sonra Müslümanlar, Heraklius’un kendi­lerine hücum etmek üzere asker topladığını öğrenince onları koruyamayacakları gerekçesiyle gayrimüslim­lerden aldıkları cizyeyi iade ettiler.161 Bundan önce Müslümanların, Suriye’de anlaşma yaptıkları diğer bölgelerde de aynı şekilde davranıp, aldıkları cizyeleri iade ettikleri,162 savaştan sonra başta Humus olmak üzere diğer bölgelerin halkının vergilerini tekrar Müs­lümanlara verdikleri görülmektedir.163 Bu olaya geniş yer veren kaynaklar, gayrimüslimlerin, Müslüman hakimiyetini Bizans hakimiyetine tercih ettiklerini de belirtmektedirler.164 Müslümanların verdikleri sözde durmalarını ve güzel ahlakını gören zimmîlerin, Müs­lümanlara yardımcı, onların düşmanlarına düşman oldukları ve Müslümanlar lehine casusluk yaptıkları da bildirilmektedir.165 650-660 yılları arasında Nastûrî patriği olan 3. Îşuayheb bir arkadaşına yazdığı mektupta kendilerine yapılan iyi muameleyi şöyle ifa­de etmektedir: “Allah’ın idareyi kendilerine verdiği şu Araplar...bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımı­za hürmet gösterdiler...”166

Kudüs’ün fethinde bizzat hazır bulunan Hz. Ömer, anlaşmayı da bizzat kendisi yapmıştır. Buna göre Halife, canlan, mallan, kiliseleri, haçları, hastaları, sağlamları ve diğer dindaşları için Kudüs halkına güvence (eman) vermiştir. Anlaşmanın bazı maddeleri şöyledir: 1- Ki­liselerde oturulmayacaktır. Bu kiliseler ve müştemilatı ile onların haçları ve mallan yıkılmayacak ve azaltılmayacaktır. 2- Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler ve onlardan birisi zarar görmeyecektir. 3- Bizanslılarla birlikte Kudüs’ü terk etmek isteyen halkın da, canları, malları, kilise ve haçları korunacaktır. Onlar istedikleri yere ulaşıncaya kadar, bu koruma devam edecektir.167

Urfa ve el-Cezire halkları için yapılan anlaşmalar­da da, cizyelerini ödedikleri sürece gayri Müslimlerin canları, kanları, malları, kadın ve çocukları, şehirleri ve değirmenleri güven içinde olacak, evlerine kimse oturmayacak, kiliseleri ve çevresindekilere dokunul­mayacak ve yıkılmayacaktır. Bu anlaşmada ayrıca onların, mevcut kiliselerin dışında yeni kilise inşa et­memeleri, çan çalmamaları, paskalya kutlamamaları ve haçlarını göstermemeleri şartları da yer almakta­dır.168 Bu kısıtlamaların din özgürlüğü açısından eleştirilebilir olduğu düşünülse de bunların daha çok bölge­sel idari tasarruflar olduğu ve dinî inançlarını koruma ve ibadetlerini kiliselerinde yapma hürriyeti yanında fazla önem taşımadığı söylenebilir.169

Hz.Ömer’in kumandanlarından Süveyd b. Mukarrin de Dihistan ve Cürcan’ın gayrimüslim halkına şu mektubu yazmıştır: “Zimmet hakkı sizin, koruma görevi bizimdir. Korumamıza karşılık sizden her ergin kişi bize her yıl gücü ölçüsünde bir cizye verecektir. Ama içinizden kendisinden yararlandığımız kimse olursa onun bize yardımı cizye yerine geçer. Canla­rı, malları, dinleri güvence altındadır. Bunların hiçbiri değiştirilmez. Vergilerini verdikleri, yolcuya yol gös­terdikleri, samimi oldukları, Müslümanları konukla­dıkları, herhangi bir saldırı ve ihanette bulunmadıkları sürece bu konuda yapılan anlaşmada hiçbir değişiklik yapılmaz.”170

Hz. Ömer’in valilerinden Utbe b. Ferkad Azerbay­can halkına ve orada bulunan bütün din mensupla­rına şu güvenceyi vermiştir: “ Canları, malları, dinleri ve şeriatleri (hukukları) güçleri ölçüsünde verecekle­ri cizye karşılığında güvencededir. Çocuğa, kadına, yoksul yatalağa, kendini ibadete vermiş fakir zahide ve bunların yanında bulunan aile efradına cizye yok­tur.”171

Hz. Ömer’in valisi Sürâka da kendi bölgesinde ya­şayan Ermeni halkına şu güvenceyi vermiştir: “Bu, Emîru’l-mü’minîn Ömer b. el-Hattab’m valisi Süraka b. Amr’ın, Şehrberaz’a ve Ermeni sakinlerine verdiği güvencedir: Onlara can, mal ve din güvencesi vermiş­tir. Kendilerine zarar verilmeyecek, baskı yapılmaya­caktır.”172

Hz. Ömer, yoksulluk, ihtiyarlık ve cizye sebebiy­le dilenen bir Yahudi’yi gördüğünde ondan ve onun gibilerden cizyeyi kaldırmış ve hazine görevlisine, “bu ve benzerlerine dikkat et. Allah’a yemin olsun ki, gençliğinde vergisini yiyip, yaşlılığında onu zelil etme­miz insafa sığmaz” diyerek Tevbe suresinin 60. ayeti gereği ona hâzineden yardım yapılmasını emretmiş­tir.173 Onun cizye ödemeye güç yetinmeyenlere yapılan baskılara mâni olduğu ve bu durumda olanların cizye ile yükümlü tutulmamasını istediği de bilinmektedir.174 Vefat etmeden önce de kendinden sonraki yöneticiye şu vasiyette bulunmuştur: “Benden sonraki halifeye, zimmîlere iyi davranmasını, güçlerinin üzerinde yüklememesini, onların emniyetlerini sağlamak için savaşmasını ve verdikleri sözleri yerine getirmesini tavsiye ederim.” 175

Gayrimüslimlerin cizye karşılığında can, mal ve din güvenliklerinin güvence altına alınması uygu­laması sonraki Müslüman yöneticiler tarafından da sürdürülmüş ve bu konuda Hz. Peygamber ve ilk halifelerin uygulamaları esas kabul edilmiştir. Mese­la Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’in (ö. 101/719), gayrimüslimlerin, muharremat (evlenilmeleri yasak olan kadınlar) ile evliliklerine, içki içmelerine ve do­muz eti yemelerine İslam Devletinin müdahale edip edemeyeceği, bu konuda Hulefâ-i Râşidîn’in tatbika­tının nasıl olduğu sorusu üzerine meşhur tabiî âlimi Hasen Basrî (ö. 110/728) şu cevabı vermiştir: “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için bize cizye ödüyorlar. Sen (selefe) tabi olacak konumdasın, yeni bir hüküm uyduracak değilsin.”176 Bu uyarıya muha­tap olan Ömer b. Abdulaziz de, Hîre halkından Müs­lüman olan Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerden cizye almaya devam etmesi konusunda kendisinden izin isteyen Küfe valisi Abdulhamid b. Abdurrahman’a şu cevabı vermiştir: “Allah(c.c.), Muhammed’i (s.a.v.) İslam davetçisi olarak gönderdi, vergi tahsildarı ola­rak değil. Bu dinlerden İslam’a geçenlere cizye değil, sadece malının zekâtını vermek düşer.”177 Görüldüğü üzere bu örnekler, zaman zaman kuralların dışına çık­mak isteyen yöneticilere, temel ilkelerden sapmama konusunda yapılan uyarılar niteliğindedir.

Gayrimüslimlere karşı din özgürlüğü konusunda gösterilen duyarlılık onların özel hayatlarına da yansımıştır. Örneğin, Müslüman bir koca, gayrimüslim hanımını, dininin gereklerini yerine getirmekten alıkoyamayacağı gibi, onu dinî inancına aykırı davranışlar­da bulunmaya da zorlayamaz.178 Buradan hareketle, bir Müslüman erkeğin, gayrimüslim karısını, cünüplük sebebiyle yıkanmaya zorlayamayacağı ve onun içki içmesine mâni olamayacağı belirtilmiştir.179 Ayrıca, İslam âlimleri, Müslüman çocukların gayrimüslim sütannelerince emzirilmesinde de bir sakınca görmemiş­lerdir.180.

8. Mabed Dokunulmazlığı

İslam’ın barışçı yönüne işaret eden bir husus da içinde Allah’ın adı anılan bütün ibadet yerlerini aynı seviyede korumaya değer görmesidir. Bir ayeti keri­mede şöyle buyurulur : “...Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sa­hibidir.”181 Ayette geçen, “eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı" ifadesi Ta- beri tarafından, “Müslümanlar sayesinde müşriklerin tehlikelerini bertaraf etmemiş olsaydı..” şeklinde açık­lanmıştır ki182vakıaya uygun olan da budur. Ayette zikredilen ve Hz. Muhammed’in Necran Hristiyanları ile yaptığı anlaşmalarda da dikkat çeken “bîa-biya”’ kelimeleri ile Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemi komutanlarının birçok şehir halkıyla yaptıkları anlaşma­larda yer alan “kenîse-kenâis” kelimelerinin her biri Hristiyanlara ait mabetlerin tamamını ifade ediyordu.183 Ayetteki, tekili “salûta” olan İbranice kökenli “salavât” kelimesiyle de Yahudi mabetleri kastediliyordu.

İslamiyet, Hristiyanlığın kadim izlerinin bulunduğu Irak ve Suriye gibi topraklarda ele geçirdiği yerlerde yaptığı anlaşmalarla güvence altına aldığı mabetlerin hepsini asırlar boyunca korumuş, ancak gücünü yitirip de Moğol istilasıyla yüz yüze gelince pek çok mabet pagan istilacılar tarafından yıkılıp gitmiştir. Bu bölge­de, Moğol istilasından çok kısa bir süre önce meşhur coğrafyacı Yakut (ö.626/1228) tarafından kaydedi­len pek çok mabed ve yer, Moğol istilasından sonra buraları gezen Abdulhak el-Bağdadî (739/1338) ta­rafından sadece harabe olarak tavsif edilebilmiştir.184

Daha önce örneklerine yer verilen gayrimüslim­lerle yapılan anlaşmaların hemen hepsinde mabet dokunulmazlığına dair bir madde bulunmaktadır. Hz. Muhammed devrinden başlayarak dört halife döne­minde devam eden, sonraki İslam Devletlerince de sürdürülen bu anlayış sayesinde pek çok eski mabet günümüze kadar ulaşma imkânı bulmuştur. Bu konuy­la ilgili hazırlanan önemli bir çalışmada, fetihlere bağlı olarak yapılan anlaşmalarda yer alan mabedlerle ilgili düzenlemeler şu dört başlık altında özetlenmektedir: 1- Anlaşmaların büyük bir kısmında kiliselerin garanti altına alındığı, ev ya da camiye tahvil edilmeyeceği ifade edilmiştir. 2- Fethedilen yerlerdeki ihtiyaçlara binaen birkaç kilise ya tamamen ya da kısmen cami­ye çevrilmiştir. 3- Sadece Urfa (ve Dimaşk) halkı ile yapılan anlaşmada yeni mabed yapmamaları şartı yer almıştır. 4- Dimaşk ve Hît kentlerindeki kiliselerin ya­rısına el konulduğu şeklindeki iddialar doğru değildir.

Bunlar, fetihden sonra şehri terk eden Bizanslılara ait boş kalmış kiliselerdir.185

İslam’ın diğer dinlerin mabedlerine karşı saygı­lı yaklaşımı Müslümanların da şiarı olmuş ve asırlar boyu ibadethanelerin korunarak asli işlevine uygun olarak kullanımı sağlanmıştır. Bu koruma genelde kilise ve havraların ya camiye çevrilmesi ya da eski halinde bırakılmasıyla gerçekleşmiştir. Tamamen yıkmak yerine bir mabedin başka bir ibadethaneye çevrilmesi de bir nevi korumadır. İslam ülkelerinde, antik çağlardan ve sonraki dönemlerden günümüze ulaşarak varlığını sürdüren pek çok mabet bunun ka­nıtı niteliğindedir.

Sonuç

Temel öğretileri ve bunları ilk olarak hayata geçi­ren Hz. Peygamber’in uygulamaları dikkate alındığın­da İslam’ın, barışı esas alan, barış ortamında yayılmayı hedefleyen ve inanç özgürlüğüne önem veren bir din olduğu görülür. İlgili ayetler tarihî ve sosyal bağlamın­dan koparılmadan incelenir ve Hz. Peygamber’in sün­neti de bu doğrultuda değerlendirilirse, din ve inanç hürriyetinin, İslam dininin mümeyyiz bir vasfı olduğu da söylenebilir. Çünkü özgür seçim, imtihan hikmeti­nin ön koşuludur. Dinin sahibi bu noktada insanları iradeleriyle baş başa bırakmış, sadece tercihlerinin uhrevi sonuçlarını hatırlatmakla yetinmiştir. Dolayı­sıyla bu özgürlüğe getirilecek kısıtlamalar Din’in ken­disinden referans alamazlar. Örneğin “mürtedin öldü­rülmesi gerektiği”, “İslam’ı savaş yoluyla yaymanın farz olduğu” gibi hükümler, olanla olması gerekenin birbirine karıştırıldığı yanlışlardır. Dinin barış ortamın­da ve barışçı yollarla yayılmasını zorla engellemenin savaş sebebi sayılabileceği, toplum huzurunu bozacak silahlı başkaldırının ölümle cezalandırılabileceği gibi öğretide yer alan hususlar, tarihsel süreçte bazı yanlış uygulamalara dayanak yapılmışsa bunun sorumlu­luğu Din’e yüklenemez. O yüzden İslam medeniyeti, Hz. Peygamber devrinden başlayarak, egemen olduğu her dönemde, farklı din ve kültürlere mensup halklar­la barış içinde bir arada yaşamanın engin tecrübesine sahip olmuştur. Tarihte ve günümüzde böyle bir tec­rübeye uzun süre tanıklık etmiş başka bir medeniyetin gösterilememesi, küreselleşen dünyada, barış içinde birlikte yaşamanın tarihsel referansının nerede aran­ması gerektiğinin ipuçlarını da vermektedir.

Dipnot:

1. Batılı meşhur tarihçi Amold Toynbee'nin şu tesbiti bu açıdan önemli­dir: “Hristiyanlar, nasihat etmek ve eğitmek dışında bir emir almadılar ama gel gör ki, pek eskilerden beri, kendi dinlerinden olmayanları de­mir ve ateşle yok etmektedirler... Hiç şüpheniz olmasın, şayet Batı’nın Hristiyanları, Araplar ve Türklerin yerine Asyada hakim olsalardı, bugün Yunan Kilisesi'nin hiçbir kalıntısına tesadüf edemezdik. İslam’ın Hristiyanlığa gösterdiği hoşgörüye Batı’nın Hristiyanları hiç sahip ol­mamışlardır.” (La Religion Vue Par un Historien, s. 8 den nakleden: Mehmet S. Hatiboğlu, Müslüman Kültürü Üzerine, Ankara, 2004, s.192). Hristiyanlık tarihinin şiddetle nasıl iç içe yürüdüğünün örnekleri için bkz. Şinasi Gündüz, Dinsel Şiddet, Samsun, 2002, s.29-81; Saffet Köse, “Din Özgürlüğü ve Barış Yolunda İki Farklı Tecrübe”, İslam Hu­kuku Araştırmaları Dergisi, c. 5, sayı: Konya-2005, 17-31.

2. 22/ Hacc, 78; 3/ Âl-i İmran, 67.

3. 3/Âl-i İmran, 19,85.

4. 2/ Bakara, 136, 285; 3/ Âl-i İmran, 84.

5. 2/ Bakara, 41, 91, 97; 3/ Âl-i İmran, 3, 50; Nisa, 47; 5/ Mâide, 46, 48; 35/ Fâtır, 31; 46/ Ahkaf, 30; 61/ Saff, 6.

6. 6/ En’am, 90.

7. 16/ Nahl, 123.

8. 46/ Ahkaf, 9.

9. 4/ Nisa,79; 7/A’raf, 158; 25/Furkan, 1; 33/Ahzab,40;34/Sebe, 28; 38/Sad, 87-88.

10. Hatiboğlu, Mehmet S., “Hoşgörü Açısından Müsiümanlar ve Ehl-i Ki­tap”, Müslüman Kültürü Üzerine. Ankara, 2004, s.189.

11. 3/ Âl-i İmran, 64.

12. 2/ Bakara, 256. Bu ayetle ilgili olarak, müfessirlerin ve fakihlerin ser- dettikleri farklı görüşler ve bunların değerlendirmesi için bkz. Halil Al- tuntaş, İslamda Din Hürriyetinin Temelleri, Ankara, 2000, s. 16-72.

13. 18/ Kehf, 29.

14. 10/Yunus, 99.

15. Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an’ın Çağdaş Tefsiri, ,1-11, İstanbul,1988, 1/ 453-454. Ayrıca bkz. Ebu Davud, Cihad, 126, 3/132. ( 1-5, Çağrı Yayınları, İstanbul-1981)

16. Ateş. Tefsir, 1/454

17. 50/ Kaf, 45.18.

18. 88/ Gâşiye, 22.

19. 16/Nah!, 125.

20. 3/Âl-i Imran, 104. 21.

29/Ankebut, 46.

22. 85/ Bürûc, 4-9.

23. Eroğlu, Muhammed, “Ashabu’l-Uhdûd”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1991,3/471.

24. Benzer bir yorum için bkz. Bünyamin Erul, Sahabe’nin Sünnet Anla­yışı, Ankara, 1999, s.395.

25. Köse, Saffet, İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, İstan­bul, 2003. s.101.

26. İrtidad hükmünün din hürriyeti ile bağdaşmayacağı ve Hz. Peygamber'in bu konuda baskıcı bir tutum izlemediği yönündeki değerlendirme­ler için bkz. Muhammed Haşim Kemali, İslam’da İfade Hürriyeti, (trc. Muhammed Şeviker), İstanbul, 2000, s.91-109.

27. el-Buhari, Abdülaziz, Keşfu’l-Esrar 1/ 26’dan nakleden Şamil Dağcı, İslam Hukukunda Suçlar ve Cezalar ile ilgili Özel Hükümler (Basılmamış çalışma), s.67.

28. Dağcı, s.67.

29. el-Makdisi, İbn Kudâme , el-Muğnî, 10/96. ( 1-10, Beyrut-1405)

30. 49/ Hucurat, 14.

31. Bardakoğlu, Ali, “İslam Kültüründe Din ve Vicdan Özgürlüğü", Osmanlı Devletinde Din ve Vicdan Hürriyeti, ( 41-57), İstanbul, 2000, s.44.

32. 2/ Bakara, 8-20; 4/ Nisa, 145; 5/ Maide, 41.

33. Buhari, Ahkam, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981, s. 45-47.

34. Taberi, Tarihu’l-Ümem ve'l-Mülûk, 1-5, (Beyrut-1407), 2/160.

35. İbnu'l-Esir, Üsdü’l-Gabe fi Marifeti's-Sahabe, 1/346-347 ( 1-7, Kahi- re-1970); İbn Teymiyye, es-Sârimu’I-Meslûl alâ Şâtimi’r-Resûl, 1/ 320, ( 1-3, Beyrut-1417). Bunlardan el-Haris b. Süveyd, Uhud savaşında Müslümanlarla beraber savaşa katılmış ancak yine Müslüman ordusu içerisinde bulunan ve cahiliye döneminde babasını öldüren el-Mücez- zer b. Ziyad’ı katlederek irtidat etmiş ve Mekkeli müşriklere katılmıştı. Hz. Peygamber, Mekke fethinden sonra kardeşi vasıtasıyla af dileyip Müslüman olan el-Haris b. Süveyd’in talebini kabul etmiş, daha sonra el-Mücezzer’e kısasen öldürülmesini emretmişti.( bkz. İbn Hişam, es- Siretü’n-Nebeviyye, (1-4, Kahire-1974), 2/120.

36. İbn Hişam, es-Sire, 3/185. Mukayyis, İslamdan ilk dönen kimsenin kendisi olduğunu bir şiirinde söylemektedir, bkz. Aynı yer.

37. Buhari, İstitâbetü’l-mürteddîn, 2. Bu rivayetin diğer kaynakları ve problemleri için bkz. M. H. Kırbaşoğlu, “İslama Yamanan Sanal Şid¬det: Recm ve İrtidat", İslamiyat, c. Sayı: 5, 128-129, Ankara, 2002. Bu ve ilgili rivayetlere dayalı hükümlerin bir değerlendirmesi için bkz. Halil Altuntaş, a.g.e., s.72-81.

38. Tirmizi, İman, 9; (Çağrı Yayınları, İstanbul-1981) Nesâî, Salat, 8.( Çağn Yayınları, İstanbul-1981). Bu ve benzeri rivayetlerle, bunlar üzerine ikame edilen hükümlerin tahlil ve değerlendirmesi için bkz. Halil Altuntaş, a.g.e., s.85-118.

39. Buhari, Diyat, 6.

40. Dârekutnî, Sünen, 3/118-119, (1-4, Kahire-1966).

41. Buhari, İstitâbetü’l-mürteddîn, 2, (8/50 ); Müslim, İmare, 3, H.No.

1733.( 2/1456-1457, Çağrı Yayınlan, İstanbul-1981)

42. Taberanî, el-Mu’cemü’l-Kebir, 20/ 43, 66. ( 1-20, MusuI-1983)

43. bkz.Muhammed Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiye, 6.baskı, Beyrut-

1987, s.212-213.

44. Abdürrezzak, Musannaf, 10/165-166. (1-11, Beyrut-1983)

45. a.g.e., 10/166.

46. Serahsi, el-Mebsût, 10/110. ( 1-30, Beynıt-1406)

47. Aynı yer.

48. Örnekler için bkz. Abdürrezzak, Musannaf, 10/167 vd.; İbn Ebi Şeybe, Musannaf. 12/ 262 vd. (1-15, Bombay-1979)

49. Tirmizi, Kader, 13, (4/454); İbn Mace, Mukaddime, 9, 1/24, Çağrı Yayınlan, İstanbul,1981; Taberanî, el-Mu’cemü'l-Evsat, 4/ 281, 9/ 93. ( 1-10, Kahire-1415).

50. bkz. el-Hâkim en-Neysâbûrî, Marifetu Ulûmi'l-Hadis, Medine, 1977, s.84.

51. Dağcı, Şamil, a.g.e., s.69; ( Ali Raşid, el-Kanunu'l-Cinâî', s. 78’den naklen); Halil Altuntaş, a.g.e., s.81.

52. Köse, Saffet, Din ve Vicdan Hürriyeti, s.103.

53. Hadis için bkz. Buhari, Vüdu’, 66, Megazî, 36.

54. 2/ Bakara, 208.

55. 8/Enfal, 61..

56. 4/ Nisa, 94.

57. 22/ Hac, 39.

58. 4/Nisa, 75.

59. 4/Nisa, 74, 76-78,84,104; 8/ Enfal, 65-66; 9/Tevbe, 14-16; 22/ Hac, 78; 47/4-6, 35; 61/Saf, 4, 10-14, 19-22; 66/Tahrim, 9.

60. 3/ Âl-i İmran, 142-145; 4/ Nisa, 95; 9/ Tevbe, 3841.

61. 2/ Bakara, 154; 3/ Âl-i İmran, 157, 169-172; 4/ Nisa, 74.

62. 4/Nisa, 90.

63. 9/Tevbe, 12-13,

64. 9/Tevbe, 29.

65. İbn Sa'd, Kitabu’t-Tabakati’l-Kebir, 2/ 128, 1-9. Beyrut,1968.

66. a.g.e., 1/281.

67. a.g.e., 2/129, 131.

68. Okuyan, Mehmet- Öztürk, Mustafa, “Kur an Verilerine Göre Ötekinin Konumu". İslam ve Öteki, İstanbul, 2001, s.192-193.

69. 3/ Âi-i Imran, 113-115.

70. Ateş, Tefsir, 6/ 522.

71. Nüzul ortamında Kur’an’m Ehl-i Kitab’a yönelik konjonktürel yaklaşımı için ayrıca bkz., Mehmet Okuyan- Mustafa Öztürk, A.g.m., 177 vd.

72. 2/Bakara, 190-193.

73. 22/ Hac, 39.

74. 2/Bakara, 216.

75. 60/ Mümtahine, 8-9.

76. Özel. Ahmet, “Gayri Müslim”, DİA, İstanbul. 1996,13/419.

77. 9/Tevbe, 4.

78. İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur’âni’l-Azîm, 2/337. (1-4, Beyrut,1401)

79. 2/ Bahara, 194.

80. 9/Tevbe. 6.

81. Ateş, Tefsir, 4/30. Bu nesh görüşünü paylaşanlar ve onların eleştirisi için bkz. Mehmet Okuyan-Mustafa Öztürk, A.g.m., 186 vd.

82. 5/ Maide, 2.

83. 53 8/ Enfal, 60

84. 8/ En fal, 61.

85. Ateş, Tefsir, 4/37.

86. Bu görüşte olanların eleştirisi için bkz. M.Yolcu-M.Öztürk, A.g.m., 188- 189.

87. Ateş, Tefsir, 1/334-335.

88. a.g.e., 1/335.

                A

89. Aynı yer.

90. 61/Saf. 8.

91. 61/Saf, 9.

92. bkz. Saffet Köse, Din ve Vicdan Hürriyeti, s.52-99.

93. Ateş, Tefsir, 1/333.

94. Köse, Saffet, “Din Özgürlüğü ve Barış Yolunda...", s.32-34.

95. Buhari, İman, 17: Müslim,İman, H.No: 34-36; Tirmbd, İman, 1; Nesâî. Cihad, 1.

96. Abdürrezzak, Musannaf, 10/326; Tayalisi, Müsned, 1/ 320, (Beyrut); Nesâi, es-Sünenü’l-Kübra, 5/111, ( 1-6, Beyrut 1991); Beyhakî, Şua- bu’l-İman, 1/88. ( 1-8. Beyrut 1410).

97. Rivayetin bu varyantı şöyledir; “ Ebu Hüreyre’den nakledilmektedir: Hz. Peygamber vefat edince Ebubekir halife seçildi. Bu arada Araplardan küfre dönenler oldu. Ebubekir bu durumu ashaba danıştı. Ömer şöyle dedi:' Allah birdir ve ondan başka ilah yoktur diyen insanlar ile nasıl savaşacaksın? Resulullah şöyle buyurmuştur: “Ben insanlar ile onlar, Allah birdir ve Ondan başka da ilah yoktur deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Kim bunu söylerse, malını ve canını ben­den korumuş olur. Ancak İslam’ın hakkı hariçtir. (Gizleyenlerin) hesa­bı ise Allah'a aittir.'' Bunun üzerine Hz. Ebubekir şöyle cevap verdi: * Allah'a yemin olsun ki kim namaz ile zekâtın arasını ayırırsa onunla savaşırım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Yemin ederim ki, Resulullah'a verdikleri bir yuları bana vermeseler onun için harp ederim.’ Bunun üzerine Hz. Ömer, 'Yemin olsun ki, Allah Ebubekir’in kalbini genişletti ve hakkı gördü,’ dedi.” ( Buhari, Zekat, 1, İ’tisam, 1; Müslim, İman, 8, Hadis No: 32; Ebu Davud, Zekat, 1.) Hz. Ebubekir’in bu kararı Tevbe suresinin 5. ayetine dayanarak verdiği söylenmekle beraber ( bkz. İbn Kesir, Tefsir, 2/ 337) kendisi, Hz. Ömer'e verdiği cevapta böyle bir gerekçe ileri sürmemiştir. Dolayısıyla onun bu kararı kendi içtihadıyla aldığı anlaşılmaktadır, (bkz. Ahmet Keleş, “...Savaşmakla Emrolundum’ Hadisi Örneğinde Hadislerin Tasnifi Problemi", ( ya­yınlanmamış makale),15.

98. Muhyiddin en-Nevevî, el-Minhac Şerhu Sahih-i Müslim b. el-Haccac, 1/ 206. ( 1-18, Beyrut 1392); İbn Hacer ei-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahih’il-Buhari, 12/289-290, ( 1-13, Kahire 1407).

99. bkz. Bünyamin Erul, Sahabe’nin Sünnet Anlayışı, s.396-397; Ahmet Keleş, A.g.m., s.22-23.

100. Keleş, Ahmet, A.g.m., s.22-23.

101. 88/Gâşiye, 21-22.

102. Müslim, İman, 8, Hadis No: 35 ( 1/53); Tirmizi, Tefsiru’l-Kur'an, 77 ( 5/439).

103. bkz. Ebu Davud, Cihad, 82, (3/ 83-84) Sayın Ahmet Keleş de yukarıda zikredilen makalesinde bu kanaata vurgu yapmaktadır. ( bkz., A.g.m., 24)

104. Erul, Bünyamin, “Bir ‘Alan Taraması’nın Panoraması”, Islamiyât, Ankara 2000, c.3, sayı: 1, s. 181.

105. bkz. Ziya Şükün, Farsça-Türkçe Lügat, MEB yayınları, İst. 1984, 3/ 675. Arapça sözlüklerde “c-z-y” maddesi altında yer verilen “cizye” kelimesinin, Farsça “gezid" kelimesinin muarrebi olduğu belirtilmektedir. bkz. Şükün, a.g.e., 3/1675.

106. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, İstanbul 1989, s.133.

107. Cizye hakkında geniş bilgi için bkz. Mehmet Erkal, DİA 8/ 42-45.

108. Bu doğrultuda bir görüş için bkz. İbn Kesir, Tefsir, 2/ 348.

109. Aynı yer.

110. Ateş, Tefsir, 4/ 67. Şurûtu’l-Ömeriyye veya ahidname-i Ömer olarak bilinen bu mektubun asılsız olduğu hakkında bkz. Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, 177-181; Ahmet Özel, “Gayri Müslim", DİA 13/ 426.

111. Güner, Osman, Resulullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Ankara 1997, s.270; Ahmet Özel, “Gayri Müslim”, DİA 13/ 420.

112. Güner, Aynı yer. Krş. Serahsi, Mebsut, X/119.

113. 16/ Nahl, 125.

114. 3/ Âl-i Imran, 159.

115. 22/ Hacc, 39.

116. Hz. Muhammed’in Kureyş Kervanı’nı, Mekke'den hicret etmek zorunda kalan ve bütün mallan Kureyş müşriklerinin eline geçen Müslümanların mağduriyetini gidermek amacıyla ele geçirmek istediği düşünülebilir.

117. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara-2003, 158.

118. a.g.e., 150. Ayrıca bkz. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, (trc. Nazire Erinç Yurter), s.12-13.

119. Geniş bilgi için bkz. Sarıçam, a.g.e., s.149-150.

120. 110/Nasr, 1-3.

121. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Ankara 2003, 1/ 206-210. Vesikanın değerlendirilmesi ve Yahudilerle ilgili maddelerinin tahlili için bkz. Osman Güner, a.g.e., s.248-265.

122. Hatiboğlu, Mehmet S., “Hoşgörü Açısından Müslümanlar ve Ehl-i Kitap”, a.g.e., s. 189.

123. 3/ Âl-i Imran, 64.

124. Sarıçam, a.g.e., s.221-222.

125. Önkal, Ahmed, “Beytu I- Midras", DİA, 6/95, İstanbul 1992.

126. 8/ Enfal, 58.

127. Taberi, Camiu’l-Beyan, 6/ 275 vd.( 1-30, Beyrut 1405).

128. Tevrat’ın ilgili hükümleri şöyledir: “ Bir şehre cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışıklığa çağıracaksın... Ve eğer seninle musalaha etmeyip cenk etmek isterse, o zaman onu muhasara edeceksin; ve Allahın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erke­ğini kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları ve çocuklan ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin ve Allah’ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin." ( Tesniye, 10,12-14, Kitab-ı Mukaddes, İstanbul 1981,197)

129. Sarıçam, a.g.e., s.235-236.

130. bkz. İbn Hişam, es-Sire, 1/260-261.

131. Sarıçam, a.g.e., Krş., Vakıdi, Megazi, 2/ 757-758. Beyrut 1966,

132. Sarıçam, a.g.e., 247.

133. Mübâhale, dinî bir konunun karşılıklı konuşmak suretiyle halledilmesine imkân bulunmadığı takdirde, meseleyi çözümlemek için her iki tarafın, batıl ve haksız olanın İlahî lanete uğraması yolunda Allaha dua ve niyazda bulunmalarıdır. M. Fayda, İslamiyetin Güney Arabis- tana Yayılışı, Ankara 1982, s.32.

134. Sarıçam, a.g.e., s.245-246. Necran Heyetinin Hz. Peygamber’i ziyareti ile ilgili geniş bilgi için bkz. Mustafa Fayda, İslamiyetin Güney Arabistana Yayılışı, s.23-34.

135. Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac. Kahire 1397, s.78. Hz. Peygamber’in Necranlılara gönderdiği diğer mektuplar için bkz. Hamidullah, Vesaik, 174 vd.

136. Hamidullah, Vesaik, s.209.

137. Geniş bilgi için bkz. M. Akif Aydın, “Din”, DİA, 9/ 325-326, İstanbul 1994.

138. Ebu Yusuf, Haraç, s.130; Hamidullah, Vesaik, s.523-525.

139. Bu doğrultuda yapılan onlarca anlaşma metinleri ve talimatlar içinbkz. Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye.

 140. Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s.206.

 141. Buhari, Cizye, s.18.

 142. Ateş, Tefsir, 9/384.

 143. Buhari, Enbiya, 35.

 144. Ebu Yusuf, Haraç, s.77-78; İbn Hişam, es-Sire, 4/179; Hamidullah, Vesaik, s.209.

 145. Hamidullah, Vesaik, s. 213.

146. İbn Hişam, es-Sire, 4/175; Taberi, Tarih, 2/191.

 147. Buhari, el-Cizye ve’l-Muvadaa, 5.

 148. Ebu Davud, Haraç, 33.

 149. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982, 1-6, 3/ 403.

150. Hz. Peygamber’in savaş politikası ve yaptığı savaşların sebep ve amaçları için bkz. Osman Güner, Resulullah’ın Ehl-i Kitapla Münasebetleri. s.289-307.

151. Bu yanlış anlayışın erken devirden bazı örnekleri için bkz. MehmetOkuyan-Mustafa Öztürk, A.g.m., İslam ve Öteki, s. 187-188.

152. Taberi, Tarih, 2/246.

153. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer, s. 128-129

154. Taberi, Tarih, 2/319; Hamidullah, Vesaik, s.382-383.

155. Taberi. Tarih, 2/331.

156. Hamidullah, Vesaik, s.387.

157. Fayda, Hz. Ömer, s. 166 ve oradaki kaynaklar.

158. Hamidullah, Vesaik, s.457; M. Fayda, Hz. Ömer, s. 138.

159. Hamidullah, Vesaik., s.458; M. Fayda, Hz. Ömer, s.139.

160. Fayda, Hz. Ömer, s. 141.

161. a.g.e., s.142.

162. bkz. Ebu Yusuf, Haraç, s.149-151.

163. Fayda, Hz. Ömer, s. 142.

164. Kaynaklar için bkz. Aynı yer.

165. bkz. Ebu Yusuf, Haraç, s. 149.

166. Levent Öztürk, İslam Toplumunda Hristiyanlar, İstanbul 1998, s.55;

167. Ayrıca bkz. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, 2/ 920.

168. Fayda, Hz. Ömer, s.145-146.

169. a.g.e., s.150.

170. Bu bağlamda, bazı istisnalar dışında, bugün Avrupa'da hâlâ geçerli olan minare yapma ve mikrofonla dışarıya ezan okuma yasağını hatırlamak gerekir.

171. Taberi, Tarih, 2/538.

172. a.g.e., 2/ 539-540.

173. a.g.e., 2/ 540; Hamidullah, Vesaik, 456-457.

174. Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, s. 136.

175. a.g.e., s.135.

176. Ebu Yusuf, a.g.e., s. 135; Abdürrezzak, Musannaf, 11/ 109.

176. Serahsî, Mebsut, 5/ 39

177. Ebu Yusuf, Haraç, s.142.

178. Ahmet Özel, “Gayri Müslim“, DİA, 13/425.

179. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkamu Ehli’z-Zimme, Beyrut 1997,1-3, 2/ 818.

180. Abdürrezzak, Musannaf, 7/ 478-479.

181. 22/ Hacc, 40.

182. Taberi. Camiu’l-Beyan, 17/175.

183. Öztürk, Levent, a.g.e., s.102-103.

184. Öztürk, Levent, İslam Toplumunda Hristiyanlar, s. 109.

185. a.g.e., 115. Başta kiliseler olmak üzere diğer dinlere ait mabetlerin, Hz. Muhammed döneminden başlayarak Haçlı Seferleri sonuna kadarki seyri hakkında geniş bilgi için bkz. a.g.e., s.102-146.

Kaynak: İSLÂMÎ ARAŞTIRMALAR DERGİSİ, CİLT: 18. SAYI: 3, 2005, Sayfa: 275-293, ISSN 1300-0373. TEK-DAV

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer