Ana Sayfa  /  DÜNYA VE İSLAM  /  Hindistan'da İngiliz Hakimiyeti ve Ulemanın Tavrı / Azmi ÖZCAN
  • Facebook da Paylaş
Hindistan'da İngiliz Hakimiyeti ve Ulemanın Tavrı / Azmi ÖZCAN
  • 07-12-2014
  • 0 yorum
  • 5672 okunma
Hindistan’da ulemânın İngiliz hâkimiyetine tavrında belirleyici olan hususlardan biri de hiç şüphesiz İngiliz-Osmanlı ilişkilerinin mâhiyetidir. Bu durum söz konusu ilişkilerin giderek soğuklaşmaya başladığı 93 Harbi sonrasındaki dönemde Hindistan ulemâsını zaman zaman müşkil vaziyette bırakmıştır.

Hindistan İslâm’la, 711 ’de Emevi komutanı Muhammed b. Kasım’ın Sind fethiyle tanıştı. Ardından Abbasiler dö­neminde bağımsız Türk sultanlıklarının seferlerini gördü. 1206’da ilk Müslüman Türk devleti Delhi Sultanlığı kuruldu. Bu devlet değişik hanedanlar idaresi altında 1526’ya kadar devam etti ve bu tarihte ye­rini Babürlü Hint-Türk İmparatorluğu’na bıraktı. İngilizler Hindis­tan’a ilk olarak, mahallî idarecilerin izniyle ticaret amaçlı olarak girdi­ler ve zamanla varlıklarını güçlendirdiler. Babürlü Sultanı Evrengzîb’in (1658-1707) ölümünden sonra yaşanan taht kavgaları ve istik­rarsızlıklardan faydalanarak yavaş yavaş topraklarını genişleten İngilizler, nihayet 1857’de Hintlilerin tecrübe ettikleri başarısız bir ayaklan­manın ardından devlet olarak Hindistan’a tamamen hâkim oldular.

Bu durum, tarihlerinde ilk defa bir bütün olarak gayrimüslim idare­si ile karşılaşan Hindistan Müslümanlarının hayatlarında pek çok deği­şikliklere kapı açtı: Yüzyıllardır ülkenin hâkimi olarak yaşaya geldikleri bir coğrafyada mahkum durumuna düşmenin ne gibi farklılıkları ola­caktı? Dinî inançlarının bu yeni durumla ilgili kendilerine yüklediği herhangi bir sorumluluk var mıydı? İngiliz hâkimiyetine karşı nasıl bir tavır takınmaları gerekliydi? Bu ve benzeri sorular zihinleri en çok meşgul eden sorulardı ve tabiatıyla en çok, toplum ile alakalı sorumlu­lukları dikkate alındığında ulemâyı ilgilendiriyordu. Zira ulemâ, Hin­distan gibi geniş topraklar üzerine kurulu bir ülkede hiçbir zaman nü­fusun yarısından fazlasını oluşturamamış Müslümanların, farklı inanç mensupları arasında kendi kültür ve geleneklerini muhafaza edebilme­lerinde merkezî bir konumda bulunuyor ve medrese ve dergâhlarda yürüttükleri eğitim ve terbiye faaliyetleri ile bu rekabet ortamında toplumlarının ihtiyacı olan manevî destek ve güveni sağlıyorlardı.

Hindistan’da Babürlü hâkimiyetinin zaafa düşmesiyle beraber gele­neksel ilmî ve idarî konumunun yanı sıra giderek kaçınılmaz olarak si­yasî bir rol de üstlenmeye başlayan ulemâ, esasen 1857’den çok önceleri, ülkede yayılmakta olan İngiliz varlığından ve İngilizlerin destek­lediği Hıristiyan misyoner faaliyetlerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmekteydi. İngilizlerin hâkim oldukları yerlerde halkın alıştığı ge­leneksel İslâm hukuku uygulamalarının yerine özellikle cezaî ve idarî alanda kendi hukuk sitemlerine dayalı yeni esaslar getirmeleri bu rahat­sızlıkları daha da yaygınlaştırdı. Son olarak Müslümanların giderek sosyal, idarî, ekonomik ve siyasî imtiyazlarını kaybetmelerinin geniş boyutlu sarsıntılara sebep olması kaçınılmazdı. Tabiatıyla bu gelişme­ler kendi tepkilerini de doğurmakta gecikmedi. Böylece Hindistan’ın muhtelif bölgelerinde Müslümanlar arasında dinî-siyasî muhtevalı ha­reketler de gelişmeye başladı.1

Hindistan’ın en etkili dinî eğitim ve düşünce geleneği Delhi Okulu’nun XIX. yüzyıl başlarında açıkladığı bir fetva bu alandaki gelişme­lerin başlangıcını teşkil etmektedir ve ülkede İngiliz varlığına karşı du­yulan rahatsızlığı dile getiren bütün çevreler bu başlangıçtan doğru­dan etkilenmişlerdir. Şah Veliyyullah Dehlevî’nin (1703-1762) oğlu ve halefi Şah Abdülaziz’in (1746-1824) “Mevcut şartlar altında Hindis­tan’ın şer‘î olarak durumu nedir?” şeklindeki bir soruya verdiği cevap, bu dönemde İngiliz varlığının nasıl değerlendirildiğini açıkça ortaya koymaktadır:

“Bu şehirde (Delhi) Müslümanların emîrinin hâkimiyeti kalmamıştır. Buna mukâbil Hıristiyan idarecilerin kanunları korkusuzca tatbik edil­mektedir. (...) İdarî meselelerde, asayişte (...) her çeşit vergilerde, soy­guncuların ve hırsızların cezalandırılmalarında, anlaşmazlıkların çö­zümlenmesinde ve suçluların cezalandırılmasında bu küfür kanunları­nın yaygınlaşması, kâfirlerin kendi isteklerine göre hareket edebildikle­rini gösterir. Bunların yanında Cuma ve Bayram namazları, ezan ve kurban gibi onların müdahale etmedikleri birtakım dinî ibadetler de serbestçe yapılabilmektedir. Ancak bu önemli bir husus değildir. Zira bu ibadetlerin temel esasları onlar için bir şey ifade etmez. İstedikleri zaman camileri tahrip edebilmekte ve onlardan izinsiz hiçbir Müslü­man ve zimmî bu şehrin sınırları içerisine girememektedir. (...) Bura­dan Kalküta’ya kadar her yer onların denetimi altındadır.”2

Şah Abdülaziz’in bu görüşü her ne kadar Hindistan hakkında doğ­rudan bir hüküm vermese de, büyük oranda dâru'l-harbkavramını îmâ etmektedir.3 Fetvada ayrıca bu şartlarda Müslümanların sorumlu­lukları hakkında da herhangi bir şey söylenmemektedir. Yani Şah Abdülaziz bir durum tespitinde bulunmuş ve ancak bu başlangıç, Hin­distan’da o kadar tesirli olmuştur ki, ilerleyen yıllarda İngilizlere kar­şı girişilen cihad hareketlerinin neredeyse tamamı kendilerini Şah Abdülaziz’in bu görüşleri ile irtibatlandırarak meşruiyetlerini temellendirmeye çalışmışlardır. Bunlar arasında en çok tebârüz edenler Hacı Şeriatullah’ın (1781-1831) “Feraiziyye Hareketi” ve Seyyid Ahmed Birelvî’nin (1786-1831) “Cihad Hareketi”dir.

Seyyid Ahmed Birelvî bir ara Şah Abdülaziz’in rahle-i tedrisinden de geçtiği için aralarındaki bağ daha açıktır. Birelvî daha sonra, 1821- 1822’de Mekke’de bulunmuş, böylece İslâm dünyasındaki diğer geliş­melerden de haberdar olarak Hindistan’a dönmüş ve kendi hareketini oluşturmaya başlamıştır. Her ne kadar tasavvuf geleneğinden geliyor olsa da dinî anlayış itibariyle ihyâcı bir yaklaşıma sahiptir. Bu çerçeve­de Hindistan’daki tasavvuf adı ile anılan birtakım uygulamaları tenkit ederek kendi yollarının “Tarîkat-ı Muhammediyye” olduğunu, yani Hz Peygamber’in usûlünü takip ettiklerini ifade etmiştir. Müridleri ve taraftarlarınca bir müceddid olarak kabul edilen Birelvî, kendi dönemi­nin Hindistan’ını değerlendirirken çok geniş bir çerçeve çizmiştir:

“Müstebid bir sultan, Allah’tan korkmayan ve nefsinin arzularını ön plana çıkartarak şeriata ve ananelere riâyet etmeksizin hayâsızca istediği gibi hareket eden kimsedir. Böyle kimselerin idaresi de istibdattır. İstibdat iki türlü olabilir; bunlardan biri İslâm’a ve şeriata tamamen mu­halifken, diğeri mesela cami yaptırmak gibi işlerle, şeriata uyduğunu iddia edebilir. Halbuki şeriatı uygulamak başka şeydir, şeriate uygun iş­ler yapmak başka şeylerdir. Bu doğrultuda bir ülkenin gayrimüslimler tarafından idare edilmesi bir tarafa, yöneticiler ismen Müslüman adını taşısalar bile bunların bütün uygulamaları kasıtlı olarak İslâm dışı olsa bu durumda münafık, zındık hatta kâfir olmuşlardır. Bunlara karşı cihad etmek İslâm’ın temel prensibidir. Bunların hükümeti de kesinlikle şer‘î değildir.4

Hindistan’a gelince Hindistan esas itibariyle dâru'l-harb olmamakla birlikte “zamanımızın emîrleri Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen kâfirlere boyun eğmeyi kabul etmişlerdir ki, bu da bir dâru'l- İslâmı dâru'l-harbe dönüştürür. Yerli ve yabancı kâfirler Hindistan’ı ele geçirdikleri için Müslümanlar bu memleketi bunlardan kurtarmak zorundadırlar.” 5

Seyyid Ahmed Birelvî bu görüşlerini aynı zamanda fiilen de tatbik etme çabası içinde oldu. Kendi ifadesiyle önce Hz. Peygamber’in usû­lüne uygun olarak cihad yapabilmek için mutlaka bir dâru’l-İslâma. hicretin gereği üzerinde durarak Afganistan sınırındaki Serhad bölge­sine yerleşti. Bunun sebebini kendisi şöyle açıklamaktadır:

“Hindistan’da iken Müslümanları teşkilatlandırabilecek bir yer aradım, fakat binlerce millik geniş topraklarda hicret edebilecek bir yer bulama­dım. Birçokları bana Hindistan topraklarında kalmamı ve cihadı bura­dan teşkilatlandırmamı, böylece daha kolay yardım ve destek sağlaya­bileceklerini söylediler. Ancak cihad, sünnete uygun olmak mecburiye­tinde olduğu için bunu kabul etmek mümkün değildi. Aksi halde bi­zim yaptığımız bir cihaddan ziyâde basit bir isyan olarak kalırdı.”6

Seyyid Ahmed İngilizlerle bir çatışmaya girmeden evvel ilk olarak Kuzey Hindistan’da İslâm’ı ifsad ediciler olarak nitelediği Sihlerle mü­cadeleyi gerekli gördü ve cephede savaşırken hayatını bu yolda feda et­ti (1831).7

Aynı dönemde Bengal’de ortaya çıkan Ferâiziyye hareketinin lideri Hacı Şeriatullah da, 1799-1818 yıllarında Mekke’de bulunmuş ve Hi­caz’da cârî bulunan Vehhâbîlik’ten etkilenmiştir. İslâm’daki farzlar üzerindeki hassasiyetinden dolayı “Ferâiziyye” adıyla anılan bu hare­ket, bir yandan gelenekler ve hurâfelerden arındırılmış “Saf İslâm” çağrısı yaparken, diğer yandan, Hindistan’da Cuma ve Bayram na­mazlarının edâ şartlarının artık bulunmadığını belirterek bir bakıma Hindistan’ın dâru'l-harb olduğunu ileri sürmüştür. Ancak Hacı Şeriatullah, ellerindeki imkânlarla cihad yapabilecek durumda olmadıkla­rı gerekçesiyle daha çok eğitim, sosyal ve iktisadî meseleler üzerinde durmuş, bu alanlarda Müslümanların durumunun düzeltilmesi için çaba harcamıştır. Ferâiziyye hareketi Hacı Şeriatullah’ın vefatının ar­dından oğlu Dudu Miyan önderliğinde daha radikal tavırlar içerisine girmiştir.8

Hindistan’da XIX. yüzyılın ilk yarısında görülen bu ve benzeri hare­ketler bir taraftan İngilizlerin Müslümanlara yönelik menfî kanaatle­rinde müessir olurken, diğer taraftan da Müslümanlar arasında büyük itibar kazanmışlardı. 1857’de Büyük Hint Ayaklanması başladığında9 Müslüman ulemânın büyük çoğunluğu artık cihad şartlarının olgun­laştığı ve İngilizlere karşı mücadelenin farz olduğu şeklinde görüş açık­lamışlardı. İngilizlerin ilk zamanlarda yaşadıkları sıkıntılara rağmen bir müddet sonra duruma hâkim olmalarının ardından, olayların sorum­luluğu öncelikle ulemânın üzerine yüklenerek geniş çaplı sindirme ve tutuklama faaliyetleri başladı.10 Bu durum karşısında bir kısım Müslü­man ulemâ ülke dışına, özellikle de Hicaz’a kaçarak kurtulmaya çalışırken, bir kısmı da sessiz kalıp saklanmak zorunda kaldılar.11

Böylece Hindistan Müslüman toplumu son derece sıkıntılı geçecek bir döneme ulemânın önderliği ve rehberliğinden mahrum olarak gir­mek durumunda kalıyordu. Yine genel olarak ayaklanmadan Müslü­manların sorumlu tutulması sonucunda İngilizlerin Müslüman toplu­ma yönelik politikaları çok geçmeden neticelerini verdi; bir zamanlar ülkenin hâkimi durumunda bulunan Müslümanlar sosyal, iktisadı ve eğitim gibi alanlarda büyük zorluklarla karşılaştılar. Bu şartlarda zaten umutsuz ve bezgin durumda kalan Müslüman toplumun, içinde bu­lundukları yeni durumda dinî açıdan nasıl bir tavır takınmaları gerek­tiği ve ne gibi mesuliyet taşıdıkları gibi hususlarda bilgilenmek için müracaat ettikleri mercilerden birisi de Mekke ulemâsı olmuştur. Baş­bakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan 1883 tarihli bir belge açıkça bu durumu işaret etmektedir:

“Hindistan’ın büyük şehirlerinden başka bazı köy ve kasabalarında nâm-ı cenâb-ı Hilâfet-penâhîleri olarak hutbe kıraatıyla salât-ı Cuma edâsı için bundan yirmi sene evvel Mekke-i Mükerreme’den bir fetva ikta olunmuş ve mûcebince amel olunagelmekte iken mısr[bağımsız bir sultan tarafından tayin edilen idarecinin bulunduğu belde] hük­münde olmayan köy ve kasabalarda Cuma namazının câiz olmadığına dair bundan altı sene evvel diğer bir fetva verilmiş olmakla, bu iki fetvadan hangisiyle amel edileceği tekrar Mekke ulemâsından sorulmuş ve ulemânın çoğunluğu birinci fetvanın doğruluğuna işaret etmiştir.”12

Belgeden anlaşıldığına göre, Mekke ulemâsından alınan ilk fetva bir­kaç senede bir tekrar tasdîk ettirilegelmektedir. Hindistan kaynakları da bu vâkıayı doğrulamakta ve konu ile ilgili olarak Mekke’deki Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî imamlarına atıfta bulunmaktadır. Buna göre, mezkûr imamlara 1866’da, “Hıristiyan hâkimiyetinde bulunan Hindistan’da eğer idareciler Müslümanların ibadetlerine karışmıyorlarsa, fakat mese­la miras hukuku gibi bazı meselelerde şeriatın aksine hükmediyorlarsa, burasının dinî hükmü ne olur?” gibi bir soru ile müracaat edilmiştir. Hanefî imamı Şeyh Ömer ile Şâfiî imamı Ahmed b. Zeynî’nin cevabı, “İslâm’ın bir kısım temel ibadetleri uygulandığı sürece orası dâru’l-İs- lâmhükmündedir” şeklinde olmuştur. Mâlikî imam Hüseyin b. İbra­him ise “Desûkî’ye göre bir dâru’l-İslâmkâfirlerin eline geçer geçmez dâru’l-harbolmaz. Dâru’l-harbolması için şeriatın bütün veya çoğu hükümlerinin uygulanamaz hâle gelmesi gerekir” şeklinde bir cevap göndermiştir.13

Mekke’den gelen bu çeşit fetvaların, en azından bir kısım Müslü­manları rahatlattığı ortadadır. Ancak dikkat edilirse Mekke ulemâsı Hindistan’ın bir dâru’l-İslâm olduğunu belirtmekte, fakat yöneticile­rinin Hıristiyan olması gerçeği karşısında Müslümanların bu durumu değiştirmek için cihad ile mükellef olup olmadıkları hususunda bir görüş ortaya koymamaktadırlar. Bu durum Mekke ulemâsının bilerek kaçındıkları bir nokta olsa gerektir. Evvela, başka bir devletin (Os­manlı) tebaasından olan Mekke ulemâsının böyle bir görüş belirtmelerinin mevcut şartlarda siyasî riskleri söz konusudur. Zira Müslümanlar her hâlükârda emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker ile mükellef bulundukları için memleketleri hukuken dâru’l-İslâm bile olsa fiiliyat­taki gayr-i İslâmî uygulamaları ıslah veya buna gayret ile mükelleftir­ler. Hindistan’da ise birinci mesele, idareyi İngilizlerin elinden almak olmalıdır ki, buna dair bir ifade söz konusu olmamıştır.

Ancak ulemânın ne sebeple olursa olsun değinmediği bu husus, İngilizlerin meçhulu değildir. Bu sebeple Hindistan’daki hâkimiyetleri­ne en büyük tehdidin Müslümanlardan geleceği yönünde yerleşmiş bir kanaate sahip olan İngilizlerin bu kanaate ulaşmalarında, Hindis­tan’daki başka din mensuplarının en azından dinî inanç kaynaklı bir direnişlerinin söz konusu olmaması da dikkat çekmektedir. 1857 Ayaklanması sonrasındaki mahkeme tutanaklarına geçen iddianame­deki “Soruşturmalar neticesinde ortaya çıkan değişik şartlar ve gerçekleri dikkate alırsak Ayaklanma ile ilgili bütün hususlarda daima Müslümanların tebârüz ettiğini görürüz. (...) Hinduizm diyebilirim ki hiçbir yerde temsil veya tebârüz ettirilmedi” ifadeleri İngilizlerin Müslümanlara yönelik kanaatlerini açıkça sergilemektedir. Bu durum XIX. yüzyılın ikinci yarısında da devam etmiş, özellikle 1864-1870 arasında Afganistan sınırında İngilizlere karış Seyyid Ahmed Birelvî çizgisinde mücadeleye devam eden “mücahitlerin” sindirilmesinden sonra “Vehhâbî davası” olarak bilinen mahkemeler sırasında da sık sık vurgulanmıştır. Kısacası İngiliz resmî makamlarına göre “Müslüman­ların, inandıkları dinin tabiatı gereği İngilizlere karşı uysal olmaları mümkün değildir.” Zira İslâm hukukuna göre Hindistan dâru’l-harb-dir ve bu durumda cihad ile mükellef bulundukları için Müslümanlar devamlı kontrol altında bulundurulmalı ve kendilerine karşı daima te­yakkuz hâlinde bulunulmalıdır.

Buna mukâbil bir kısım Müslüman ulemânın, mevcut şartlar içinde Müslümanların Hindistan’da varlıklarını devam ettirebilmelerinin an­cak İngilizlerin güvenini kazanmakla mümkün olabileceği gerekçesiy­le, içinde bulundukları durumu daha farklı yorumlamaya çalıştıkları görülmektedir. Bu yaklaşıma göre İngilizler halkın dinî inançlarını ser­bestçe yaşamasına müdahale etmedikleri ve Müslümanlar İngiliz idare­si altında barış ve güvenlik içerisinde bulundukları için onlara karşı bir cihad câiz değildir. Kalküta Müslümanları Cemiyeti çatısı altından top­lanan bir kısım Müslüman ulemâ ile Kuzey Hindistan’daki bazı âlim­ler bu tür görüşlerin temsilciliğini yapanlar arasındadırlar. Konunun tartışılıp değerlendirilmesi için tertip edilen bir toplantıda her iki gru­ba da yöneltilen şu soru bu âlimler tarafından açık bir şekilde cevap­landırılmıştır:

“Daha önce Müslüman bir sultan tarafından idare edilen fakat şimdi Hıristiyanların hâkim bulunduğu bir ülkede, Hindistan’da, eğer Hıris­tiyan idareciler mesela namaz, oruç, zekat gibi birtakım farzların yeri­ne getirilmesine müdahale etmedikleri gibi, tıpkı bir Müslüman idare­ci gibi can ve mal emniyeti sağlıyorlarsa, bunun yanında Müslümanla­rın cihad için hiçbir imkânları olmadığı hâlde Hıristiyanlar her açıdan kuvvetli iseler ve bu durumda girişilecek bir cihadın akıbeti hezimet olacaksa, cihad câiz midir?”

Kuzey Hindistan ulemâsına göre, “bu durumda Müslümanlar Hıristiyanlar tarafından korundukları için güvenliğin olduğu yerde cihad câiz değildir. Zira cihad için can ve mal emniyetinin ortadan kalkması şarttır ve bu şart Hindistan’da oluşmamıştır. Kaldı ki cihad için Müs­lümanlar açısından bir zafer ihtimali bulunmalıdır. Eğer bu ihtimal mevcut değilse cihad câiz değildir.”14 Kalküta ulemâsı ise cihad hak­kında benzer mülâhazalara sahip olmakla birlikte esasen Hindistan’ın dâru’l-harbolmadığı kanaatini ifade etmiştir.

Ulemânın sözkonusu toplantıda bu kanaatlerini ifade ederken orta­ya koyduğu gerekçeler arasında garip kıyaslar da dikkat çekmektedir. Mesela Mevlânâ Kerâmet Ali Cavnpûrî’ye (ö. 1873)15 göre Hanefî mezhebine göre Hindistan’ın dâru’l-harbolması için gereken şartlar Hindistan’da tahakkuk etmemiştir. Kaldı ki, Müslümanlar burada iba­detlerini serbestçe yapabilmektedirler ve bu durum cihadın gerekliliği­ni ortadan kaldırmaktadır. Aynı gerekçeleri paylaşan Mevlânâ Fazlı Ali’nin ilave ettiği bir başka husus ise daha da ilginçtir. Eğer Hindistan dâru’l-harbolsaydı Müslümanların Hindistan’da kalmayıp en yakın dâru’l-İslâmahicret etmeleri gerekirdi. Fakat ülkede İngiliz hâkimiye­tinin tesisinden bu yana bırakınız Müslüman halkı, yüzlerce ulemâ burada yaşamaya devam etmektedirler. Demek ki ekser ulemâya göre Hindistan dâru'l-harb değildir. Aynı şekilde Cuma ve Bayram namaz­larının da edâ edilegelmekte olması, ülkenin dâru’l-İslâm olduğunun bir başka göstergesidir. Bütün bunlardan daha da mühimi, yeryüzün- deki en büyük Müslüman sultan ve “Hâdimü’l-Haremeyn” olan Os­manlı padişahı ile İngilizler arasında bir dostluk söz konusudur. Nitekim Kırım savaşında İngilizler halifeye yardım etmişler ve Müslümanlara dost olduklarını göstermişlerdir. Gerçi bu durum Hindistan’ın dâru’l-İslâm olduğu hususunda doğrudan bir delil olamazdı, ama her hâlükârda İngilizlere karşı cihadın câiz olmadığını göstermeye yeterlidir. Zira Osmanlı sultanının dostuna karşı cihad câiz olamaz. Top­lantıyı düzenleyen cemiyetin genel sekreteri Nevvâb Abdül Latif16 bu kıyaslamayı ilave bilgilerle zenginleştirerek Osmanlı sultanının da İngilizlere karşı aynı dostluk hisleriyle dolu olduğunu, daha önce hiçbir padişahın ülke dışına çıkması söz konusu olmamışken, bundan birkaç sene evvel Sultan Abdülaziz’in İngiltere’yi ziyaret ettiğini, bu duru­mun da dostluğu pekiştirdiğini belirtmiştir. Aynı şekilde İngilizler Afganistan’a da yardıma hazırdılar ve İngiliz desteği olmasa Afganistan bağımsızlığının yitirebilirdi. Bu durumda her zaman Müslümanlara yardıma hazır olan bir ülkeye karşı cihad câiz olabilir miydi?

Toplantının bu çerçevede cereyan eden görüşmeleri bir sonuç bildi­risi ile tespit edilerek yayınlanmıştır.17 Bütün müzâkerelerde, mevcut durum ve şartlarda Hindistan’da İngilizlere karşı bir direniş için ge­rekli şartların oluşmamış olmasının ifadesi bir yana, cihadın câiz olma­masının da belirtilmesi açıkça, mevcut şartların belki de kaçınılmaz olarak meşrûlaştırılmasını gündeme getirmiştir. Muhtemelen Müslü­man toplum özellikle 1857 olaylarının sorumluluğunu da yüklenerek kısa zamanda büyük sıkıntılar içerisine düşünce, aksi bir tavrın Müslümanları daha da kötü şartlara sürükleyeceği endişesi genel olarak hâ­kim gözükmektedir. Ancak bu fiilî durumun İngiliz yöneticileri pek tatmin etmediği veya en azından Müslümanlarla ilgili kuşkularını gidermediği, bu toplantıyı izleyen günlerde net bir şekilde ortaya çık­makta gecikmemiştir. Bu meseleyi derinliğine araştırarak Müslümanların görünürdeki sadakat ilanlarının ne derece samimi olduğunu orta­ya koymak için İngiliz Hindistan hükümeti görevlisi W. William Hunter’ın yaptığı çalışmanın sonuçları The Indian Musulmans: Are Indian Musulmans Bound by Religion to Rebel Against the Queen? (Müslümanlar Dinen Kraliçe’ye İsyan Etmek Mecburiyetinde midirler ?)başlı­ğıyla yayınlandı. Tam bu sıralarda Kalküta’da İngiliz yüksek mahkeme­si hakiminin bir Müslüman tarafından öldürülmesi, hem Müslümanlara yönelik endişeleri tekrar gündeme taşıdı, hem de Hunter’ın bulgularını daha da önemli hale getirdi. Hunter bir kısım Müslüman ulema­nın Hindistan’ın dâru’l-harb,dolayısıyla cihadın meşrû olmadığı yö­nündeki görüşlerini açıkça eleştirerek bunun gerçeği yansıtmadığını iddia ediyordu:

“Gerçek şu ki, İslam fıkhına göre aksi görüş doğrudur. Esasen Mekke uleması da mezkûr fetvayı verirken bunu çok iyi bilmektedir. Bir taraf­tan Hindistan’ın dâru’l-İslâmolduğunu söylemekte, sonra da mantıkî olarak yapılması gerekenleri kasıtlı olarak Müslümanların anlayışlarına bırakmaktadırlar. Yani Müslümanlar ülkelerini ele geçirip inançlarına şu veya bu şekilde müdahale eden kafirlere karşı savaş veya başka yollarla mücadele etmek zorundadırlar. Kuzey Hindistan uleması ise bir taraftan Hindistan’ın dâru’l-harbolduğunu ikrar ederken bunun tabiî so­nucu olan cihadı caiz görmeyerek kendi içlerinde bir çelişkiye düşmüş­lerdir. Ayrıca Kalküta uleması kanaatlerini açıklarken önemle üzerinde durdukları dinî hürriyet meselesini yanlış yorumlamaktadırlar. Zira İngiliz yönetimi altındaki Müslümanların din hürriyeti bir Müslüman emîr altında olduğundan çok farklı ve kısıtlıdır. Her şeyden önce yeni şartlardaki bu hürriyet, tamamen İngiliz yöneticilerin iradelerine bağ­lıdır ve istedikleri zaman bunu kısıtlayabilirler.”

Hunter, bu değerlendirmeden sonra kendi kanaatini şöyle ortaya koymuştur:

“Hindistan, Mekke ulemasının dediği gibi gerçekten bir dâru’l-İslâm olarak kaldıysa Müslümanların büyük kısmı [Ingilizlere] karşı ayaklan­mak zorundadırlar. Yok eğer dâru’l-İslâmkeyfiyeti nazarî ise bu du­rumda da Müslümanlar nazariyatta İslam olan bir beldeyi fiilen de Is- lam kılmak için cihad etmek zorundadırlar. Kısacası her ne şekilde olursa olsun (...) Müslümanların ayaklanması için her gün bir gerekçe mevcuttur.”18

Hunter’ın nihaî kanaatinin, her ne kadar Müslümanların içinde bu­lundukları şartları ve cihad için başarı ihtimalinin bulunması gerektiğianlayışını gözönüne almıyorsa da Mekke ve Hindistan ulemâsının gö­rüşleri ile taban tabana zıtlık arz ettiği ortadadır. Hindistan’ın dâru'l- harb olduğu tespitinde Kuzey Hindistan ulemâsı ile müşterek sonuç­lara ulaşmasına rağmen cihadın gerekliliği hususunda onlardan farklı düşünen Hunter’a göre inançları gereği Müslümanların İngilizlere sadâkatli olmaları mümkün değildir.

Aynı zamanda İngiliz hükümetinin Müslümanlar hakkındaki kana­atleri olarak da değerlendirilebilecek bu yaklaşım, Hindistan’da Hin­du çoğunluk arasında, Müslümanların varlığının korunabilmesinin ancak İngilizlerin güvenini kazanmak ve onlarla iyi ilişkiler kurmakla mümkün olabileceğini düşünen çevrelerde infial ve telaş yaratmakta gecikmemiştir. Çok geçmeden bu çevrelerden Hunter’a reddiyeler ya­yınlanmaya başlamıştır ki, bunlar arasında mesela 1857 olaylarının sonrasında Müslüman toplum içinde en önde gelen isimlerden biri olarak tebârüz eden Seyyid Ahmed Han’ın Review on Dr. Hunter's Indian Musulmandı özellikle bahse değerdir. ilerleyen yıllarda Hin­distan’da Islâm modernizminin en önemli siması olarak sivrilen ve kurduğu Aligarh Muslim University ile Hindistan tarihinde önemli tesirler bırakacak olan Seyyid Ahmed Han’a göre Hindistan’da yaşa­nan tecrübe özel bir durum olup klasik dâru'l-Islâm-dâru'l-harb tas­niflerine uymamaktadır. Eğer dâru'l-İslâm'dan kasıt, bir memleketin Müslümanlar tarafından idare edilmesiyse Hindistan dâru'l-harbdir.

Yok eğer kastedilen şey Müslümanların belli bir anlaşma çerçevesinde ibadet ve dinî vazifelerini serbestçe yapabilmeleri ise Hindistan dâ-ru'l-İslâmdır. Burada asıl önemli olan husus, her iki hâlde de Müslü­manların cihadla mükellef bulunmamalarıdır. Zira Müslümanlar İngi­liz yönetimi altında barış ve huzur içerisinde yaşamaktadırlar:19

“Kur’ân ve sahih hadislerde dâru'l-İslâm-dâru'l-harbkavramları geç­memektedir. Bunlar mezhep imamlarının teknik sebeplerle kullandık­ları kavramlardır. (...) Bir kısım memleketler vardır ki, bunların duru­mu her iki sınıflamaya da uymaz. Yani bunlar ne dâru'l-İslâmne de dâru'l-harbşartlarını taşırlar. Ancak bazı hâllerde böyle olan memle­ketler bir kısım pratik kolaylıkları sebebiyle bu iki sınıftan herhangi birisiyle tanımlanmaktadırlar. (...) Bu açıdan Hanefî fıkhı esasları dikka­te alınırsa Hindistan’a gayrimüslimler hâkim oldukları için dâru'l-harbdenilebilir. Fakat buradaki çıkmaz, Müslümanların can ve mal emniyetlerinin olması ve ibadetlerini serbestçe yapabilmeleridir. Bu durumda Hindistan tam olarak dâru'l-harbdir denilemeyeceği gibi aynı şekilde dâru’l-lslâm olduğu da söylenemez. Ancak kesin olan şu ki, emniyet, güven ve serbestlik söz konusu olduğu için cihad hiçbir şe­kilde câiz değildir. (...) Zira cihad için gerekli olan şartlar Hindistan’da tahakkuk etmemiştir.”20

Seyyid Ahmed Han bu görüşlerini desteklemek için Hz Peygamber’in hayatından örneklemeler de yapmaktadır. Mesela Habeşistan’a hicret, ona göre bu konu açısından önemlidir. O dönemde Mekke’de­ki Müslümanlar için yapılabilecek şeylerden birisi cihad, diğeri hicret­tir. Hz. Peygamber’in Müslümanları Habeşistan’a göndermesi onun Hıristiyan hâkimiyetindeki bir ülkede Müslümanların emân içinde ya­şamalarını uygun bulduğunu göstermektedir. Burada (Habeşistan’da) cihad kesinlikle söz konusu olamazdı. Hindistan’da İngiliz hâkimiyetinde yaşayan Müslümanların durumu da bu hâdiseye benzemektedir.

Benzer yaklaşımlarla meseleyi değerlendiren bir başka tanınmış isim de Çırag Ali’dir (1840-1895). Çırag Ali 1883’te yayımlanan Proposed Political, Legal and Social Reforms in the Ottoman Empire and Other States başlıklı eserinde Kur’ân’ın hükümlerini dinî-ahlâkî ve hukukî olarak iki türde değerlendirmekte ve dinî-ahlâkî hükümlerin değişme­yecek prensipler olduğunu ancak hukukî ilkelerin yaşanan tecrübeler olmaları itibariyle şartlara ve ihtiyaçlara göre değişmek durumunda bulunduklarını savunmaktadır. Bu çerçevede klasik döneme ait kav­ramlar olan dâru’l-lslâm ve dâru’l-harb teorileri de değişmek duru­mundadır. Zira mevcut sınıflama ve bunlarla ilgili şartlar Müslümanla­rın hâkim ve fâtih oldukları dönemlere ait hükümlerdir. Halbuki yeni durumda Hindistan’daki Müslümanlar hâkim değildirler ve bu yeni duruma uygun yeni bir değerlendirme yapılması zarureti vardır. Artık Hindistan ne dâru’l-lslâm ne de dâru’l-harbdir, sadece İngiliz Hindistanı’dır. Burada Müslümanların can, mal ve inanç hürriyetleri bulun­duğu için de belki buraya dâru’l-emân veya dâru’z zimmî demek da­ha uygun olacaktır.21

İngilizlerin güvenini tesis etmek sâikiyle zaman zaman zorlamalara da gidilerek yapılan bu değerlendirmeler şüphesiz burada zikredilen örneklerle sınırlı değirdir. Bu tür yorumlarda fiilî durumdan hareket edilerek bir uzlaşma arayışıyla “yeni yöneticilerin endişelerini izâle etme gayretleri açıkça ortadadır. Buna mukabil 1857 tecrübesinin akabinde İngilizlerle işbirliğini kabul etmeyip, ancak mevcut imkânsızlık­lar içerisinde bir direnişi de mâkul ve mümkün görmeyerek içe kapanmayı, geleneksel din ilimleri tedrîsiyle mensuplarının imanını koruma­yı çare olarak gören çevreler de mevcuttu. Bunlardan Diyobendîler bir bakıma pasif direnişi tercih ederken İngilizlere olan muhalefetleri­ni Osmanlı Devleti ve halife için sergiledikleri destek ile ortaya koymuşlardır.22

Bir diğer dinî eğitim geleneği olan Firengî Mahalliler ise XIX. yüz­yılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin ve hilafetin selâmeti ile Hindistan’ın bağımsızlığı için yoğunlaştıkları siyasî faaliyetleri itibariy­le Hindistan’daki dinî tedrîsat ekolleri içerisinde en önde gelenler ara­sında olmuşlardır.23

Hindistan’da ulemânın İngiliz hâkimiyetine tavrında belirleyici olan hususlardan biri de hiç şüphesiz İngiliz-Osmanlı ilişkilerinin mâhiye­tidir. Bu durum söz konusu ilişkilerin giderek soğuklaşmaya başladığı 93 Harbi sonrasındaki dönemde Hindistan ulemâsını zaman zaman müşkil vaziyette bırakmıştır. Daha önce iki devlet arasındaki görece dostane ilişkilerin, mevcut durumu kabullenmede meşruiyet desteği olarak da kullanılmış olması, bu durumun ortadan kalkmasıyla kendi­sini idarî olarak İngilizlere, dinî olarak da Osmanlı halifesine merbut sayarak şartları kabullenmeye çalışan ulemâyı giderek tercihe zorlasa da, her hâlükârda Osmanlı faktörü ve nihayet hilafet, Hindistan’da münferit isimler dışında her gruptan ulemânın son dönemde belki de üzerinde ittifak ettikleri tek husus olarak tebârüz etmiştir.

Dipnot:

1. Peter Hardy, The Muslims of British India, Cambridge 1972, s. 31, 50; Barbara Metcalf, Islamic Revival in British India, Princeton 1982, s. 46-50.

2. Fetava-yı Azizî,Delhi 1311, c. I, s. 17; İngilizce’ye çev. Muhammad Mujeeb, The Indian Muslims,London 1967, s. 390. Şah Abdülaziz’in XIX. yüzyıl için önemi hakkında bkz. Muhammed Halid Mesud, “Fetava-yı Azi­zî”, DİA, c. XII (İstanbul 1995), s. 440-441.

3. Esas itibariyle teknik bir tanımlama mâhiyetindeki dâru’l-İslâm- dâru’l- harb tartışmaları modern dönemde sömürgecilik sürecinde özellikle şarki­yatçılar tarafından sık sık gündeme taşınarak Müslümanların inanç itibariy­le tehdit oluşturdukları yönündeki kanaatlerin oluşmasına zemin hazırla­mıştır. Bu tartışmaların en yoğun olduğu bölgelerin belki de en başta ge­leni Hindistan’dır. Tabiatıyla Hindistan’da söz konusu olan husus bir dâru’l-lslâmın İngiliz varlığı ile birlikte dâru’l-harbe dönüşüp dönüşmediği meselesidir. Hindistan’da genel anlayış Hanefî mezhebi olduğu için Hane­fî hukukuna göre bir memleketin hangi şartlarda dâru’l-lslâm'dan dâru’l-harbe dönüştüğünü belirtmekte fayda vardır. Ebû Hanife’nin görüşüne göre bunun için üç şartın gerçekleşmesi gerekmektedir:

·    İşgal altındaki yerlerde küfür ahkâmının hâkim olup uygulanması

·    Can, mal ve ibadet hürriyeti bulunan bir Müslüman veya zimmînin dahi kalmamış olması

·    O yerin dâru’l-harbe bitişik olması veya başka bir dâru’l-İslâma komşu bulunmaması.

Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Özel, İslâm Hukukundan Ülke Kavramı, İstanbul 1991, s. 153-155. Hanefî mezhebinin diğer iki imamı Ebû Yusuf ve İman Muhammed bu konuda hocalarından farklı düşünmekte ve yalnız­ca birinci şartın gerçekleşmesini yeterli görmektedirler.

4. M. Mujeeb, The Indian Muslims, s. 394.

5. M.A. Bari, “A Nineteenth Century Muslim Reform Movement in India Arabic and Islamic Studies,ed. G. Makdisi, Leiden 1965, s. 94; PeterHardy, The Muslims of British India, Cambridge 1972, s. 48.

6.G. Rasul Mihr, Seyyid Ahmed Şehid, Lahore 1952, c. I, s. 277’den naklenM. Mujeeb, The Indian Muslims, s. 395.

7. Geniş bilgi için bkz. M. Ahmad, Said Ahmad Shahid: His Life and Mission, Lucknow 1975; Rıza Kurtuluş, “Ahmed Şehid”, DİA, c. II (İstanbul 1989), s. 134-135.

8. Ferâiziyye hareketi içn bkz. M. Ahmad Khan, History of the Faraidi Move- ment in Bengal (1818-1906), Karachi 1965; M. Naeem Qureshi, “Ferâ­iziyye”, DİA, c. XII (İstanbul 1995), s. 365-366.

9. Bkz. Azmi Özcan, “1857 Büyük Hind Ayaklanması ve Osmanlı Devleti”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslâm Tetkikleri Dergisi,sy. IX (İs­tanbul 1995), s. 269-280.

10. Olaylarla ilgili oluşturulan İngiliz askerî mahkemesinin karar metnindeki ifadeler şöyledir: “Soruşturmalar neticesinde ortaya çıkan değişik şartlar vegerçekleri dikkate alırsak ayaklanma ile ilgili bütün hususlarda daima Müslümanların tebârüz ettiğini görürüz. (...) Hinduizm diyebilirim ki hiçbir yerde temsil veya tebârüz ettirilmedi”; bkz. Kaye-Mallison, History of Indian Mutiny of1857-1858, London 1888, c. V, s. 340.

11. I. Husain Qureshi, Ulama in Politics, Karachi 1974, s. 220-227, 375; Hafeez Malik, Muslim Nationalism in India and Pakistan, Washington DC 1963, s. 162.

12. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı 30, 1499, 51, 78.

13. W.W. Hunter, The Indian Musulmans,London 1871, ek I, s. 185-186.

14. Bu görüşü benimseyen ulemânın isimleri ve fetvanın tam metni için bkz.Hunter, The Indian Musulmans,s. 186-187.

15. Azmi Özcan, “Kerâmet Ali”, DlA,c. XXV (Ankara 2002), s. 270.

16. Hindistan’da Osmanlılar için yapılan faaliyetlerin önde gelen destekleyici­lerinden birisi olan Abdül Latif, zaman zaman topladığı yardımlar ve ser­gilediği destek sebebiyle Osmanlılar tarafından da tanınan bir kişiydi; bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı, Sadık Paşa Evrakı, 18­525-414-128-28; Irade Dahiliye, no. 61971.

17. Bu toplantıya katılan ulemânın görüşleri cemiyet tarafından Abstract of Proceedings of the Mohammadan Literary Society of Calcutta adıyla yayınlanmıştır (Calcutta 1871).

18. Hunter, The Indian Musulmans, s. 110-111, 117.

19. Sir Syed Ahmad Khan, Review on Hunter's Indian Musulmans,Lahore ts., s. 38-40, 42.

20. Ahmad Khan, Review, ek VI, s. xiv, ek VII, s. xxi-xxii.

21. Chiragh Ali, Proposed Political Legal and Social Reforms in the Ottoman Empire and Other States,Bombay 1883, s. 8, 25; M. Yusuf Abbasi, Muslim Politics and Leadership in South Asia,Islamabad 1981, s. 22-23.

22. Hindistan’dan gönderilen ve Diyobendî ulemânın Osmanlılara olan duy­gularını ve desteklerini gösteren bir mektup metni için bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.A. Hus. 159/14.

23. Azmi Özcan “Firengî Mahal”, DİA, c. XIII (İstanbul 1996), s. 132-133.

Kaynak: Divan İlmî Araştırmalar sy. 17 (2004/2), s. 103-115

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer