Ana Sayfa  /  KİTAP  /  Ali Şeriati: “Müslüman Ütopyacı” / Mehmed DURMUŞ
  • Facebook da Paylaş
Ali Şeriati: “Müslüman Ütopyacı” / Mehmed DURMUŞ
  • 28-12-2014
  • 0 yorum
  • 4820 okunma
‘Müslüman Ütopyacı’ bize, Ali Şeriatî müellefâtının daha sıkı bir tenkid süzgecinden geçirilmek zorunda olduğunu göstermiştir. Ucuz, sloganik övgü ve yergilerden kaçınarak, sadece gerçeği aramak adına bu yapılmalıdır.

‘Ali Şeriati’ ismi seksenli yılların ‘İslamcı’ gençliği için, Temmuz’da beklenen yağmur gibiydi desek, abart­mış mı oluruz? Sanmıyorum. Bununla birlikte bu ismin, yaklaşık otuz yıldır Türkiye’de, gerektiği gibi anlaşıl­dığını da sanmıyorum. Fakat şu anda, 2005 yılı Kasım ayından bu yana, bir kısım kitapçı raflarında sessiz sedasız yerini almış bulunan bir kitap, bu alanda önem­li bir boşluğu dolduracak gibidir. İhsan Toker'in tercüme ettiği, İran’lı yazar Ali Rahnema’nın ‘Müslüman Ütop­yan' adını taşıyan kitabından (HECE yayınları, Kasım- 2005, 656 sayfa) bahsediyorum. Kitabın akıcılığı, tercü­menin pürüzsüz oluşu ve sadeliği, kalınlığına katlan­mayı kolaylaştırmaktadır.

Ali Rahnema, Şeriati hakkında son sözü söylememiş olabilir; Şeriatî’ye ilişkin değerlendirmeleri ve verdiği bilgilerin bir kısmı belki bir gün bir başka araştırmacı tarafından tekzip de edilebilir. Ama bildiğim kadarıyla Türkçe’de, Şeriatî’ye ilişkin ilk defa böylesine derli toplu bir biyografik eser yayınlanmış bulunmaktadır. Kitabı okuyunca objektif bir değerlendirme olduğu intibaını edinmekte zorlanmıyorsunuz. Zira kitap bir araştırma ürünü olarak ortaya çıkmış. Yazarın, Şeriatî’nin kendi yazılarında bahsi geçen, Fransa'ya ilk gittiği dönemde, Parist’te müdavimi olduğu Cafeyi gidip yerinde gözlem­lemiş olması (s. 305), bu titizliğin bir kanıtı olarak kabul edilmelidir.

Ali Şeriati bizde, geleneksel kalıp yargılara meydan okumanın sözcüsü gibi algılandığı için tutulmuştur. Fakat, ciddi anlamda bir Ali Şeriati kritiği yapıldığı takdirde, fikir, söylem ve eylemlerinin pek çoğunun elek­ten geçmesi hiç de kolay görünmemektedir. İşte Rahnema’nın kitabı, belki de bu kritiğin ilk adımıdır.

1933 Yılında, Muhammed Takı Mazinânî ve Zehra hanımın ilk ve tek erkek çocuğu (üç de kızları vardı) olarak Sebzivar’ın bir köyünde doğan Ali Şeriatî’nin, çocukluktan itibaren ‘sorunlu’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabına sığmayacak kadar bir fikir ve aksiyon adamı özelliği de taşıyan ‘Müslüman Ütopyacı’, Rahnema’nın derlediği bilgilere bakılırsa, küçük yaştan beri ‘yalnız’ dır ve yalnızlığı sevmektedir. Çocukken, evdeki misafir­lere rağmen, bir köşeye çekilip kendi kendine konuşmak­ta, gülmekte veya kaşlarını çatmaktadır. Kimi zaman da uzun süre pencereden dışarıya bakmaktadır.

Çocukluğu hakkındaki diğer tanıklıklara göre, sa­bah okula gitmek için giysilerini araması, okul için ha­zırlanması iki saatini almaktadır. Okula biri diğerine uymayan çoraplarla, ya da tek çorapla gittiği olmak­tadır. Okula ilgisizdir ve öğretmenleri tarafından ‘tem­bel’ birisi olarak şikayet edilmektedir. Okul yerine, so­kaklarda uçurtma uçurmak, güvercin uçurmak daha se­vimlidir onun için. Lise yıllarında sigara içmeye de baş­layan Şeriatî, yerine göre fare getirip sınıfa bırakacak kadar muzipliklere de girişmekte; ödev yapmadığı için öğretmeninden dayak yiyebilmektedir. Bu yıllarda be­den eğitimi ile dalga geçmekte, tüm spor dallarına karşı nefret duymaktadır. Bununla beraber, gençlik yıllarında dağcılıkla ilgilenmiş, hatta çocuklarını zaman zaman dağ tırmanışlarına götürdüğü olmuştur. Gençlik yılla­rında bile, kapalı kişiliği devam eden Şeriatî, en basit dünyevi zevklerden hoşlananlara sert çıkan, sevinç ve mutluluk izhar etmeyi, kahkahayla gülmeyi ‘adi ve al­çak bir ahmaklık’ olarak gören ‘katı’ bir mîzaca sahiptir.

İtiraf etmeliyim ki, Şeriatî adıyla intihar kelimesinin yan yana gelmesi beni çok şaşırttı. Her ne kadar ‘Hubut’ kitabında bu ruh dünyasına ilişkin bazı ip uçları vardıysa da, adeta depresyon derecesinde sıkıntılar yaşadı­ğını ve bu depresif halin ömrünün sonuna kadar devam ettiğini öğrenmek şaşırtıcıdır. Henüz erken yaşlarday­ken, okuduğu kitapların etkisinde kalarak, intihar etme­yi düşünmüş Şeriatî. Horasan gazetesinde ‘Bırakın Öle­yim' gibi yazılarıyla, intihar etmek arzusunu da açığa vurmaktan çekinmemiştir. Gençlik yıllarında annesi bir arkadaşına, “Ali çıldırdı, sürekli bir köşede tek başına oturuyor ve kendi kendine konuşuyor” diye adeta fery­at etmektedir. Fakat Şeriatî’nin bu bunalımı, sadece gençlik yıllarına has değildir. 1969 yılında bile, intihar eden meşhur İranlı yazar Sâdık Hidâyet’in düşünceleriyle 'dert ortaklığı’ etmektedir. Onun bunalımında, felsefe, tasavvuf, siyaset ve edebiyat oku­malarının da etkili olduğu sanılmaktadır.

Şeriatî'nin ilk ‘öğretmeni’ hiç şüphesiz, dindar bir aileden gelen, babası Muhammed Takî (Mazinanî) Şeriatî’dir. Muhammed Takî (d.1907) öğretmenlik yanı sıra, 1947 yılında Meşhed’de açılan İslâmî Hakikatleri Yayma Merkezi’nde dinî çalışmalar yapmakta, bir taraftan da, Tudeh partisi mensuplarıyla tartışabilsinler diye, lise ve kolej öğrencilerini yetiştirmeye çalışmaktadır. Kitapta, 1962 yılında, kendisi Paris’teyken ölen annesine ilişkin fazla bilgi verilmemektedir.

Ali Şeriatî’nin, babasıyla ilişkilerinin genelde iyi olduğu anlaşılmaktadır. Belki de babasıyla yegane (ciddi) ihtilafı, 1958 yılında evlendiği eşi Puran hanımdı. Muhammed Takî belki de hiçbir zaman, örtünmeyi ka­bul etmeyen bir gelini olacağını düşünmemişti, fakat Puran hanım işte öyleydi...

Rahnema'nın verdiği bilgilere göre, Şeriatî’nin ilk etkilendiği isimlerden birisi, geleneksel din adamı aile­sinden gelen fakat, şii din anlayışına (bir anlamda Şeria­tî’nin kavramlaştırması olan Safevî şiasına) savaş aç­mış bir alim olan Ahmed Kesrevî (1890-1946)’dir. Kesrevî, akidenin tüm pisliklerden temizlenmesi yönünde çalışıyor, inancın sahih aslına dönülmesini istiyordu. Bu cümleden olarak, mesela imamların şefaat edeceği inancıyla alay ediyor, takiyyenin, yalanı meşru hale ge­tiren bir aldatma olduğunu söylüyordu. Fakat her şeyin olduğu gibi, bunun da bir bedeli vardı ve bu bedel, Kesrevî'nin canı idi... O, 1946 yılında Fedaiyânı İslam’ın bir üyesi tarafından öldürülmüştü.

Şeriati daha sonra, üniversite öğrencisiyken, Kesrevînin tipik bir takipçisi ve bir ‘sapık’ olduğuna inanılan, ama kimilerince de ‘özgür bir düşünür’ kabul edilen Fa­külte hocası Seyyid Ahmed Horasanî’den de etki al­mıştır.

1945 yılında ortaya çıkan ‘Tanrıya Tapan Sosyalist­ler Hareketi’ adındaki örgüt, yalnızca kapitalizm ve ko­münizm gibi batılı ideolojilere karşı olmakla kalmıyor, aynı zamanda kendini, mollaların kurumsal İslâmî’nı aşmış, yeni ve bağımsız bir düşünme zincirinin öncüsü olarak da görüyordu. Neredeyse, her güçlü ‘ses’ten etki­lenen Şeriati’, kolayca tahmin edileceği gibi, bu hare­ketin de çekim alanına kendisini kaptırmıştır. Hareket’ in anahtar isimlerinden olan Ebulkâsım Şekibniyâ, İslam peygamberi’nin Marx’tan 1200 yıl önce Arabistan’ da ‘bilimsel sosyalizm’i kurmuş olduğunu iddia ediyor­du. Meşhed’de bulunan İslâmî Hakikatleri Yayma Merke­zi üyeleri açısından, Tanrıya Tapan Sosyalistler Hareke­tine üye olmak, radikallik sayılıyordu. 17 yaşındaki Ali Şeriati ise, bu ‘radikalizm’ rüzgarı için yeterince uygun bir elemandı...

1954 yılında, 21 yaşındayken, Ali Şeriatî’nin fikir dünyasında bir iz de, Muhammed Hüseyin Kâşif el-Gıtâ bırakmıştır. Kaşif el-Gıtâ, ‘Amerika’nın Ortadoğu’lu Dostları’ derneği tarafından 15 Mart 1954’te Lübnan’da toplanacak olan bir Hristiyan-Müslüman (diyalog) kon­gresine davet edilir. Kâşif el-Gıtâ ‘radikal’ bir tavır takı­narak, toplantıya katılmaz fakat, ileri sürdüğü gerekçel­er, yüzeysel bir radikalliğin habercisi gibidir: Ona göre, demokrasinin doğru türü, gerçek özgürlük ve âdil komünizm yalnızca Muhammed 'in hayatında bulun­abilir! İşte, Kâşif el-Gıtâ tarzı tutarsız, savunmacı ve öykünmeci ‘radikalizm’, hayatı boyunca Şeriatî’de var­lığını sürdürecektir.

Şeraitinin etkilendiği isimler arasında kimler yok ki. Freud (ki ona,‘sevgi okulunun kurucusu’ diyor), Dr. Alexis Carrel, Maurice Maeterlinck, Cemaleddin Afganî, Muhammed İkbal, Schopenhauer, Kafka, Anatole France, Hallaç, Cüneyd, Ebu Yusuf, Şebisterî, Kuşeyrî, Ebu Said Ebul Hayr, Bayezid Bistami v.d. George Gurvitch, Jacques Berque, Frantz Fanon isimleri onu, ‘putlarım’ diyecek kadar büyülemişlerdi. Şeriati, George Gurvitch’den Marksist etkiyi, Sartre’dan, “tüm öğretilerin en değerlisi” olarak yücelttiği varoluşçuluğu almıştır. Bu etkileşim ona şöyle dedirtir: “Avrupa’da Pascal, Marx ve Sartre’ın katkıda bulunduğu her şey, Şiilikte ali ismi altında bulunabilir.”

Belki de hiç kimse Ebu Zer kadar Şeriatî’yi etkile­memiştir. Fakat, kendi muhayyilesinde imal ettiği Ebu Zer’i de, Marksizm-İslam karışımı bir terminolojiyle yorumlamıştır. Vaazlarında ‘Ebu Zerr-i Ğıfârî’ adında bir kitaptan bahseden Şeriatî’nin babasına çevresi, bu kitabı tercüme etmesi için ısrar eder. Muhammed Takî, işlerinin yoğunluğu sebebiyle tercümeyi yapamaz ve bu iş Ali’ye kalır. Fakat Ali, yazarın sözlerine kendi fikirleri­ni de ekler ve kitap, neresi yazarın, neresi Ali’nin sözleri olduğu ayırt edilemez bir hale gelir ve 1955’te ilk kez yayınlanır. Kitabın yeni adı, Şeriatî’nin hem akademik ahlakına düşülecek bir şerh, hem de fikir dünyasını yan­sıtan önemli bir ayna durumundadır: ‘Ebu Zerr-i Ğıfârî: Hodâ Perest-i Sosyalist.’

Ali Şeriatî, siyasete ilgi duymaya başladığı Öğret­men Koleji yıllarında iyi bir Musaddık yanlısıdır. 1952 yılında kolejden mezun olur ve aynı yıl Eğitim Bakanlığına bağlı bir ilkokulda öğretmenlik yapmaya başlar. İleriki yıllarda, öğretmenlikle üniversite öğrenci­liğini birlikte yürütecek, Edebiyat Fakültesinde okuya­caktır. Şeriatî aynı zamanda iyi bir şairdir...

Şeriatî Şah’ın zindanlarıyla ilk kez 16 Eylül 1957’de tanışır. 1958 yılında evlenir ve 1959 yılında, 26 yıldır ondan başka ‘dünya’ tanımadığı Horasan’dan ayrılarak, Şah’ın verdiği bursla, “şarap, şehvet ve para şehri" diye tasvir ettiği Paris’e gider. Paris’in Avrupa tarzı ‘özgür­lüğü’ onu adeta çarpmıştır. Paris’te iki çocuklu bir Fransız ailenin evine pansiyoner olarak yerleşir. Bir de evde, aile reisinin kız kardeşi bayan Solange vardır. O günlerde değil ama ileriki yıllarda Şeriatî, adeta pla­tonik derecede aşık olduğu, suda boğulmuş bu genç kıza şiirler yazmıştır.

Paris’te (Sorbon üniversitesinde) sosyoloji doktorası yapan Şeriatî, oradaki üniversite öğrencilerinin faaliyet­leriyle alakadar olduğu gibi, Jean Paul Sartre ve Louis Massignon gibi meşhurlarla da yakından tanışmış, onlarla sohbet etmiştir. ‘Tanışmış’ ne kelime, özellikle Massignon’a duyduğu sevgi ve hürmet, neredeyse Solange’a olan sevgisini bile gölgede bırakacak dere­cededir. Onun Massignon etkisiyle icad ettiği (kurgusal) aşk hikayelerini, kitaptan okumak daha yararlı olur kanısındayım... Rahnema, Şeriat'i'nin Massignon'a kar­şı bir yarı-perestiş duygusu içinde olduğunu yazmakta haksız değildir. Zira Şeriati, bu gnostik düşünürle karşı­laşmasını, Şems-i Tebrizî ile Mevlanâ’nın karşılaşmasına benzetmekte ve kendisini çarpan bir yıldırım olarak açıklamaktadır. Massignon’un tesiri dokuz yıllık bir kuluçka döneminden sonra Şeriatî’de, ‘irfanı’ fikirleri alevlendirmiştir. Massignon’un Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ı monoteistik İbrahim! dinler olarak tanımla­ması, Şeriatî’yi çok etkilemiştir.

Massignon’un etkisi Şeriatî’yi vahdet-i vücûd felse­fesini kabule kadar götürmüştü. İleride o, Massignon’un, gördüğünü iddia ettiği vizyonun benzeri, ilkokul beşinci sınıftayken bir vizyon yaşadığını anlatacaktır...

Şeriati, Paris’ten 1961 yılındaki bir gelişinde, Mehdi Bazergan, Mahmut Taleganî ve Yedullah Sahabî’nin kur­duğu ‘İran Özgürlük Hareketi’ vesilesiyle siyasetin ucun­dan tutmuştur. Fakat onun siyasetle ilgisi uzunca bir sü­re düşük yoğunluklu ve silahlı mücadeleyi öngörmeyen bir anlayışta seyretmiştir. Paris’te bir süre ilgilenmesine rağmen, sonunda, yurt dışındaki öğrenci faaliyetlerinin beyhude olduğuna inanmaya başlamıştır. Paris’in ona ‘kazandırdığı’ bir miras, demokrasinin üçüncü dünya ülkelerinde uygulanabilir bir sistem olduğu kanısıdır. Böylece Şeriatı, İslam’ın demokrasiye, oy çokluğuna ve çoğunluk yönetimine dayandığını iddia etmeye başla­mıştır.

15 Hordad diye bilinen 5 Haziran 1963’deki kanlı ayaklanma (ve bu hadisede yıldızı parlayan Humeynî) Şeriatî’nin dikkatini çekmiştir. Musaddık’ı milli lider kabul eden şeraiti Humeynî’yi de dinî lider saymaya başlamıştır.

1964’te Paris’ten dönen Şeriatî öğretmenliğe devam eder. 1966 Yılının bahar döneminde ise, uzun uğraşılar­dan sonra Meşhed üniversitesinde hocalık görevine başlar. SAVAK ise, üniversitede günden güne şöhreti artan Şeriatî’yi sıkı takibe alacaktır.

Şeraiti’nin üniversitedeki, edebî yönü çok güçlü tarih felsefesi dersleri büyük ilgi uyandırmıştı. Aynı zamanda, geleneksel şii din anlayışına ciddi eleştiriler yöneltiyordu. Mesela Ebu Bekir ve Ömer’i şianın yönelt­tiği tüm suçlamalardan arındırıyor; Kuleynî ve Muhammed Bağır Meclisi gibi alimlerin rivayetlerini ‘faşist bir İslam’ ve ‘ırkçı Peygamber’ manzarası sunmakla eleşti­riyor, Safevî şiasının sadece halkı eşekleştirme (istihmâr) işlevi gördüğünü ileri sürüyordu. Bu yüzden de ‘suç’ hanesine Vahhabi, sünnî, yalancı, hain, zehirleyici, dinsiz, mürted, garpzede, sömürgeciliğin rehinesi gibi bir dizi yafta eklenmişti. Şeriatî’ye duyulan gelenekselci öfke öyle büyüktü ki, ölümü bile bu öfkeyi dindirmeye yetmemişti. Ölümünden sonra bir taziye mesajı gönde­ren Ayetullah Şeriat-Medârî, söylenenleri reddetmek zo­runda kalmıştı. Çok eşlilik, örtü ve düşünce özgürlüğü gibi konulardaki modernist tutumu, geleneksel din adamları sınıfıyla arasındaki uçurumu derinleştiriyordu.

Şeriati'yle molla sınıfının arasının bir türlü iyileşmemesinin önemli bir sebebi de, Marksist Halkın Mücahidleri ve Halkın Fedaileri örgütlerini (1970’lerden ölümüne dek) desteklemiş ve onların ölülerini şehid saymış olma­sıdır. Bu dönemde, yazı ve sözlerinde Marksist termino­lojiyi ileri derecede kullanmıştır. Mesela sınıf, sınıf mü­cadelesi, alt yapı-üst yapı gibi kavramları ele alan Şeriati, güya kendince bunların içerisini yeniden dolduru­yordu. Kanaatimce onun asıl trajedisi de buradaydı. Özgürlük ve siyasî baskıdan kurtulmak gibi kavramlara haddinden ziyade angaje olan Şeriati, insanın tanrıdan başka herhangi bir sosyal güç ya da iktidara boyun eğ­mekten kurtulmasını tektanrıcılığın (tevhid) simgesi gibi görmektedir. Acaba Şeriatî anarşist bir filozof muy­du? Bu pek ihtimal dahilinde değildir. Lâkin o, Şah reji­minin siyasî baskılarından öylesine etkilenmişti ki, ken­disinin arzu ettiği ‘devrim’le devirdiği rejimden sonra kuracağı yenisinin de, halkın itaati esasına dayandığını sanki düşünemiyordu.

Bir taraftan üniversite, diğer taraftan 1963 yılında bir çadırda başlayıp, 1967’de yeni inşa edilen kendi binasında faaliyete geçen Hüseyniye-i İrşad’daki konuş­malarında Şeriatî çok etkili olmuştur. Türkçe’ye kazandırılan kitaplarının ekserisinin İrşad’da yaptığı konuşmalar olduğu bilinmektedir.1 Gerçi kendisine git­tikçe artan molla tepkisine rağmen, onu destekleyenler de mevcuttur. Mesela Mutahharî, Humeynî ve Ayetullah Halkhalî bunlardan bazılarıdır. Fakat zamanla, kişisel kaprislerin ağır bastığı bir dizi nedenden dolayı Mutah­harî ile arası iyice açılmıştır. Öyle ki Mutahharî artık Şeriatî için ‘mel’un’ kelimesini kullanmaktan bile imti­na etmiyordu.

Meşhed üniversitesinde iken zaman zaman çağırıp ifadesini alan görevlileri ‘saf’ bulduğu için aptal olduk­larını düşündüğü SAVAK, 17 Temmuz 1973 günü Şeriati’yi tutuklamak üzere harekete geçer. Şeriatı ise 28 Eylül gününe kadar gizlenir fakat, onu teslim olmak zorunda bırakmak için, hasta babası tutuklanmış ve Gasr hapishanesine konmuştur. 28 Eylül 1973 günü Emniyet mü­dürlüğüne başvuran Şeriati ertesi gün, ağır işkenceleriy­le bilinen ve on sekiz ay kalacağı Komite hapishanesine gönderilir. Şeriatî’ye fiziki işkence yapılmamıştır. Hatta kendisine kısmi ayrıcalıklar (kendisine kağıt-kalem temin etmek, bir değil, sınırsız sayıda sigara içmesine, çatal ve radyo bulundurmasına izin vermek v.b.) bile ta­nınmıştır. Ama yine de hapishane hapishanedir. Orada, işkence edilen bir öğrenciye sorgucular, bu suçluluk hali­nin asıl sorumlusu olduğu için Şeriati’nin yüzüne tü­kürmesini emrederler. Fakat genç öğrenci tükürmeyi reddeder ve bu nedenle o, patlayacak ölçüde galeyana gelmiş ve üzülmüştür. Şeriati, Gasr hapishanesinde bu­lunan babasının öldüğü haberine de çok üzülür. Neyse ki bu asılsızdır ve babasıyla kendini Komite hapishane­sinde buluştururlar; her ikisi de duygulu anlar yaşarlar. 

Şeriati aynı zamanda nüktedandır da. Hapishane müdürü General Zendipur Şeriatî’ye bir cinayet işine ka­rışıp karışmadığını sorar. Şeriat!, "evet, Habil’inki!" diye cevap verir. Zavallı General, adamlarına, kendisini rezil edecek olan, “bu Habil’in kim olduğunun araştırılması" talimatını verir... 5 Mart 1975’te OPEC toplantısı için Cezayir’e giden İran Şahı, Dışişleri Bakanı Abdülaziz Bu- teflika’nın tavassutu sonucu dönüşte, 20 Mart 1975’te Şeriatî’yi serbest bıraktırır.

Fakat bundan sonrası Şeriati için artık ‘son’un başlangıcı gibidir. Hapisteyken ona sanki bir şeyler olmuş gibidir. Hapisten çıktıktan sonra ‘Öze Dönüş’ ve ‘İnsanlık, İslam ve Batı Öğretileri’ adlı kitapları yayın­lanır. Bu iki kitap üzerinde bir sürü spekülasyon yapıl­mıştır. Çünkü artık karşımızda bambaşka bir Şeriat! vardır. Neredeyse eski ‘devrimci’ Şeriat! ölmüş, yeni uzlaşmacı, pasifist (bir o kadar da asık suratlı ve gamlı- kederli) bir Şeriat! gelmiştir. Bu iki yeni kitapta silahlı mücadelenin ve devrimin aleyhinde yazmaktadır. Bu yıllar Şeriatî’nin hayatının gerçek anlamda trajik döne­midir. Çünkü yazdırılmadan, konuşturulmadan yaşa­mak onun için ölümden beterdir. Eski melankolik kişiliği daha beter nüksetmiştir. Tahran üniversitesinin önünde kendisini yakmayı bile düşünmüştür. Fakat muhteme­len çocuklarının varlığı onu hayata bağlamıştır. Arka­daşları zile basınca çocuklarına, ‘evde yok’ dedirtmesi işte bu günlerdedir. Rahnema’ nın satırlarından zımnen çıkan sonuç, SAVAK hapisten bırakırken Şeriatî’ye şantaj yapmış, belki de hayatının bağışlanması, eski fikirlerini nakzeden şeyler yazması şartına bağlanmıştır.

İşte böyle bir ruh halindeyken Şeriati, eşiyle anlaşır ve yurt dışına gitmeye karar verir. İrşad’dan arkadaşı Minaçî, Paris’e değil, Londra’ya gitmesi için ikna eder. Aralarında aldıkları karara göre bilahare Minaçî’de ora­ya gelecektir, çünkü Huseyniye-i İrşad’ı orada yeniden ihya etmeyi tasarlamaktadırlar. Londra’ya gitmeye ka­rar verdiği bu günlerde Şeriat! yeniden evvelki ‘devrim­ci’ kimliğine dönüş yapmıştır. O şimdi bir kez daha, İrşad’da fırtınalar estiren sabık ‘devrimci’ Ali Şeriatî’dir.

Şeriatî’nin yurt dışına çıkması yasaktır fakat, ‘Ali Mazinani’ adına bir pasaport yakıştırılarak SAVAK'ın dikkatini çekmeden Londra’ya uçması çok zor olmaz. (16 Mayıs 1977). Plana göre, kendisinden sonra eşi Puran hanım ve kızları da gidecektir, fakat SAVAK eşiyle, kızı Mona’nın çıkışına izin vermez. Susan ve Sara Londra’ya gider babalarıyla buluşurlar. Telefonla kararı kendisine bildiren Puran hanımın hıçkırıklarının Şeriatî’yi adeta yıkıma uğrattığını tahmin etmek güç değildir. Arkadaşı Minaçi de gitmiş ve Londra’da buluşmuşlardır.

Şeriati 21 Haziran 1977 günü sabahın erken saat­lerinde, yeni kiralamış olduğu evin zemin katında ölü bulunmuştur. İngiliz yetkililer ölüm sebebini ‘kalp yet­mezliği’ olarak açıklamışlardır. Cenazesi 26 Haziran’da Şam’a götürülmüş ve Hz. Zeyneb’in türbesinin yakınına gömülmüştür. Kitabın mütercimi İhsan Toker’in de değindiği gibi, ‘Müslüman Ütopyacı’nın yazarı, diğer saf­haların aksine, Şeriatî’nin ölümü konusunda ayrıntılara girmemektedir. Şeriatî’nin SAVAK ajanları tarafından öl­dürüldüğüne dair yaygın bir kanaat vardır. Fakat anlaşılan, bu olay hala kapalılığım sürdürmektedir.

Eğer, çağın ‘Tanrıya Tapan Sosyalist Ebu Zer’i Ali Şeriatî’yi tek kelimeyle özetlemek gerekirse, bu kelime ‘trajedi’den başkası olamaz. Trajedi sadece onun maddi sıkıntılarla geçen hayatı, Şah rejiminin baskıları yanı sıra, geleneksel din adamları zümresiyle de mücadele etmek zorunda olması; yıllarca SAVAK’ın gözlerinin üze­rinde olduğunu hissederek yaşaması, hapis hayatı, ülke­sinden kaçmak zorunda olması; çocuklarının ve eşinin bölünmesi, onlardan uzak kalması ve henüz aydınlan­mamış bir biçimde ölmesinden ibaret değildir. Kanaa­timce Şeriatî’nin gerçek trajedisi, İslam! düşünce üzerin­de bir türlü netliği elde edememiş olmasıdır. Paris’in ışıltılı yüzü gibi, batı düşüncesinin şaşalı kavramları onu adeta çarpmış ve İslam’la İslam dışı ideolojileri har­manlayan, uzlaştırıcı/karıştırıcı bir bilinç düzeyine ilet­miştir. Tasavvuf! düşünceye kendini kaptırması da ayrı bir açmazıdır.

Şeriatî’nin düşünce sisteminde ilkeldik neredeyse hiç yoktur. Hatta onun düşünce yapısında bir sistemden bahsetmek bile mümkün değildir. Bununla beraber, illa bir isim konacaksa buna ‘pragmatizm’ denmesi kaçınıl­mazdır. O acelecidir; ilkeli gelişmenin sonuçlarını bekle­meye tahammülü yoktur. Güçlü sima ve fikirlerden hemencecik etkilenmekte; bu fikirleri de pek âlâ telif et­mektedir. Kendisine ait olmayan kavramların içini bo­şaltıp, istediği anlamı rahatlıkla doğurabilmektedir.

Kavramlar üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma bi­çimindeki bu naiv radikal tutum günümüzde de pek yaygındır. Halbuki, yeryüzünde belki de başka hiçbir ideoloji, ‘din’ ya da felsefi sistem, İslam’ınki kadar zengin ve açımlamaya müsait kavram zenginliğine sahip değildir.

Şeriatî’nin sınıf kavramı ve sınıf mücadelesini Hâbil ve Kâbil sembolleriyle temellendirmesi ciddi yanlışlarla doludur. Her şeyden önce Kur’an, en büyük zulüm say­dığı şirki, belli bir ‘sınıfa indirgemez. Her ‘sınıfın müş­rikleri pekala olabilir. Ama önemli olan şudur: Kur’an’a göre müşrikler bir ‘sınıf’ (zümre), mü’minler de aynı bir ‘sınıf’(zümre)dır. Şeriatî’nin Hâbil sınıfı/mustaz’aflar de­diği kitleler içinde de pekala müşrik, kafir ve kan dökü­cü günahkarlar (Kâbil’ler) bulunabilir ve bulunmakta­dır. Kâbil zümresinde de yiyecek ekmeği dahi bulunma­yan birileri bulunabilir ve bulunmaktadır. Öte yandan Kur’an, mustaz’af terimini pek de tasvip etmez. Mustaz’afları müşrik kanaat önderleri ve siyasî liderlerin yar­dakçıları olarak görür.

Bununla beraber, Şeriatî’nin bitmek bilmeyen ener­jisini ve akademik, zihinsel yetenek ve birikimlerini ik­bal peşinde değil de, belirli bir ‘dava’ya adamış olması; etkili hitabet yeteneğiyle gençlik ve mollaların ulaşa­madığı halk kesimleri üzerinde olağanüstü etkiler uyan­dırması takdire şayandır. Safevi şiası-Ali şiası gibi bir ayrıma giderek, İran’daki geleneksel şii din anlayışının temellerini sarsıcı hücumlarındaki isabetlilik teslim edilmelidir. Ne ki, Ebu Zer, Ali ve Fâtıma gibi, şianın gele­neksel idollerini ilişkin tutumu, bunları yeni bir makyaj­la revize etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Bu anlamda, Safevî şiası-Ali Şiası ayrımı bile tenakuzdan arınmış değildir.

Sözün özü, ‘Müslüman Ütopyacı’ bize, Ali Şeriatî müellefâtının daha sıkı bir tenkid süzgecinden geçirilmek zorunda olduğunu göstermiştir. Ucuz, sloganik övgü ve yergilerden kaçınarak, sadece gerçeği aramak adına bu yapılmalıdır.

Dipnot:

1. Mesela ‘Din'e Karşı Din’ konferansını 23 Ağustos 1970’te; Aydın ve Sorumluluğu’nu 31 Ağustos 1970’te.

Kaynak: İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt: 20, Sayı: 1. Kış, 2007

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer