- 16-09-2015
- 0 yorum
- 6121 okunma
Abdurreşid İbrahim Sibiryalı bir davetçi ve seyyahtır. Birçok bölgeleri gezdi. Türkiye ve Medine-i Münevvere’de ikamet etti. Libya'da 1911’de cihada katıldı. Sibirya¬, Ortaasya, Japonya, Kore, Çin, Singapur, Hindistan, Hicaz ve Şam bölgelerini gezdi. Bu seyahatlerini yazıp miladi 1911'de Âlem-i İslam adıyla 2 ciltlik bir kitap halinde yayınladı. Ben de onları Osmanlıca’dan Arapça’ya çevirdim. Bin sayfadan ibarettir ve yayına hazır haldedir. Rahmetli Dr. Abdulvehhab Azzam şöyle diyordu: “Şeyh Abdurreşid’in bu kitabı İbnu Battuta'nın seyahatnamesinden daha önemlidir.”
Abdurreşid İbrahim 1909 tarihinde Japonya’yı ziyaret edip 6 ay kalır (konferansın Arapça metninde yazılan 1905 tarihi doğru değildir). Onun vasıtasıyla bölgenin ileri gelenlerinin çoğu Müslüman olur. 1934'te tekrar Japonya'ya dönüş yapar ve 1944'te Japonya'da vefat eder. Onun Türkiye, Almanya, Japonya ve Kore'deki hayatı hakkında doktora tezi düzeyinde bir çalışma hazırladım.
İkinci Japonya ziyaretinden önce Mısır'ı ziyaret ederek bu konferansı Kahire’de Cemi’yyetu’ş–Şubbani’l–Müslimin (Müslüman Gençler Derneği’n)de verir. Konferans onun Seyyid Cemaleddin Afgani ile tanışmasını anlatır. Ben 30 yıl önce rahmetli Hammad Selifih’in kitaplığında bulunan bir kitapta bu makaleyi okumuştum. Makalede dikkatimi çeken şey, o günkü Japonya İmparatoru Meiji’nin (saltanatı: 23 Ekim 1868 - 30 Temmuz 1912) Osmanlı Sultan Abdulhamid'den talebi idi. Japonya'ya, Japonlara İslam’ı anlatıp öğretecek âlimler göndermesini istiyordu. Sultan Abdulhamid Seyyid Cemaleddin Afgani ile istişare eder. Afgani şöyle der: Ey sultan hazretleri, eğer Japonya'ya bu âlimlerden birilerini gönderirsen bunlar ancak Japonları İslam’dan uzaklaştırırlar. En iyisi ona güzel bir hediye gönder ve uzman âlimler yetiştir, sonra o âlimleri Japonya'ya gönderirsin.
Bu paragraf benim aklıma takıldı. Otuz yıl boyunca hep bu belgeyi aradım. Sonunda Ezher Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Şeyh Abdurrahman Hasan’ın yanında el-Munteka min Muhadarâti Cem’iyeti’ş - Şubbani’l – Muslimin kitabının içinde o belgeye ulaştım (s.20-30). Kitabın müellifi Şeyh Muhibbuddin el-Hatib olup Kahire’de hicri 1349 yılında Selefiye matbaasında basılmıştır.
Sonra Ezher Üniversitesi mezunu Mısırlı Dr. Hişam Zumer bu belgeyi bilgisayarda yazıp 31.03.2009 tarihinde e-mail ile bana gönderdi. Allah ondan razı olsun ve onu mükâfatlandırsın. Bu belge şu açılardan ehemmiyeti haizdir:
1- Seyyid Cemaleddin Afgani’nin hayatının bir bölümüne ışık tutar.
2- Japonların İslam’a ilgilerinden bahseder.
3- Şeyh Abdurreşid İbrahim'in hayatından bir kesit sunar.
Dünyanın dört bir yanındaki düşünür ve davetçilerin bu belgeden istifade etmesini temenni ederim. Niyetimiz şüphesiz Allah'ın rızasıdır…
Büyük Dava Adamı Seyyah Abdurreşid İbrahim’in H.1349 tarihinde Kahire’de Müslüman Gençler Derneği’nde Cemaleddin Afgani Hakkında Sunduğu Konferans
Meşhur seyyah üstad Şeyh Abdurreşid İbrahim bu ay Kahire'ye geldi. Cemi’yyetu’ş – Şubbani’l – Müslimin (Müslüman Gençler Derneği) konferans salonunda üstad Seyyid Cemaleddin Afgani hakkında bir konuşma yaptı.
Üstad Şeyh Muhammed Ahmet Osman’ın kalemiyle o konuşmanın özetini yayınlamayı uygun bulduk. Konuşmacı üstad doğunun İslam'a hizmet eden büyük âlimlerindendir. Asya'nın kuzey doğusunda bulunan Rusya'nın Sibirya bölgesinde 80 yıl önce (h.1267, m.1851) dünya'ya geldi. Küçük yaşta Peygamber Efendimiz’in Medine'sine yerleşip ilk eğitimini orada aldı. Sonra meşhur siyasetçi Mithat Paşa’yla çalıştı. 40 yaşlarında büyük ıslahatçı Cemaleddin Afgani’yi yakından tanıma fırsatını buldu. Konuşmacı üstad hep doğudaki Müslümanlar için çalıştı. Osmanlı askerlerine katılarak Ethem Paşa'dan itibaren Yunan savaşı dâhil olmak üzere bütün savaşlarında beraber oldu.
İşte, aslı Arapça olan bu metin Abdurreşid İbrahim’in verdiği konferansın özeti mahiyetindedir.
SEYYİD CEMALEDDİN AFGANİ
Kardeşlerim! 1310 senesinin Şaban ayının (Şubat 1893) başlarında İstanbul Beşiktaş'taki Sultan Abdulhamid Camii’nin kapısındaydım. Konuşan iki adam dikkatimi çekti. Birisini tanıyordum, (Kral Abdülaziz es-Suud'un amcası) üstad Abdullah en-Necdi idi. Bilmediğim bir kuvvet beni onlara çekti. Onlara yaklaşıp selam verdim. Onlardan tanımadığım üstad doğum yerimi sordu. Ben de Sibirya dedim. Aynı anda öteki üstad da sordu. Tekrar Sibirya dedim. Sonra geldiğim yeri sordular, Sebram (Tara) dedim. O esnada müezzin ezan okudu. Biz de namazdan sonra aynı yerde buluşmak üzere ayrılıp camiye girdik. Ben namaz kılıp acele ile üstadı beklemek üzere dışarı çıktım, o da çıktı. Bir araba onu bekliyormuş. Beraber binip evine gittik. Yolda yaşımı sordu, 40'ı aştığımı söyledim. Çok güzel nurani bir yüzü vardı. Beni iki sefer kucakladı. Eve ulaşınca kapıcıya gün boyunca kimsenin yanımıza girmesine izin vermemesini söyledi. Israr eden olursa en az 2 saat beklemesini söyledi. Bana bir çay söyledi ve Rusya'nın siyasi durumunu sordu. Kaçamaklı cevaplar veriyordum. Çünkü o ana kadar onu tanımıyordum. Bana dedi ki; Sen bir zamanlar Şeriat Mahkemesi’nde üye ve müftü değil miydin?
İçimden “Bu kim acaba?” dedim. “Beni tanıyor ve hakkımdaki her şeyi biliyor.” Bu düşüncelere dalmışken “Cemaleddin Afgani'yi duydun mu?” diye sordu. “Evet” dedim. “Ben oyum.” dedi. Elini öptüm, o da bir sefer daha beni kucakladı. Sanki içim bir nurla doldu ve dilim açıldı. Başladım anlatmaya. Rusya'nın siyasi durumundan, dini durumundan, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerini nasıl örtbas ettiklerinden... “Onlardan intikam alacağız.” dedi. İki saat boyunca sohbet ettik.
Daha sonra üstad Seyyid Abdullah Nedim Mısri bize katıldı. Beni üstada tanıtmak istedi, üstad da “tanıyorum, o bize faydalı olacaktır.” dedi. Üstad bana “Rusçayı biliyor musun?” diye sordu, evet dedim. “A’lâ, a’lâ” dedi. Âdetiydi, sevinince bu kelimeyi kullanırdı.
Üstad beni dehşete düşürmüştü, hem beni tanıyor, hem de hakkımda her şeyi biliyordu. Sonra “Rusça gazeteleri okuyor musun? diye sordu. Hayır, çünkü param yok dedim. “Ben parasını veririm, yeter ki sen okuyup içindekileri bana söyle.” dedi. Sonra üç gazeteye abone oldum. Periyodik bir şekilde buluşup gazetelerin özetini ona anlatıyordum.
Şimdi de üstadda gördüğüm bazı durumları anlatacağım size.
İmanı
Allah rahmet eylesin, üstad kuvvetli bir imana, sarsılmaz bir inanca sahipti. İmanı adeta Ebubekir Sıddık’ın (ra) mertebesindeydi. Hep hak olanı haykırırdı. Kınayıcıların kınamasından hiç korkmazdı. Kral ve padişahlardan hiç çekinmezdi. Buna örnek olarak şu olaya kulak asalım:
Bazı ilim ehli her gün onu ziyarete gelirlerdi. Bir gün onun yanında otururken Alican Efendi’nin talebelerinden iki talebe geldi. “Efendim, iman hakkında ne düşünüyorsunuz? Azalıp çoğalıyor mu?” diye sordular. Onun cevabı şu oldu:
“Köy ve yaylalarda değişmez. Ne azalır ne çoğalır. Fakat şehirlerde insanın imanı her saatte bir değişir. Çoğalır ve azalır. Özellikle etrafında insan tipli şeytanlar olduğunda. Mesela, (Sultan) Abdulhamid’in imanı.” O bunu söylerken her an casusların her yerde olabileceğini biliyordu.
Sohbetlerinde hep Peygamber Efendimiz’in (s) sahabilerini sözden çok davranışlarıyla eğittiğini söylüyordu. Üstad Cemaleddin Afgani hep o büyük örneğin örnekliğine uyardı. Sık sık şöyle derdi; “imanın kuvvetli olmalı, azmin sarsılmaz olmalı.” Çoğu zaman şu âyet-i kerimeyi okurdu:
“Yoksa sen onlardan bir karşılık mı istiyorsun? Rabbinin mükâfatı çok daha değerlidir; O, geçim sağlayanların en hayırlısıdır. Şu muhakkak ki, sen onları doğru bir yola çağırıyorsun.” (Mü’minûn Sûresi, 23/72-73) .
Beni davaya teşvik etmek için sıkça şu âyet-i kerimeyi okurdu:
“Ve aranızda iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunmalı; işte bunlar arzu ettiklerine ulaşacaklardır.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/104).
Çoğu zaman kâfirlerin Müslüman beldelerini işgal etmelerini hatırlatır, Müslüman önderleri bu konuda hep kınardı. Bir gün ona asıl memleketini sordum. “Benim vatanım yok” dedi. “Çünkü bu gün Müslümanlara vatan kalmamış.” (Bilindiği üzere Seyyid Cemaleddin Afgani cihanşümul bir İslam devleti kurmak arzusundaydı). Bir gün kelime-i tevhidden (Lailahe İllallah Muhammedun Rasulullah) bahsetti. Bana insanların bu kelimenin anlamını bilmediklerini söyledi. “Çünkü bu büyük kelimenin anlamını bilen kişi kimseye muhtaç olmaz ve kimseden yardım dilemez” dedi. Ona göre şeref, izzet-i nefs ve hâkimiyet ancak imanla gerçekleşebilirdi. Allah (c) şöyle buyurur:
“Allah, sizden iman edip iyi iş ve davranışlarda bulunanlar va’d etmiştir ki, muhakkak surette onları yeryüzünün sahip ve idarecileri kılacaktır; onlardan öncekileri sahip yaptığı gibi; ve kendileri için seçip hoş gördüğü dinlerini sağlamlaştıracak, korkularının ardından da onların korkularını güvene çevirecektir; onlar Bana kulluk edecekler ve Bana hiçbir ortak koşmayacaklar; artık bundan sonra kim, inkâra saparsa, işte onlar, Allah yolundan çıkmış büyük günahkârlardır.” (Nûr Sûresi, 24/55).
Seyyid Cemaleddin Afgani’nin imanı işte böyleydi (rahmetullahi aleyh). Çoğu zaman şöyle derdi: “Muhammed (s) bize tevhid kelimesini öğrettiği gibi benlik hürriyetini ve şahsiyet hürriyetini de öğretmiştir.”
İbadeti
Afgani (ra) sadece farz namazları kılardı, ramazan gecelerini ibadetle geçirirdi.
Tasavvuf anlayışı
Afgani (ra) tasavvuf şeyhi idi. Fakat zamanın şeyhlerine benzemezdi. Şöyle derdi: “Fenâ fillah değil, fenâ fîhalkillah olmak lazım, yani Allah’ın yarattıklarının hizmetinde ve onların dalaletten kurtarılmasında fani olmak lazım.”
Siyaset anlayışı
Afgani’nin temel siyaseti Afganlıları, İranlıları, Kürtleri, Türkleri, Hintlileri… tüm (Müslüman) milletleri bir arada tutmaktı. Bunu sadece siyasi bir gereklilik olarak değil, öncelikle dini bir vecibe olarak bilirdi. Çünkü isimlerin değişmesi, muamelelerin farklılaşması İslam birliğinin bozulmasına neden oluyordu. Onun en büyük gayesi doğu ve batıdaki bütün Müslümanları bünyesinde toplayacak büyük bir İslam devleti kurmaktı.
Bir gün Japonya imparatoru “Meiji” Sultan Abdülhamit'e bir mektup gönderir. Ülkesine İslam davetçilerinin gönderilmesini talep eder. Böylece her iki millet arasında birlik olmasını arzular. “Bildiğin üzere ben ve sen batılıların izni olmadan bir şey yapamayız. Şayet milletimiz birleşirse kuvvet buluruz” der. Sultan Abdülhamid İstanbul'dan bazı âlimleri göndermek ister, fakat üstad (ra) buna karşı çıkarak şöyle der: “Şüphesiz bugünkü âlimler ancak İslam’dan nefret ettirirler. Bunları Japonya’ya kâfirleri dinimize davet etmek için gönderemeyiz. En iyisi sen Japonya reisine hediyeler gönder ve bu isteğini gerçekleştireceğine söz ver. Sonra bu hizmete uygun âlimleri yetiştirir ve ona gönderirsin.”
Kerametleri
Şimdi de bu mücahidin kerametlerinden bahsetmek istiyorum. Onunla buluştuğumda Japonya ve uzak doğuda İslam davasını yaymak için gurbete katlanmamı teşvik ederdi. Ben bunu imkânsız görür, bu sefere yetecek malımın olmadığını, hanımımın hasta olduğunu söylerdim. Bir keresinde “belki hanımın vefat eder, sen de sefere çıkarsın” dedi. Aynen dediği gibi birkaç gün geçmeden hanımım öldü. Böylece ilk kerametine şahit oldum.
Bir gün İstanbul'a Rus siyasetçilerinden büyük bir adam geldi. Niyeti Mekke’ye hacca gitmekmiş. Üstad “Bunda bir şey var, onun durumunu takip et ve gördüğün hususları bana bildir” dedi. Ben de dakika dakika takip ettim. Adı Abdülaziz idi. Fakat onda şüpheli bir duruma rastlamadım. Üstad, “Petersburg’a dönene kadar onu takip et” dedi. Rus büyüklerine teslim etmek üzere bir kitap vererek bana dedi ki; “bu yolculuğunda ya çok güzel yaşarsın ya da ölürsün.”
Afgani’nin tavsiyesine uyup bir Rus büyüğüne gittim. Onu İslam’a davet ettim. Üstadın Mesihilerin teslis vb. yanlış inançlarını delilleriyle çürüten kitaplarından bilgiler aktardım. Yalnız, adam çok uyanıktı. Bana “bu sözler sana ait değil, belli ki bir kitaptan okuyorsun” dedi. Ben de “evet” dedim ve kitabı ona verdim. Kitap Rusça idi. Adam sevindi, yardımcısını çağırdı. Bana istediğim kadar para vermesini söyledi. Bu kitabı Sofya’da basmamı istedi. Ben çıkarken yardımcısı bana “ne kadar istiyorsan söyle” dedi. “Ne kadar yeter?” dedim. “Ben bilmem, seninle onun arasında, sana niye para vermemi emrettiğini de bilmiyorum, fakat sen ne kadar istiyorsan söyle.” dedi. Ben de “üç gün mühlet ver” dedim. Üçüncü gün yardımcıya döndüm ve üç bin ruble istedim. “Otuz bin iste” dedi. “Ama üç bin yetiyor” dedim. “Sen Avrupa'da paranın kıymetini bilir misin?” dedi. Ben tekrar üç bin dedim, o da verdi ve paraya ihtiyacım olduğunda dilediğim bankadan çekebilmem için bana bir tahvil verdi. Kitabı bastım ve kitaptan yüz adet ona gönderdim.
Bir kısmını da başka yere gönderdim. Rusya hükümeti bunu öğrenince arkamdan casuslar gönderdi. İstanbul'a ulaşınca Rus konsolosluğu beni yakaladı. Mahkeme için beni Rusya’ya gönderdi. Çünkü ben Rusya vatandaşıydım. Bu olay hicri 1313, miladi 1895 yılında oldu. Cezaevine konulduğumda kendi kendime şöyle dedim: “Bu da üstadın ikinci kerameti, ya güzel hayat ya da ölüm.”
Ben hapishanede iken Rusya başbakanı öldü ve onun yerine Esfina Berlik Miroski atandı. Onu önceden tanıyordum. Ona hapisten bir telgraf gönderdim. Ama o beni çıkaramadı. İkinci gün hapishane müdürü bana geldi ve “Bu telgrafı sen mi gönderdin?” dedi, evet dedim ve başbakanı tanıdığımı söyledim. Üçüncü gün tekrar yanıma geldi. Beraber çıkıp hapishane elbiseleriyle başbakanın yanına gittik. Beni görünce hemen tanıdı. Ve “bu ne hal?” dedi. Başımdan geçeni anlattım. Kendime yeni elbise almam için 500 ruble verdi, elbiselerimi alıp evime gittim. Beraber yemek yedik. Nasıl bir pasaport bulup Rusya'dan çıkabileceğimi düşünüyordum. Hanımına nerede kalabileceğimi sordum. Grand Otel’e gittim, baktım ki bana bir oda ayrılmış. Yedi gün otelde kaldım. Yedinci gün otele hesap ödemek istedim, “senin bir aylık ücretin peşin ödendi” dediler. Allah’a şükrettim ve üstadıma döndüm.
Rusya’da yaşadıklarımı anlattığımda üstad Afgani bana “İslam’ın kendi askerlerini nasıl koruduğuna şahit oldun mu?” dedi. Sonra üçüncü kez davayı yaymak için Rusya'ya gittim. Tekrar 6 ay hapis cezasına çarptırıldım. Fakat ben hapisten Japonya'ya kaçtım. Bu olay hicri 1323, miladi 1905 yılında oldu. Böylece üstadın kerameti ölümünden sonra meydana geldi. Japonya'da 8 ay kaldım. Bana saygı ve hürmet gösterildi. İslam davası için Sultan Abdulhamid tarafından gönderildiğimi sanıyorlardı. Bunun sebebi de, Japonya'daki bir gazetenin benim hakkımda uzun bir makale yayınlamış olmasıydı. Benim Sultan Abdülhamit ve üstad Cemaleddin Afgani (ra) tarafından gönderildiğimi yazmıştı. Bunun neticesinde dışişleri bakanı benden maaşlı olarak kalmamı istedi. Fakat üstadımın İslami bir devlet kurma hususundaki yolunu takip etme iştiyakım beni İstanbul’a gitmeye sevk etti. Çünkü bu davayı Japonya'da yaymak için oradaki arkadaşları yanıma almam lazımdı.
İstanbul’a döndüğümde gördüm ki, her şey değişmiş. Sultan Abdülhamid’in saltanatı son bulmuş... Üstad Cemaleddin Afgani (ra) ile olan arkadaşlığım üç yıl altı ay kadar sürdü. Bana çok güvenir, hakkımda büyük bir hüsnü zan beslerdi.
Hastalığı ve Vefatı
Afgani (ra) kanser hastalığına yakalanmıştı. Tedavi görüyordu, fakat ecel yaklaşmıştı. Bir gün ziyaretine gittim. Eli ile işaret ederek yanına çağırdı, çünkü konuşamıyordu. Eline bir kalem ve kâğıt alarak şöyle yazdı:
“Ey Allah’ım, sen biliyorsun ki, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selemin son sözü “ümmetî, ümmetî, ümmetî” idi, ben de “milletî, milletî diyorum.”
İki saat sonra tekrar döndüğümde vefat etmişti, Allah ona rahmet eylesin. Tarihler hicri 1315, miladi 1897 yılını gösteriyordu.
Kardeşler!
İstanbul'dan çıktığımda sizinle buluşacağımı ve size üstad Cemaleddin’i anlatacağımı bilmiyordum. Onun için hac farizamı eda edip döndükten sonra İstanbul'daki çocuklarıma üstadın hayatını anlatan bazı yazılarını bana göndermelerini isteyeceğim. Mesihilere reddiye olarak yazdığı o kitaptan da birkaç adet isteyeceğim. Umarım sizinle anlaşılır bir şekilde konuşmuşumdur. Çünkü 20 yıldır Arapça konuşmamıştım.
Vesselamu aleykum ve rahmetullah.
*"ISLAMİC CENTRE JAPAN” Başkanı. Prof. Dr. Salih Mâhdi SAMARRAİ
Kaynak: Kur’ani Hayat Dergisi, Sayı 16 – Kavramlar, 2010
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net