Ana Sayfa  /  KİTAP  /  'Müslümanların Tarihi’ne Dair / Ali Ekber KONUK
  • Facebook da Paylaş
'Müslümanların Tarihi’ne Dair / Ali Ekber KONUK
  • 27-11-2014
  • 0 yorum
  • 3385 okunma
Yazar, 5 ciltlik eserinde Hz. Âdem’den Osmanlı’nın yıkılışı arası tarihsel dönemi işliyor. Bu dönemi, geçmiş asır tarihçilerine dayanarak, Hz. Muhammed’den önceki peygamberler devresi, Hz. Peygamber ve ondan sonraki devre şeklinde tasnif ediyor.

Not: "Bu yazı Haksöz Dergisi'nin 285. sayısında yayınlanmıştır."

İnsanoğlunun ‘olmuşa’ ve ‘olacağa’ yönelik ilgisi kadimdir. ‘Olmuş’un genel isimlendirmesi olarak tarih, bu ilgiye istinaden daima dikkat çekmiştir. İçinde bulunduğu vasatı/verili ortamı dönüştürme iddiasındaki tüm ekoller ve fikri yapılar, kaçınılmaz bir şekilde geçmişe/tarihe dair söz söylemiş, perspektif kurma çabasına girmiştir. Zira yüzü geleceğe bakanın en temel ihtiyacı ‘mazi’dir.

Tarihi, düşünce dünyasında başat bir unsur olarak ele alacaksak öncelikle onun ne olduğuna dair problemi tartışmamız gerekir. Edward Hallett Carr, “Tarih nedir sorusunu cevaplamayı denediğimizde cevabımız, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur.” der ‘Tarih Nedir’ kitabında.  Yani tarih değerlendirmesi, içinde yaşanılan toplumun değerlendirilmesinden bağımsız değildir.

Tarih- toplum değerlendirmesine sahip her ideoloji, tarihe ilişkin belirli tanımlar üretmiştir. Örnek babında “ doğrulanmış bir olgular kümesi” şeklindeki pozitivist tandanslı tanımı zikredebiliriz. Ancak mesele tanımlamakla bitmiyor tabi ki. Söz konusu kümeye hangi olguların seçileceğini belirleyen etmenler kim tarafından oluşturulmuştur? Bir başka deyişle hangi hadisenin tarihsel bir olgu olacağına karar veren merci neresidir? Ya da olguların sıralı oluşu tarih yapılması için yeterli midir? Bu gibi sorular da gösteriyor ki tanımlamak sadece bir aşamayı ifade ediyor, hitama erildiğini değil.

Kur’an-ı Kerim’in yarısına yakınının tarihi kıssalardan oluşması, Müslümanlar için tarihsel bilincin önemine işaret ediyor. Hayat kitabında kıssaların anlatılması ile elbette ki muhatabın tarihi bilgisinin artırılması gibi bir amaç güdülmüyor. Muhataba vakayı incelerken başvuracağı sabiteler veriyor. Yani buradan çıkan sonuç tarih değerlendirmesi oluşturulurken Kur’an’dan bağımsız hareket edilemeyeceği oluyor. Değişkenlerle dolu bir alan olarak tarih, sabitelerle ele alınmadığı takdirde, yukarıda zikredilen tanımdaki gibi ‘olgular kümesi’ olarak algılanmaktan kurtulamayacaktır. Sabiteler için yegâne kaynak ise Müslümanlar için hayat kitabı Kur’an’dır. Tarihsel meseleleri Kur’an’i sabitelerle anlamlandırmaya çalıştığımızda bütüncül ve bugüne değen mesajlar çıkarmak, imkân dâhilinde oluyor. Aksi takdirde Kur’an’ın ifadesiyle ‘eskilerin masalları’ ile karşı karşıya kalırız ki bu tabloda öğüt/ibret yer almaz. Carr, adı geçen kitabında durumu şöyle açıklıyor: “Geçmiş bir eylem, tarihçi onun ardında yatan düşünceyi anlamadıkça ölüdür, yani tarihçi için anlamsızdır. Bu nedenle bütün tarih, düşüncenin tarihidir.” Yazarın bahsini ettiği düşünce bizler için tevhid düşüncesidir. Tarih de tevhid- şirk çatışmasının farklı sahnelerinden ibarettir.

Modern yaklaşımın tipik tezahürlerinden olan parçacı anlayış, tarihi ele alışta da kendini gösteriyor. Uzmanlık alanı daralırken alana dair bilgiler çoğalıyor. Bu noktada Müslümanlar olarak tarihimizin bütüncül ele alınışı, önem arz ediyor. Bütüncül bir tarih çalışması olarak ‘Müslümanların Tarihi’, İhsan Süreyya Sırma tarafından kaleme alındı. Beyan Yayınları’ndan çıkan 5 ciltlik eser, yazarın on yılı aşkın bir zamanda hazırladığı, titiz ve yoğun emek içeren bir çalışma. Sırma, ‘Müslümanların Tarihi’nde seküler tarih anlayışının öncüllerini değil, Kur’an’ın öncüllerini temel alıyor. Bu anlamda eserin büyük bölümünde ayetlerin yer alıyor oluşu, dikkat çeken hususlardan birisidir. Yani Kur’an temelli bir tarih anlayışının yansımalarını görmek mümkün.

Kitabın, bugüne kadar alışılageldiği gibi ‘İslam Tarihi’ ismiyle değil de ‘Müslümanların Tarihi’ ile çıkması değinilmesi gereken özelliklerinden birisidir. İzafenin İslam’a değil İslam’a mensup olanlara, Müslümanlara yapılıyor oluşu, inşa edilmeye çalışılan tarih algısı ile sıkı irtibata sahip. Malumdur ki yapılagelen eylemlerin faili, Müslümanlardır. Farklı topraklarda çeşitli ekollere mensup sayısız Müslüman, İslam’dan anladığını hayat sahnesinde icra etmiştir. Geçen asırlarda çelişki içeren pratiklerin çok defa yaşandığı tarihsel süreç içindeki icraatların sorumlusu konusunda bir ayrım kaçınılmaz olmuştur. Sırma, söz konusu ayrımın gerekliliği noktasında önemli bir soru soruyor: “Kendilerine Yahudi diyenler Hz. Musa’nın getirdiklerini, kendilerine Hristiyan diyenler Hz. İsa’nın getirdiklerini ve nihayet kendilerine Müslüman diyenler, Hz. Muhammed’in getirdiklerini, kendi nefislerine, ahlaklarına, amellerine, sevgilerine, idarelerine, siyasetlerine, savaşlarına, barışlarına vs.ye ne ölçüde tatbik ettiler?” Dolayısıyla yapılanların hülasası olarak tarihi Müslümanlar mı icra etti, İslam mı? Artık aradığımız cevap daha net bir şekilde zihinde beliriyor.

Belirtmeden geçilmemesi gereken hususlardan birisi de, çalışmanın genel bir tarih kitabı olmadığı, ele aldığı zaman diliminin siyasi tarih boyutuna ışık tutar özellikte olduğudur. Okurun, çalışmanın kapsamına aldığı döneme dair her bilgiyi bulabileceği bir kaynak kitapla karşı karşıya olmadığını belirtmiş olalım.

Sırma, birinci cildin ilk bölümünde yer alan uzunca mukaddimede eserini hangi perspektifle ve neden hazırladığına dair önemli fikirler serdediyor. Müslümanların işgale uğrayan unsurunun sadece toprakları olmadığını müşahede ediyoruz bu bölümü okurken. “Tarih sömürgeciliği” ile batının tarih gözlüğünün bazı Müslüman şahıslara takıldığını, üretilen tarihsel metinlerin bir kısmının batı formunda olduğunu hatırlatıyor yazar.

Bir de dâhili problemler söz konusu tarih algısı meselesinde. Klasik tarih kitaplarından alıntı yaparak, kronolojik dizilime giderek tarihçilik yaptığını zannedenlere Sırma, tarihin şu tanımı ile karşı çıkıyor: “Günümüze kadar geçmişte cereyan etmiş tüm olayların, bütün boyutlarıyla irdelenmesi, soruşturulması ve değerlendirilmesidir.” Yani hadiseleri belirli bir kronoloji ile sıralamak işin sadece bir yönünü oluşturuyor. Bu hadiselerin irdelenmesi, değerlendirilmesi, Carr’ın da dediği gibi ardında yatan düşüncenin ortaya çıkarılması gerekiyor.

Tarihi hadiseleri günün insanı için birer örnek haline getirecek olanlar, yine bu olguları metne dökenlerdir. Öğüt vermesi/örnek olması mümkün olmayacak kuru metin gerçeği ile örneğin siyerlerde sık karşılaşıyoruz. Müslümanların tarihinin bir bölümü olarak Hz. Peygamber ve Risalet süreci, bizler için “takip edilen yol” mesabesindedir. “Sünnet” olabilmesi ise Risalet devresi hadiselerinin yazarca ‘konuşturulabilmesine’ bağlıdır. Hz. Peygamber’in yaşadıkları, sahih bir algıyla yaklaşılmazsa kendi başına öğüt veremez. Belki birçoğumuzun muhatap olduğu Salih Suruç’un Peygamberimiz’in Hayatı adlı eseri, olumsuz profili çizilen siyer tipine iyi bir örnektir.

Yazar, 5 ciltlik eserinde Hz. Âdem’den Osmanlı’nın yıkılışı arası tarihsel dönemi işliyor. Bu dönemi, geçmiş asır tarihçilerine dayanarak, Hz. Muhammed’den önceki peygamberler devresi, Hz. Peygamber ve ondan sonraki devre şeklinde tasnif ediyor. Hz. Peygamber ve sonrasını kapsayan süreci de alt sınıflarla şu şekilde inceliyor:

-Hz. Muhammed dönemi,

-Hulafe-i Raşidin dönemi,

-Saltanat dönemi.

Saltanat dönemi de Emevi, Abbasi, Osmanlı ve Osmanlı sonrası olmak üzere 4 evrede ele alınmış.

Piyasada peygamberler dönemi ile ilgili çalışmaların büyük bölümü israili haberlerle dolu. Kur’an’da mücmel halini bulduğumuz peygamberlerin hayatına dair son derece ayrıntılı metinler dolaşımda. Sırma, bahsi edilen Kur’an ve ilişkili ilimlere dayalı yöntemi gereği, bu ayrıntılara yer vermemiş. Peygamberlere dair kısa bilgiler, ayetler çerçevesinde sunulmuş. Öz anlatım, Hz. Peygamber’in Risâlet’i öncesi ve sonrası, halifeler dönemi, saltanat döneminin ele alındığı kısımlar için de söz konusu.

Eserin ikinci cildinde Risalet süreci işleniyor. Mekke dönemi işkence kavramı ile Medine dönemi ise cihad kavramı merkezli ele alınıyor. Her iki dönemin üzerinde durulmayı hak eden kısımlarına dair, yazarın çıkarımlarının yer aldığı bir ‘değerlendirme’ bölümü oluşturulmuş. Üçüncü ciltte mevzu bahis olan halifeler dönemi ve saltanatın Emevi yılları, kısa başlıklarla mücmel halde işlenmiş. Dördüncü ciltte Abbasiler, Endülüs Emevileri, Selçuklular ve Haçlı Seferleri etkili alt başlıklarla anlatılmış. Yazarın Haçlı seferleri üzerine ayrı bir çalışması bu kitabından önce de mevcuttu. Araştırma alanlarından biri olduğu için bu bölüm de ustalıkla ele alınmış. Ve son cilt de Osmanlı’lı yıllara ayrılmış.

19. yüzyıl sonrası, Müslümanlar için bocalama dönemini ifade ediyor. Siyasette, savaşta, fikirde, ilimde yaşanan bocalama, bugün yerini ağır aksak da olsa gelişmeye/dönüşmeye bırakmış durumdadır. Eskisinden daha özgüvenli, Kur’an ve sünnet merkezli eserlerin çıktığını müşahede ediyoruz çok şükür. Sırma’nın “Müslümanlar Tarihi”, hem Müslümanların geneli için hem de kendi yazı serüveni için bir tekâmül aşamasını ifade ediyor. Ve –inşallah- ulaştığı seviyeyi aşacak kalemleri dünyasına davet ediyor.

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer