Dünün Kültürü ve Yarının Tarihine Bakış
Mustafa YILMAZ
.

Gerçeğe tutsak olmuş birisi serin kanlı olabilir mi? Benim işim tabuları yıkmak.

1. Gerçeğe tutsak olmuş birisi serin kanlı olabilir mi?Benim işim tabuları yıkmak. Sonra bu yıkıntılar arasında külden kaleler kurmak. Soruyorum; toplum, sanata, edebiyata, şiire ve düşünceye neden ilgi duyar? Toplum kendisini bulmak için ilgi duyar. Sonra bu ilgi derinleşir ve vakıa kendini faş eder. Sonunda toplum kendisini bulmak için çıktığı yolda bakar ki karşısında duran kendisi, ama manzara pek hoşuna gitmez. Bu gördüğü manzaraya "aklı başında değillik" olarak isim takar. Aklı başından giden kimdir? Sanat, edebiyat, şiir ve düşünce ona yalan söylememiştir. Ama o, gerçeği, kendi gerçeğini aramasına rağmen bununla yüzleşecek olgunlukta değildir. O zaman toplum gerçeklerden kaçar ve hayal kurmaya başlar. Toplumun rahatı yerindedir.

2. Gidecek bir yeri olmayan insan ancak hayatın hakikatini kavrama konusunda bir yetkinlik taşıyabilir.Ancak bu kavrayış yeteneği de nihayetinde eksik kalır. Çünkü hayatın yurt tutmak, yer edinmek gibi bir zorunlu tarafı vardır ve bu da gidilecek ya da kalınacak bir yer anlamı taşır. O halde gitmek mi kalmak mı zor? Bu soruya verilecek cevap Fidel Cartro ile Che Guevara arasındaki mahiyet farkına işaret eder. Sürekli hicretle devrimci tavrın mitosa dönüştürülmesi ile gelecek günleri kurmak için kalmak ve inşayı gerçekleştirmek arasındaki tercih yarın ve dün ya da bugün arasındaki ayrımdır. Kalmak ve kurucu olmak daha zordur. Kalmak yarını koşullar ve bağımlı kılar. Gitmek bugündür. Kalmak yarın. Kalmaya karar verenler yarınları inşa eder. Yarının tarihine kimin söz söyleyeceğini tartışmak bile yersizdir. Oysa insanlar Guevara'ya özendikleri kadar Castro'yu önemsemezler. Romantik devrimcilik her zaman daha hoş gelir.

3. Yarınlar bir kültür üzerine kuruluyor kalmaya karar verenler tarafından. Bu kültürün temeli de çoğu zaman dündür. Oluşan kültür bürokrasinin ve yerleşik düzenin amentüsü olmaya başlayınca da tehlike baş gösteriyor. Kültürel özerklik zamanla hegamonik bir mahiyet kazanır ve kültürel ürünler ancak dehşet duygusuyla düşünülebilir şeyler olmaya başlar. Kültürel özerklik devletleşince kendisini otoriterlikten koruyacak imkanlarını da yok eder. Walter Benjamin'in 'Tarih Kavramı Üzerine'de söylediği gibi insanlık kurtarılmadıkça, ezilenler ezenlerden intikam almadıkça, kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamayacaktır. Bacon'a göre 'öç almak vahşi bir adalettir'. Kültür kendisine yönelen tehditlerin varlığını yok etme olgunluğuna erişemeyince ya da o kudreti gösteremeyince evrim geçirmeye başlar. Alınıp satılabilen metaa dönüşen kültür bir değişim değeri taşır ancak. Bu da kültürün eleştiricisi, saflaştırıcısı olan aydında bir itibar kaybını beraberinde getirir. Burjuva toplumu kültürel topluma karşı zaferini ilan eder. Yenenler kılıçlarının kanını yenilenlerin ak libaslarında silmeye hazırdır artık. Yenen ve yenilen cephesinde olay böyle cereyan ederken anı yaşayanlar açısından toplum ve ona yön verenler, tarihseli değerlendirenler, geleneği taşıyanlar geçmiş olaylar dizgesi içerisinde enkazla hazine olanın ayrımını dikkatlice yapmak zorundadır. Geçmişin enkazını akılsızca sahiplenerek geleceğe taşımak çabası beyhude bir çabadır. Tarihi, bugünü ve yarını değerlendirecek ufkumuzda körleştirici bir etki oluşturan konformizmden, ilerlemecilikten ve özcü tarih anlayışından sıyrılmak gerekiyor. Bu sıyrılma bize aynı zamanda geleceğin, bugünün enkazı üzerinde bir ulu kişi önderliğinde kurulabileceği tahayyülünü vazeden Mesiyanik bir zindana hapsolmaktan kurtarır. Çünkü kurtuluş çoğu zaman bir yerde tarihten kopmayı, devrimci bir ideolojinin bayrağını yükseltmeyi zorunlu kılar. Yarınlar üzerine düşünen namuslu insanlar ürettikleri projelerinin günlük politik kaygılardan mı kaynaklandığını yoksa yarının tarihinin felsefesi mi olduğu konusunda ayrımları yapabilmelidirler. Bu pratik politik olanla felsefi olanın ayrımı, gelecek perspektifini netleştirmek açısından önemlidir. Günlük pratik, evet, politika üzerinden yürürken, inşa ameliyesi bir felsefeye muhtaçtır. Bu inşa da mutlaka geçmişin muhasebesini ve murakabesini gerektirir.

4. Yarın tasavvurunda bilgiden çok bilgeliğin önemli olduğunu savunmak benim için politik bir tercihtir.Bilgisiz bilgelik olmayacağını kayıt altına alarak, hangi düzeyde olursa olsun bilginin bilgece yorumunu yapmadan yarınların kurulamayacağını şiddetle savunuyorum. Bunun için dahi olmaya gerek yoktur. İnsanın ömür boyunca üzerinde çalışacağı / kafa yoracağı bir fenomenler dünyası kurması gerekiyor. Epistemolojik ve ontolojik bağlarını sürekli kontrol ederek düşüncenin sakıncalı gergin sınırlarını zorlamak bu dünyanın anlamlandırılmasında hayati önem taşır. Yarını kurmada geçmişin tahkiki ve tahlili, insanı, geleneğin savunulması açısından bir tehlikeyle yüz yüze getirir. O tehlike geleneğin kolayca hakim sınıfların en büyük tahakküm araçlarından birisi olmasından kaynaklanır. Bunun için geleneği tahakküm aracı olarak kullanmakla hayatiyetini sürdüren konformist muhafazakarlığın egemenliğini ilk elden reddetmek gerekir. Geleneği bu tahakkümden kurtarıp sorgulamayı yapabilenler geçmişin külleri arasında buldukları kıvılcımlardan bir ateşi alevlendirebilirler. Yarınları kurarken geçmişi canlandırma çabasının Flaubert'in dediği gibi ne kadar hüzne mal olacağını çok az kişi takdir edebilir. Çünkü egemenler geçmiş galiplerin mirasçılarıdır. Geçmiş galiplerle duygudaşlık, ülküdaşlık kurmak her zaman egemenlerin işlerini kolaylaştırıcı bir işlev görür. Biraz daha ileri giderek büyük çelişkilerin düşünürü Walter Benjamin'den ilham ve iktibasla şunları söyleyeyim; galipler bugünün hegemonik iktidarlarının öncülleri olarak hep zafer alaylarında yer alırlar. Alaylar ganimetleri beraberlerinde taşıyarak gösteriş yaparlar. Bu ganimetler kültürel zenginliklerdir. Geleceğin inşasının unsurlarını oluştururlar. Bu alayı izlerken insan tedirgin olmalıdır. Alayın taşıdığı zenginliğin, muzaffer bir edayla selam dağıtan beylerin malı olmadığını, adı sanı bilinmez nice insanın yüklendiği külfetin bir eseri olduğu unutulmamalıdır. Öyle ise yarın tasavvurunda geleneğin yeri ne olmalıdır? Redd-i miras sorunumuzu çözmeye yeterli bir tavır mıdır? Kültürün taşıyıcısı olan geleneğin kodlarını sorgulamakla işe başlamak akıllıca bir iş olacaktır bu noktada. Bu kodları sorgulamak, yarının inşası için sahip olunması gereken sahih kodların ne olması gerektiği konusunda bize ışık tutacaktır. Geleneğin bize sunduğu bilginin öznesi kim olacaktır ya da kimdir sorusu karşımıza çıkacak ikinci soru olur? Evet, Nietzsche'nin dediği gibi tarihe muhtacız ancak bu, bilgi bahçesinde başıboş gezinen bir aylağın duyduğu ihtiyaçtan farklıdır. Bu bilgi tarihin felsefesini ihtiva eden, sünnetullahı işaret eden bir bilgi olmalıdır. Ayıklama bilgi ile bilgelik arasında, zahirle batın arasında, zarfla mazruf arasında, rivayetle dirayet arasında, tefsirle te'vil arasında bir ayıklamadır. Tarihin öznesi kendiliğinden ortaya çıkar böylece. Tarihin yapıcıları çoğu kez yarının da yapıcıları olmuyor. Böyle olsaydı tek düzelik alıp başını giderdi. Oysa yarınlar, dünün bir izdüşümü olarak inişli çıkışlı, yükseliş ve düşüşlerin yaşanacağı bir zaman dilimi olacaktır. Nefret ve fedakarlık, 'istismara ve istihmara uğramış atalarımız' imgesiyle beslenen duygulardır, gelecek nesillerimizin nasıl kurtulacağına dair şekillendirilmiş idealle değil. Geleceğe ait idealimizi nesillerimizi nasıl ıslah edici kimseler olabilirler üzerinden kurmalıyız. Bu fedakarlık gerektirir. Sapkın ve muharref olandan nefret ve hicret, sahih olan için fedakarlık, adanmışlık ve tersine bir hicret, moda olandan kaçmak ve hep bir dar kapı arayışı içinde olmak yarınlar için imkan üretebilir. Tarih gerçekten ara sokaklardadır. Tarihin yasalarına aşina olmak isteyenler bu izbelerde topuk sürümelidir. Moda olan, popüler olan sadece geçmişin ormanlarında avlanarak bugünün avlarını geniş caddelerde yakalayan kurnaz aslanlara benzer. Bu av hakim sınıfların kurallarının geçer akçe olduğu arenalarda yapılır. Yarının tarihini kurmak için muhtaç olduğumuz tasavvur, tarihsel bir sıçramayı zorunlu kılar. Entegrizm hastalığına düşmeden sünnetullahı aşikar etmek, hayalciliğe kapılmadan maddi olanı izhar etmek zorundadır her devrimci. Devrimci düşünce Hüseyin'i Kabe'yi tavaftan alıkoyarak Kerbela'ya doğru yola çıkmaya zorlamıştır. Bu bir kopuştur. Tarihin homojen sürekliliğini koşullayan geleneğin sorgulanması tarihsel bir yırtılma oluşturur. Bu yırtılma geleneğin ihyasından geleceğin inşasına bir yol açar. Yarının tarihsel tasavvurunun ön koşulu geçmişin tarihsel kuruluşunda yatar. Geçmişi 'olmuş olduğu gibi' anlamak safsatasından kurtarıp, tarihsel yasaların rehberliğinde yeniden kurmak geleneğe düşman olmak değil onu ıslah ve ihya etmektir. Geçmişi kurmak yarını kurmanın zorunlu ön şartıdır. Geçmişe donuk bir nesne statüsü vermek doğru değildir. Geçmiş değerlendirmesinde tahakküm etmeyen bir bilgi ve bilgelik bizi paradigmatik bir fosilleşmeden korur. Sonunda faşizan bir kumaşın terzisi olduğumuzun farkına varacağımız çelebilik cilası çekilmiş bir partizanlığa düşmemek için, ibda ve inşanın imkanlarını tahakküm etmeyen bir bilgelikte aramalıyız. Ne olduğumuz, ne olmadığımız, ne olacağımız ve ne olamayacağımız hakkındaki tefekkürümüz entelektüel bağlamları tanımlamak ve değiştirmek için rol bilincimizi keskinleştirmelidir. Bu bilinç olmadan eleştiri hoşça vakit geçirmekten başka bir işe yaramaz.

5. Yarının bir tarih olduğunu ya da yarının bir "tarihi" olduğunu iddia etmemiz yadırganabilir. O halde yarının tarihi nedir? Üçüncü dünyacı aydınlar arasında önemli bir yeri olan, Afrika, Asya ve Güney Amerika'yı anlamak için Frantz Fanon, Aimé Césaire, Albert Memmi kadar önemli olan Macar asıllı Tibor Mende'den miri malı olarak aldığımız 'Yarının Tarihine Bakış', Doktor Şeriati'nin tabiriyle devrimci bir bakıştır. Çünkü bu tabir yenidir ve tarihi dünden yarına özgüleyen bir kopuştur. Ben bu tanımlamayı her seferinde Kur'an'ın kavramları yeniden inşa etmesine, hali hazırda varolan kavramlarda bir mahiyet ve muhteva değişikliği meydana getirmesine benzetirim. Bu mahiyet değişikliği bir tasavvur inşasına varır sonunda. Tibor Mende'nin yarın ve tarih kavramlarını bir araya getirdiği bu devrimci terkip, linguistik ve etimolojik olarak dünü çağrıştıran tarih kavramından yarına özgü bir tarihe geçişi gerektiren tasavvuru kurar. Ve biz yarının tarihi üzerine konuşabilirsek ya da yazabilirsek ancak tarih değer kazanabilir. Yarının tarihi üzerine kimler konuşabilir? Ya da kimler konuşmalıdır? Toplumlar eski devirlerden beri hep piramidal bir yapı arz etmişlerdir. Malumdur ki piramit tabanda geniştir ve yukarılara çıkıldıkça daralan bir yapıdır. Bu piramidin geniş tabanında halk yığınları yer alır. Bunlar tebaadır. Yukarılarda ise onları yönetenler, onlar adına konuşanlar, sanatı, edebiyatı, düşünceyi, bilgiyi üretenler, dikte edenler yer alırlar. Bunlar çoğu zaman siyasal elitler, bilim adamları, aydınlar, gazeteciler gibi kişilerdir. Toplumu yönlendiren bu kişilere topluca "aydın" adı verilir. Olumlu veya olumsuz olarak nitelendirsek de bunlar aydın adını alırlar ve bir sınıf oluştururlar. Bununla beraber bir zümre veya çok sınırlı sayıda ve hatta bazen birkaç kişi daha bulunur ki; bunlar ne geniş halk tabakası içerisinde yer alırlar ne de aydın entelektüeller içerisinde bulunurlar. Çünkü bunlar aydınların taşıdığı yaygın kanaatleri kabule yanaşmayan ve onlarla çelişen kişilerdir. Onların söyledikleri ve işaret ettikleri şey halen aydın ve entelektüelin farkında olmadığı veya inanmadığı yeni düşüncelerdir. Bunlar o kadar sınırlı sayıda olurlar ki kendileri bir sınıf oluşturmaktan uzak kalırlar. Onlar topluma hakim olan ruha, entelektüel gelenekçiliğe, geçerliliği hususunda kimsenin şüphe duymadığı idrak ve bilim metoduna muhalif yeni şeyler terennüm ederler. Bunlar yarının tarihi üzerine konuşabilme yeteneğine ve yetkinliğine sahiptirler. Fakat zamanla bunlar da düşüncelerini yaygınlaştırır, geliştirir, düşünme biçimlerini yaygın yargıların arkadaşlığına terk ederlerse kendilerini aforoz eden aydınların koltuklarına oturmayı başarırlar ve artık kilisenin anahtarları kendi ellerine geçmiş olur. Böyle bir tehlikeyle yüz yüze olduklarını unutmadan yarının tarihi üzerine konuşabilecek kişiler yine de bugün için bu kişilerdir. Yarının tarihi üzerine yazmak için ben böyle bir adam mıyım? Bunu zaman gösterecek. Ben yarının tarihi derken, tevhidi alt yapıyı, şirkin sosyolojisini, mektebimizin yapıcı, yıkıcı ve onarıcı unsurlarını, içimizdeki ve içimizden çıkacak şahsiyetlerin rolünü, harekete dönüşebilecek bir düşünceyi, gelecek nesillerin felahını ve daha birçok şeyi anlıyor, bunlar üzerine düşünmenin ve bunları bir usul üzere kurmanın hayatiyetine dikkat çekmek istiyorum. Tarihin seçmeci özelliği, yarının tarihi için de işleyecek bir sünnettir. Çünkü ilahi irade kendisine yönelen kullarını sürekli içinde bulundukları durumda bırakmayacak, sonunda murdar olanı temiz olandan ayıracaktır. Yarının tarihinde olgularla değerlerin çarpışması, birbirini etkilemesi, birbirini dönüştürmesi kaçınılmazdır. Değerler skalasını yükseltmeyi hangi şart altında olursa olsun öncelemeyenler mutlaka bir sapmaya uğrayacaklardır. İslam'ın tarih felsefesi olgular dizgesinde bir ilerlemeyi reddetmez ancak değerler skalasında döngüselliğin olduğunu da mutlak kabul eder. Değerler skalasında düşüş yaşayan toplumları, kavimleri ilahi irade başka kavimlerle giderir. Eğer bir kısım insanlar diğer bir kısım insanlarla savılmasaydı, yeryüzü altüst olur, mescitler, manastırlar, havralar ve kiliseler yok olur, fitne insanları boğardı. Yarının tarihinde Allah güçsüzleri lütfuyla varisler kılmak istiyor. O sebeple inkar edenlerin refah içerisinde diyar diyar dolaşmaları değerler sistemine iman edenleri aldatamaz, saptıramaz. Yarının tarihi insanın yeryüzü serüveninin imkanlar sunan bir evresidir. Dünün tarihi artık bir ibret levhası olarak okunabilir. Yarının tarihi öyle değil. İnsanın yeryüzü serüvenine bilinçle yaklaşmak, yarının tarihini bilinçle okumak demek, iyi ile kötünün, mazlumla zalimin, tevhitle şirkin, şeytanla insanın, Habil'le Kabil'in, Musa ile Firavun'un, İbrahim'le Nemrut'un, Harun'la Samiri'nin, Ebuzer'le Muaviye'nin, adaletle zulmün, olguyla değerin savaşında galip gelecek olanın yarının tarihini kuracağını unutmamak demektir. Yarın, karşıt eğilimler arasındaki geçişler, dalgalanmalar, bir taraftaki düşüşler ve diğer taraftaki yükselişler, bir taraftaki yozlaşmalar, diğer taraftaki ıslah ve çözümlerden ibarettir. Bu sınıfsaldır. Bu sınıflar sağcılık solculuk, ilericilik gericilik sınıfları değildir. Bu namuslu ve namussuz insanların oluşturduğu sınıflardır. Namus-u Ekber'in mesajına kulak verenlerle, kulaklarını tıkayıp, örtülerini yüzlerine kapatanların mücadelesi işte böyle sınıfsaldır. Hak ve batıl, tevhit ve şirk sınıfları. Yarının tarihini bir nesne olarak şekillendirmek isteyen zorbalara karşı yarının tarihinin öznesi ancak ve ancak adil şahitler olarak Müslümanlar olabilir. Bu süreç tarafsız değildir ve Allah kötülükten sakınan ve salih amel işleyenlerle beraberdir. Allah İbrahim'e seni insanlara önder yapacağım demişti. İbrahim buna sevinmiş ve "benim soyumdan da Ya Rabbi! önderler çıkar" deyince Allah Azze ve Celle 'Benim ahdim zalimlere ermez' demişti. Yarına varis olmak isteyenler, önder olmaya oynayanlar, önde gidenler nefislerini ve nesillerini zulümden, isyandan, tuğyandan, şirkten ve her türlü modern ifsattan sakındırmalıdırlar. Yarının tarihi demek hayatın kendisi demektir. Bireysel ve izole gerçeklerin, acıların, mutlulukların, kederlerin hiçbir anlamı yoktur. Onlar bir ümmetti geldi ve geçti. Siz de bir ümmetsiniz geldiniz ve geçiyorsunuz. Onların yaptıkları onlara. Siz ne yapıyorsanız o da size. Yarın ne yapacağını bilmeyene yol gösterecek kimse yoktur.  

13-07-2014 22:13
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları