- 30-03-2015
- 0 yorum
- 7064 okunma
Cemâleddîn Efgânî Seyyid Muhammed İbn Safdar, 1254-1314 H./ 1838-1897 M.
İleri görüşlü ve açık fikirli bir bilgin, büyük bir mütefekkir olarak tanınan Cemâleddîn Efgânî, her şeyden evvel şarkın uyandırıcılarından biridir. İslâm Âlemine hürriyet fikirlerini aşılamış, Müslümanları uyandırmak için gece gündüz demeden, durmadan didinmiştir. O, hem muharrir, hem hatip bir zattır. Kalemini ve dilini İslâm davalarına vakfetmiştir.
Başlıca iki gâyesi vardı:
1- İslâmî uyandırmak, ıslâhat yapmak, medeniyet yolunu göstermek.
2- Müslüman ülkelerini Avrupalıların siyasi ve iktisâdı nüfuzundan kurtarmak.
O, Müslümanları cehalet karanlığından, gaflet bataklıklarından kurtarmak için çalıştı. İstilâcılara karşı amansız bir düşmandı. Zillete katlanmayan, izzet-i nefsini çiğnetmeyen şerefli ve yorulmaz bir mücahid idi. Parlak bir zekâya, ateşli bir mizaca sahipti. Keskin bakışları, cehâlet bulutlarını, gaflet sislerini dağıtan birer güneş gibi idi. Son asırlarda İslâm ülkelerinde görülen hürriyet davranışları onun eseridir. Baktı ki: İslâm âlemi uykuda. Uyan! diye haykırdı. Gördü ki: Müslüman ülkelerinin çoğu istilâ altında. Kalk, silkin! diye seslendi. Müslüman ülkelerini yabancı boyunduruğundan, siyâsî ve iktisâdı esâret ve tahakkümlerden kurtarmak için Müslümanların uyanmasının; gafletten silkinmesinin, zilletten, meskenetten kurtulmasının şart olduğuna kani idi. “Her millet kendi millî varlığını duymalı, uyanmalı” diyordu. Millî cereyanlara aslâ karşı değildi. Kuvvetli milletlerden meydana gelen İslam camiasının da kuvvetli olacağı şüphesizdi.
Milliyeti hakkında rivâyetler muhteliftir. İranlı, Afganlı, Türk olduğunu ileri sürenler var. Talebesi Muhammed Abduh’un yazdığına göre, meşhur muhaddis Ali Tirmizi vasıtasıyla nesebi Hazret-i Ali’nin oğlu Hazret-i Hasan’a varır. Onun için Seyyid unvanını kullanırmış.. Kendisinin anlattığına göre Kâbil şehrine üç günlük mesafede bulunan Küner köyünde veya Hemedân civarında Esadâbâd’da doğmuştur. Ailece Hanefî mezhebinde idiler. Çocukluğu ve gençliği Afganistan’da geçti. 8 yaşında iken Türkçe konuşmasını bilirdi. Ahmed Ağaoğlu bir yazısında Afganlı’nın Azerî Türkü ve Merâgalı bir âileden olup Hemedan civarında doğduğunu ve süt emer bir çocukken Afgan’a hicret ettiklerini bizzat kendisine söylediğini yazıyor.1
Küçük yaşında babası ile Kabil’e gelmiş, ilk tahsilini orada yapmıştır. 8 yaşında tahsile başlamış, 10 sene tahsiline devamla çağında mutâd İslâm ilimlerini Kâbil medresesinde öğrenmiştir. Ayrıca felsefe ve müsbet ilimlerle de ilgilenmiştir. Arapça, Farsça ve Türkçe bilirdi. Avrupa lisanlarından bazılarına da vakıftı. (Fransızca bilir, İngilizce ve Rusça anlardı). 18 yaşında iken Hindistan’a gitti. Bir sene kadar Hindistan’da kaldı. Oradan Hacca yollandı Birçok yerlere uğrayarak 1273 H. de Mekke’ye vardı. Hac’tan sonra Afganistan’a dönerek Emîr Dost Muhammed Han devrinde me’muriyete girdi. Hükümet adamları arasında yer aldı. Onun vefatı üzerine yeni Emîr Şir Ali’nin biraderi Muhammed A’zamla olan sıkı dostluğu yüzünden memlekette, Şir Ali Han’ın mevkie gelmesi dolayısıyla, patlak veren sülâle kavgalarına karışmış oldu. Kısa bir müddet Muhammed A’zam'a Müşâvir-i Hâslık yaptı. Yine iç savaşlar başladı. Muhammed A’zam’ın düşmesi üzerine o da Afganistan’dan ayrıldı, Hindistan’a geçti. (1285) H.
İngilizler uzun müddet Hindistan’da kalmasını tehlikeli gördüler. Bu yüzden Hindistan’ı terke mecbur kaldı. Oradan Kahire'ye geldi. Mısırda iyi karşılandı. Ezher Ulemâsıyla ve talebesiyle tanıştı, dostluk kurdu. Husûsîi kâmetgâhında talebeye ders verdi. Musahabelerde bulundu. Bu, İslâmî uyandıran ilk ses oldu. Şark böyle bir ses bekliyordu. Fakat kimse cesaret edemiyordu. Onun için bu sesi alkışladılar ve etrafında toplandılar.
Mısır’da uzun müddet kalamadı. İstanbul’a geldi. (1286 H.-1870M) İslâm âleminde hayli şöhret yapmıştı. İstanbul’da yüksek tabaka Ricali, Bâb-ı Âlî erkânı onu pek samimi karşıladılar. Bir iki gün sonra Sadrazam Âlî Paşa tarafından kabul edildi. Hükümetten ve halktan itibar gördü. Ayasofya ve Sultan Ahmed câmi’lerinde va’z etmeğe davet edildi. 6 ay sonra kendisine Meclis-i Kebir-i Maarif azalığı verildi.
Dârü’l -fünun’daki konferans:
Afgânlı’nın şöhreti günden güne artıyordu. Takdirkârları çoğalıyordu. Gafletten bunalan, ilim ve irfana susayan ilerleme âşıkları, İslâm âlemini uyandırmağa ve yükselmeğe davet eden bu seste aradıklarını bulur gibi olmuşlardı. Fakat mezar taşı gibi câmid bir halde duranlar bundan gocundular; Afganlı’nın aleyhinde bulunmağa başladılar. 110. Şeyhu’l- İslâm Haşan Fehmi Efendi de onu muzır fikirler yaymakla itilâm ve saraya jurnal etti. Abduh diyor ki: “Maarifin yayılması hususunda gösterdiği yolları takibe arkadaşları taraftar olmadılar. Gösterdiği yolların bir kısmı da Şeyhu’I-İslâm Haşan Fehmi Efendinin işine gelmiyordu. Bu yüzden kendisine kin bağladı.” Nihayet Dârü’l-fünun’da verdiği konferans bahane edilerek dedikodular arttı; aleyhinde bulunanlar çoğaldı. Seçkin bir dinleyici kitlesi önünde verilen bu konferanstan biraz bahsedelim:
Dârü’l-fünûn halka konferanslar tertip ediyordu. 1286 H. 1870 M. senesi Ramazanında buna başlanmıştı. 1287 senesinde de bunlara devam olunacaktı. 1 Recep 1287 tarihli Takvim-i Vakâyi gazetesi, Müsâmerât-ı İlmiye ve Edebiye başlığı altında şunları yazıyor:2
“Envâr-i bâhiru’l-âsâr ulûmu fünûn ile ez hân A halkın tenviri ve bu veçhile saadet-i efrad-u millet ve ma’muriyet-i bilâd-u memleket kazâyâ-yı mühimmesinin istihsâli esbab-i husûli zımmında bir vakittenberi memâlik-i mütemeddine de geceleri....(Konferanslar vermekte) olduklarından bu sûretle mebâd-î ulûm u fünûna bile muttali’ olmayan efrad-ı ahâli kendilerinin anlayacakları sûrede râd olunan Makalât-ı İlmiyeden istifâde ile tahsil-i malûmat-ı ibtidâiye eylemekte olup bu suretin ise terbiye-i ehali cebilvücûh fevâidi ve muhassenatı meşhud olmasına mebni geçen sene Ramazan-ı şerifi gecelerinde Dârü’I-fünûn-ı Osmânı dershanelerinde ba’zızevât-ı maârif-simât çıkıp olvechile mesâil-i muhtelifeye dâir makaleler (konferanslar) irâd etmiş ve bilcümle huzzâr ve müstemiîn bundan müstefîd olmuş olduklarından işbu usûl-i mehâsin-şumûlün bu sene-imübâreke Ramazan-ı şerifi gecelerinde dahi icrası kararlaştırılmış olmakla her gece irâd-ı ehâlice fâideli görünen mebâhıs ilmiye ve edebiye ve hikemiyenin defteri bervech-i zir dere kılınmış olduğundan erbâb-ı maârif ve himmetten bervechausûl Dârü’l- fünûna mezkûrda irad-ı makalât-ı ilmiye etmek emel ve arzusunda bulunan zevat-ı kiramın âtiyüzzikir bahislerden kangısını intihap ve tercih eyler ise ol bahsi ve Ramazan-ı şerifin hangi gecesi ona dair makale “konferans” irad eyleyeceğini Dârü’l-fünûn-ı mezkûr müdüriyeti canibine beyan ve iş’âr eylemesi ilân ve ihtar olunur.”
Bundan sonra konferans konuları gösteriliyor. Biz hangi ilimlere dâir olduğunu belirtmek için yalnız başlıkları işaret edelim:
1- Hikmet-i Tabîiyye, 2- Kimya, 3- İlm-i Cevv-i Hevâ, 4- Heyet-i Âlem, 5- îlm-ı Tabîat-i İnsan, 6- Tıp, 7- Tarilı-i Tabiî, 8- Tabakât-ı Arz, 9- Ziraat, 10- Terakkiyât-ı Ulûm ve Sanâyi, II- İlm-i Servet “İktisâd”, 12- İlm-i Hukûk, 13- Ahlâk, 14- Edebiyat,
İşte bu seri konferanslar arasında, Dârül-fünûn Müdürü Tahsin Efendi, sanayii teşvik gayesiyle bir konferans vermesini Cemaleddîn Efgânî’den rica eder. Efgânî, Türkçesinin zayıf olduğunu ileri sürerek özür diler. Fakat ısrar edilince razı olur. Vereceği konferansını yazarak zamanın Maarif Nazırı Safvet Paşa’ya, Meclis-i Kebir-i Maârif Âzası Münif Paşa’ya göstermiş, onlar da konferansı pek beğenmişler.
Cemâleddîn büyük şöhret yapmış bir zât olduğundan konferans günü halk Dârü’l-fünun'a koşmuş. Hükümet adamları, âlimler, gazeteciler, vüzerâdan bir kısmı orada imişler. Cemâleddîn hazırladığı konferansını vermiş. Konferansında, insanın yaşayışı canlı bir vücuda benzetiliyor. San’atlardan her biri bu canlı vücudun birer organı olarak gösteriliyor. Hayatta her organın nasıl bir vazifesi varsa sanayiin de maişette öyle bir faidesi bulunduğu anlatılıyor. Meselâ: Memleket idaresi, iradenin merkezi olan dimağ mesabesindedir. Demirciliği kollara, çiftçiliği karaciğere, gemiciliği ayaklara benzetmiş. Her organı böyle teşbihlerle açıklamış. Nihayet şöyle demiş: “İnsanlara ait saadetin vücudu bunlardan meydana gelir. İnsanlığın cismi bu suretle teşekkül eder. Ruhsuz bir cisim için hayat yoktur. Bu cismin, yani beşer saadetinin ruhu ise ya nübüvvettir veya hikmettir. Yalnız bunların arasında fark vardır. Zira nübüvvet İlâhî bir atiyedir ki, nâsin eli buna erişemez; çalışmakla elde edilemez. Allah dilediğine verir. O vehbîdir. Hikmet ve felsefeye gelince: Bu kesbîdir. Fikir ve görgü ile kazanılır. Sonra peygamber hatadan masundur. Halbuki hakîm hataya düşebilir.3
İşte Şeyhü’l-İslâm Hasan Fehmi Efendi, sanata âit konferansında peygamberlikten bahsedilmesine takılmış, “peygamberlik san’attır, diyor” diye gürültüyü kopartmıştır. Başında bulunduğu Meşihat tarafından Cemâleddîn hakkında soruşturma yapılmış; konferansında bulunanlardan sorularak takibata geçilmiş. Efganî’nin din ve ilme aykırı bir söz sarf etmediği muhakkak iken Şeyhü’l - İslâm hasedinden haktan bir batıl çıkarmağa çalışmış; sanata dâir verilen bir konferansta peygamberlikten bahsetmesini fırsat bilerek Cemâleddîn’in, “Nübüvvet san'attır” iddiasında bulunduğunu etrafa kasten yaymış, hatta camilerde bunu halka etraflıca, anlatmaları için vâizleri teşvik etmiş. îskolastik zihniyetin tamamiyle esiri olan dar kafalar, Efganlı’nın getirdiği yeni fikirleri anlayamazlardı. Birçok şeyleri hazm edenler, bunları hazmedemediler; ona saldırmağa başladılar.
Cemâleddîn haksızlığa tahammülü olmayan, zulme karşı feveran eden ateşli bir adamdı. Konferansının böyle kötüye yorulmasına hiddetlendi, kızdı. Şeyhu’l-İslâm'la muhâkemesini bile istedi.Bazı dostları Cemâleddîn’e sükûnet tavsiye ediyorlardı. Fakat hakikat yolcusu olan, bu uğurda terk-i dâr u diyar eden, müstebid hükümdarlara, İslâm ülkelerini istilâ eden müstemlekecilere kafa tutan bu ateşli mücâhid, bu haksızlığa nasıl tahammül ederdi. Şeyhul-İslâm ise vâizlerini seferber etmiş, bu garîb misafir aleyhinde boyuna söyletiyordu.
Ders vekili Filibeli Halil Efendi. Süyûfu’l-Kavâtf adlı bir eser kaleme almış, kesici kılıçlar demek olan bu eserle boyuna kesip biçiyordu, ama mazlumların boynunu kestiğinin farkında değildi.
“Dârü’l-Fünûn’da peygamberliğin sanayiden sayıldığı bâtıl iddiası ile fesâda çalışan bir müfsidin muzır telkinlerinden sâde dil Müslümanlar arasında hasıl olan kötü tesirleri gidermek, fena izleri silmek ve merkumun (Cemâleddîn’in) şeriat nazarında cezasının ne olduğunu göstermek için İrâde-i Seniyye-İ Hilâfet-penâhi ile kaleme alındığı-Türkçe tercümesinin başında söyleniyor. İrâde-i Seniyye ile olup olmadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa içindeki hükümlerin İslâm dinine uygun olmadığıdır. İslâm dini böyle İslâm uğrunda kendini fedâ eden Cemâleddinleri katletmek için gelmiş bir din değildir. Eserde Nübüvvet ve hikmet (Felsefe) meseleleri ele alınıp Cemâleddîn’e hücumlar yağdırılıyor. Meselâ: “Kaail-i merkûmun mezkûr kelâmı kendi zu’munca felsefe ve hikmetin dâreyn saadetine isal için kifâyet eder olduğuna ve bir de nebî olan zât-i şerifin hikmet ve felsefeye muvâfık olup ana muhâlefet etmeyeceğine ve kavâidi felsefeyi hedm eylemeyeceğine delâlet eder. Hâlbuki her kim se bu îtikadlarda bulunur ise kâfir olur. Her Müslüman ki irtidad eder; eğer tâib olmazsa derhal katlonulur.4
Bu hikmet düşmanlığının sebebini nedir? Hâlbuki hikmet Kur’an-ı Kerim’in övdüğü birşeydir. Merhum Hamdi Yazır (Yü’til-Hikmete men yesa) âyetinin tefsirinde5 hikmetin bütün mânalarını ne güzel anlatır. Hikmet düşmanları o satırları okusunlar da biraz hikmet öğrensinler. Burada hikmetin 23 türlü mânaya geldiği gâyet güzel izâh olunmaktadır.
Maddiyyûna red için eser yazan Cemâleddîn nasıl olur da dinsizlikle itham olunabilir? M. Reşit Rıza bu husustan bahsederken şöyle diyor: “Aklı ilimlerde yüksek olan kimseleri anlayamıyorlar, dinsizlikle itham ediyorlar. İbn-i Sîna, îbn-i Rüşd, Ebû’l-Hasen Şâzelî, Muhiddîn Arabî, Huccetü’l-Islâm Gazalî hep aynı ithama uğradılar...6
Büyük İslâm Şâiri rahmetli Mehmed Akif, Cemâleddîn Efgânî’nin böyle uluorta dinsizlikle itham olunmasından müteessir olmuş, bu isnadları red için Sırat’ı Müstekim dergisinin Cemaziye’l-Evvel-1328-Mayıs 1326 tarihli 90. sayısında Cemâleddîn Efgân-î başlıklı bir yazı yazmıştır. O yazıda şöyle diyor:
“Benim bugün yapmak istediğim birşey varsa o da Hazretin hâtıra-i pâkine sürülmek istenilen bir lekeyi, bu levs-i bühtânı göstermek, onun mahiyetini, nereden geldiğini tetkik eylemektedir.”
Bundan sonra meşhur konferans hâdisesinden bahsederek Şeyhû’l-İslâm'ın hased yüzünden Cemâleddîn’i küçük düşürmek için ona dinsizlik isnad ettiğini anlatıyor,
Akif, Sıratı-ı Müstekim’in 91 inci sayısında yine Cemâleddîn Efgânî mevzuuna dönüyor ve Hasbihal başlıklı yazısına şöyle başlıyor:
“Geçen hafta merhum Cemâleddîn Efgânî’ye dâir bir kaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnad edilmek istenilen dinsizliğin pek yanlış bir tevcih, olduğunu göstermek idi...”
Akif, bundan sonra şuna buna yapıştırılan tekfir meselesine temasla şöyle devam ediyor: “Müslümanlıkta en güç bir şey varsa o da bir adama dinsiz pâyesini vermekten ibaret olduğu halde fazlını, irfanını ikbalini, şöhretini çekemediğimiz yahut tarz-ı tefekkürünü kendi meşrebimize muvafık görmediğimiz kimseleri bu hasbî rütbe ile nazardan düşürmek nedense bize pek kolay geliyor”
“Lüzûm-ı küfür başka, iltizam-ı küfr yine başka iken, yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirini icap eden bir adamı yüzde bir ihtimal İle kurtarmak üzerimize farz iken biz, bil’akis binde bir ihtimal-i zayıf ile yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz, gerideki 999 ihtimal-i imânı nazara bile almıyoruz..”
“En garibi şurasıdır ki, bütün aktâr-ı İslamiye’de bu unvan ile teşhîr edilen adamların kısm-ı azamî Müslümanlığı, Müslümanları müdafaaya vakf-ı hayat etmiş olan ekâbir-i ümmettir; fedâkârân-ı millettir”7
Kör taassubun en şiddetli düşmanı olan Akif, o gibiler için bakın ne diyor: “Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerde dinsizlik modasını hemen hemen mazûr göreceğim geliyor. Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim mutlaka İslâm’ın en büyük düşmanı olurdum”8
İşte aklı başında olan her münevverin şikâyet ettiği bu kör taassup Cemâleddîn’in bu nutkunu bahane ederek hem o büyük din mücahidine ve hem de memleketin ilim ve irfan yuvası olan Dârü’I-fünun'a hücuma geçti. Cemâleddîn’i İstanbul’dan kovdurdu, Darü’l -fünûn’u da kapattı, Mehmed Ali Aynînin Darü‘l-fünun Tarihi adlı eserinde, Safvet Paşanın Sadullah Paşaya gönderdiği bir mektubun sureti var. Bu mektupta Darü’l-fünun'un açılışında kendi tarafından, Münif paşa ile Cemâleddîn Efgânî tarafından kırâet olunan Türkçe kelimâttan bahsederek Murad-Molla Tekkesi şeyhinin bunları âyât-i Kur’âniye ve ahâdîs-i şerife zanniyle ellerini kaldırıp duâ ettiğini de kaydediyor. “Meçhûlü’l-efkâr ve ahval bir Efganlı’nın sun’-ı Hüdâ olduğunu murad ederek Nübüvvet bir san’attır demesi, güçlükle meydana gelen bir ilim ocağının lağvini mucip olmuştur, diyor.9
Cemâleddin Efgânî’nin bu konferansı 1287 ramazanındaydı. Onun bir de 1286 yılında Zilka’de ayında Dârü’l-fünun’un açılışında söylediği Arapça bir hitabesi vardır ki, 22 Zil- ka.’de 1286 tarihli Takvim-i Vakayı de yayınlanmıştır. O Devri aydınlatması, Efgânî'nin fikirlerine ışık tutması bakımından önemli olan o hitabenin tercümesini veriyorum:
“Allaha şükürler olsun ki, İslâm Devlet-i Aziziyesi(*) göklerinde nice parlak güneşler meydana getirdi; onların ışıklarıyla bütün cihanı aydınlattı; onları vükelâ yaptı ve hilafet kehkeşanına koydu. Müslüman Osmanlı imparatorluğu gökyüzünde ışıldayan aylar meydana çıkardı; onların aydınlığıyla bütün insanoğullarını nurlandırdı; onları vüzerâ yapıp adâlet bölgesine yerleştirdi. Yüksek akıllar, temiz nefsler sahiplerine, hâssaten aklı- küll olan ve hidayet yollarını gösterene ve onların nurlarından nur alıp yüksek makamlara ulaşanlara salât olsun.
Kardeşlerimiz; basiret gözünü açınız; ibret gözüyle bakınız. Gaflet uykusundan kalkınız. Bilmiş olunuz ki, İslâm milleti mertebece en kuvvetli, kıymetçe en değerli idi. Akıl, dirayet ve ferasetçe çok yüksekti. Mücahede ve çalışma bakımından en çetin şeylere göğüs germekteydi. Sonradan millet rahata ve tembelliğe daldı. Medrese köşelerinde, tekke bucaklarında kaldı. O derece ki iyilik nurları söneyazdı. Maarif bayrakları silineyazdı. İkbâl güneşleri, kemâl halindeki dolunay tutulmaya yüztuttu. İslâm milletlerinin- bazıları, başka milletlerin istilâsı altına düştü. Onlara zillet elbisesi giydirdiler. Aziz olan milleti zelil ettiler. Bunlar hep uyanık bulunmamak, tembellik yapmak, az; çalışmak ve dirayetsizlik yüzünden oldu.
Şimdi ise, Tanrıya şükürler olsun, Emîrü’i-Mü’minîn ve zıllü Rabbil-Âlemin sayesinde- Allah onunla dini ve devleti kuvvetlendirsin ve onun doğruyu gören yetişkin vükelâsının ve vüzerâsının himmetleriyle bu memlekette İslâm milleti uyanmağa başladı; her taraf aydınlandı. Neredeyse aydınlığı gözleri alacak. Saltanat-ı Muhammediye’nin şeref güneşi batı taraftan doğdu, ışıkları bütün ülkelere yayıldı.
Kardeşler, Emîru’l-Müminîn ve doğru yolda giden vükelâsı bizlere mektepler, hikmet evleri, ilm ü irfan yuvaları, Dâru’l -fünunlar açtılar. Biz de her maarifi elde edelim. İnsanlık merdiveninde biz de yükselelim. Kendimizi cehâletten ve hayvanlık vasıflarından kurtaralım. Bu iyiliklerinden dolayı onlara dua etmek, teşekkür etmek bize borçtur. İzzet ve şerefe götüren kemâlâtı tahsil etmeye çalışmamız gerekir. Ömrümüzü boş yere telef etmekten sakınalım. Fırsatları kaçırmayalım. Kendimize ve milletimize faydalı olan şeyleri bir yana bırakarak ömürlerimizi faydasız şeylerle geçirmeyelim. Geçmişlerin şerefini, gelecek nesillerin hukukunu zayi etmeyelim. Bu uğurda rahatımızı terk ederek çalışmalıyız. Bütün düşüncelerimizi, milletimizin ve ebnâ-yı cinsimizin şerefle yükselmesi için harcamalıyız. Hikmet mertebelerine götüren yollara girmeliyiz. Milletin şerefini arttırmaya çalışmalıyız.
Kardeşlerim, artık medenî milletlerden ibret almayacak mısınız? Başkalarının yaptıklarına bir bakın. Çalışmayla maârifin sonuna, yükselmenin gayesine ulaştılar. Artık bizim için de bütün sebepler hazırlanmıştır, terakkiye hiç bir mani kalmamıştır. Ancak tembellik, akılsızlık ve cehâlet ilerlemeye engeldir. Bunları açık söylüyorum. Sonunda bu âdil devlete iltica ederek buraya göçme nimetini bana verdiğinden dolayı Allaha hamd-ü senâlar ederim. Beni ve sizleri bu devletin nimetlerinin kadrini, iyiliklerini bilenlerden eylesin. Benim ve sizlerin hepimizin üzerinden rızasını eksik etmesin. Ve bu devlete ilelebet zevâl vermesin.”
17 Ramazan 1287 günlü Takvim-i Vakayi, Dârü’l-fünun müdürü Tahsin efendinin hasbel-icâp vazifesinden ayrıldığım yazıyor. Âlî Paşanın Sadrazamlığı müddetince Dârü’l-fünun’a kilit vuramadılarsa da iki seneden beri Ramazanda verilmekte olan bu halk konferansları derhal kesiliyor. Âlî Paşanın ölümü ile Dârül-fünun da kapatılıyor.
Cemâleddîn için hilâfet merkezi olan İstanbul haram oldu. Bilâhare arzu ettiği takdirde dönebilmek üzere İstanbul’dan uzaklaşmasına dair makam-ı sadâretten emir çıkıyor. Bu ne acı bir şeydir. Sâdık tilmîzî Abduh’un dediği gibi, hakkına nâil olamayarak ve hiddetini içine gömerek İstanbul’dan ayrıldı. 1288 Muharremi başlarında Mısır’a vardı. Konferans Ramazan ayında olduğuna göre konferans hâdisesinden 3-4 ay sonra İstanbul’dan ayrılmış oluyor.
Mısır hükümeti ve aydınları Cemâleddîn’i çok samîmi karşıladılar. Bilhassa Riyad Paşa çok îzaz ve ikram gösterdi. Hükümet kendisine ayda bin Mısır kuruşu tahsisat bağladı; herkesten sevgi ve saygı gördü. Gençler ve talebe kendisine müracaatla ilminden, fikirlerinden istifadeye koyuldular.(**) Evi bir mektep halini almıştı. Musahabeleriyle, konferanslarıyla karanlıklar içinde bulunanlara ışık tutuyor, nura müştak genç dimağlarda birer meşale yakıyordu. Felsefe, Kelâm ilminin yüksek esaslarından bahsediyor. Heyet, Fizik, Usûl-i Fıkıh ve Tasavvuf dersleri veriyordu. Talebelerini düşünmeğe, görmeğe, anlamağa ve yazmağa teşvik ediyordu. Bu gayet mühim bir işti. O zamana kadar ihmal olunmuştu. Bu çığırı o açtı, Abduh’un dediği gibi: Eli kalem tutan gençler ondan ders ve ilham aldı. Düşünmeyen kafalar düşünmeye, yazmayan kalemler yazmağa başladı. Mısır’a gelişi Arap ülkelerinde başlayan fikir hareketinin başlangıcı oldu. Akılları saran evhamı bertaraf etmeğe çalıştı. Gönüller taze can buldu, basiretler aydınlandı, talebesini yazıcılığa, edebî, dînî, hıkemî yazılar yazmağa teşvik etti. Onun himmeti sayesinde Mısır’da yazı yazmak sanatı ilerledi. O zamana kadar çeşitli konularda yazabilecek kalem sahipleri pek azdı. 10 seneden beri Mısır’da genç ihtiyar yazı yazanların hemen hepsi ya Cemâleddîn’den veya onun talebesinden birinden ders almışlardır. Bu hakihati inkâr eden inatçı ve nankördür. Birçokları ona hased ettiler, bazı felsefi ilimleri öğretmesi vesilesiyle ona ta’n etmeğe başladılar.10
Cemâleddîn vardığı yerde millî uyanış fikrini aşılardı. Her millet uyanmalıdır, diyordu. Bu da millî benliğini duymakla olur. Milli duygulardan yoksun millet ölü demektir. Millî cereyanlar İslam’ı sarsmaz, bilakis kuvvetlendirir. Kuvvetli parçalardan teşekkül eden İslâm camiası elbette kuvvetli olur. Onun için millî cereyanlara karşı gelmedi, Onları destekledi. Bu, şarkın uyanışında bir âmil oldu. Bazı kimseler aleyhinde bulunduğu halde o millî şâirimiz Mehmed Emin’i takdir ediyor, onu millî şiirler yazmağa teşvik ediyordu. Mehmed Emin’e imzalayarak resmini vermişti. Bu, takdirinin bir nişanesidir.
Her manasıyla İslam’ın uyandırıcısı olan Cemâleddîn ateşli bir adamdı. Sözleri tesirli idi, etrafındakileri zekâsiyle, bakışlarıyla, sözleriyle teshir ederdi. İstibdadın, istilâcıların aleyhinde idi. Hürriyet istiyordu. Milletlerin gelişmesi için bunu baş şart görüyordu. İslâm’ın uyanıp gelişmesi hiç işine gelmeyen İngiltere daima bu İslâm mücahidini takip ediyordu. Mısır’da siyasî karışıklıklar oluyordu. Mısır’da İngiliz fevkâl’ade komiseri (Komiserü’l- Âli) tahriklere başladı. Ezher çevrelerinde de Cemâleddîn’den hoşnut olmayanlar vardı. Çünkü Ezher’de ıslahat yapılmasını istiyordu. Bu ise dar görüşlü, mâzıperest-muteassıb zümrenin işine gelmiyordu. Nihayet 1296H./1879M. Eylülünde İngilizlerin isteği ile bu garip mücahit, arkadaşı Ebu Türâb ile birlikte Mısır’dan çıkarıldı. Ezher’de ondan hoşnut olmayanlar var ise de Mısır’dan kovulması İngiltere ve Fransız hükümetlerinin tesiriyle, siyasî sebepler yüzündendir. Ezher Ulemâsının bunda bir tesiri yoktur. Bunu terceme-i halini yazanlar böylece açıklamaktadırlar.
Mısır’dan Hindistan’a gitti. Evvelâ Haydarabat’ta kaldı, Mısır’da Ârâbı isyanı, kargaşalık çıktığından, bir müddet Kalküte’de ikamete memur edildi. Orada iken meşhur Dehriyyûn risalesini kaleme aldı. Bu eseri Matematik Muallimi Muhammed Vasıl’ın soruları üzerine 1298/1881 de yazdı. Arâbî vakası yatıştıktan sonra İngiliz hükümeti, İslâm memleketlerini terk etmesini kendisine bildirdi. O da Avrupa’ya gitti.
Cemâleddîn’i 1300/1883 de Londra’da görüyoruz. İslâm âlemi hakkında İngiliz entrikalarını yakından takip edebilmek için orayı seçtiğini söylüyor. Bu arada Amerika’ya da giden ve hattâ Amerika tâbiiyetine geçmek istediği bile söylenen Cemâleddîn Londra’da çok kalmıyor. Değerli tilmîzî ve sadık dostu Muhammed Abduh ile birlikte Paris’e geçiyorlar. Burada üç sene kaldılar ve neşriyat yaptılar. Fikirlerini serbestçe yazmaktadırlar. Cemâleddin ateşli yazılarıyla bir taraftan İslâmları uyanmağa davet ederken, ciğer taraftan da İslâm hakkında çok yanlış bilgi sahibi olan garplılara İslâmı, gerçek çehresiyle tanıtmağa çalışıyor. İslam’a hücûm" edenlere cevap veriyor, İslâm milletlerinin mukadderatına müdahale eden istilâcılara hadlerini bildiriyordu. Bu esnada Ernest Renan’ın İslâm ve ilim konusundaki konferansına cevap vererek onunla münakaşa yaptı. Renan’ın İslam’ın ilim alanındaki kısırlığına dair iddialarını reddetti.11
Renan ile tanışıp görüştükten sonra Renan onu çok takdir etti ve onun hakkında şöyle dedi: “Onunla konuşurken karşımda İbn-i Sinâyı veya İbri-i Ruşdü görüyorum.”12
Paris'teki asıl neşriyatı Muhammed Abduh ile birlikte Arapça olarak çıkardıkları El-Urvetü’l Vuskâ dergisidir. Bu derginin gayesi İslâm âlemini uyandırmak, İslâm memleketlerinde İngiltere’nin siyasî nüfûzu ile mücadele etmekti. İlk sayısı 15/Cemaziyel-Ewel/1301/- 13 Mart. /1884 tarihinde yayınlanan bu dergi 18 sayı çıkabildi ve 8 ay devam etti, İngilizler onu idareleri altındaki İslâm ülkelerine sokmuyorlardı. Hindistan’da ve Mısır’da satışı yasaktı. Bu durum karşısında daha fazla yaşayamadı, susmak zorunda kaldı.
Cemâleddîn 1303/1886 de İran Şahı Nâsıruddîn tarafından sarayında yaşamak üzere Tahran’a davet edildi. Orada kendisine yüksek vazifeler teklif olundu. Cemâleddîn İran'dadır. Fakat Şah onun günden güne artan şöhretinden kuşkulanmağa başlıyor. Tabiî arada hasetçi ve fesatçı unsurlar fitneciliklerine devam ediyorlar. Cemâleddîn bunu seziyor ve sıhhî sebepler ileri sürerek İran’dan ayrılıyor. Rusya’ya geçiyor. Oradan da ayrılıp Avrupa’ya gidiyor. Avrupa’da seyahatta bulunan İran Şah'ıyla Münih'te görüşüyorlar. Şah onu yine İran’a dönmeğe ikna etmiştir. Beraber dönüyorlar. Sadrazamın entrikaları yüzünden bu defa İran’dan feci bir surette hudud dışı ediliyor. Sığındığı türbeden alınarak hasta olduğu halde insafsızca zencirler içinde İran hududunda Hânikin’e kadar götürülüyor. Böyle feci bir surette hudud dışı edilen Cemâleddîn Basra yoluyla İngiltere’ye gidiyor. 1308/11 Mart 1891. Afgânı, İran’ın iktisâdiyatını mahveden İngiliz Tönbek Kumpanyasının aleyhinde bulunmuş, o zaman Şîa ulemasının Reisi bulunan Mirza Muhammed Haşan Şirâzi’ye yazdığı mektubu, imamın Tonbeki aleyhindeki fetvasında büyük rol oynamıştır. Afgâni’ye reva görülen bu gayr-i İnsanî ve insafsızca muamele İranlıları Şah aleyhine büsbütün tahrik ediyor. Şah’ın zulmünden ve istibdadından bıkan halk çetin mücadelelerden sonra Şahı başlarından atmışlar ve inkılap olmuştur.
1309/1892 yılında II. Abdülhamid Londra Türk sefiri vasıtasıyla Cemâleddîn Efgâni’yi Türkiye’ye davet etti. O da bu davete icabet ederek İstanbul’a geldi. Bu ikinci gelişti, kendisine ayda 75 lira maaş tahsis olundu ve ikâmetgâh olarak Nişantaşı’nda bir konak verildi.
Meşhur Fransız yazarı Henri Rochefort o sırada Londra’da sürgünde imiş; Cemâleddîn’i sevenlerden imiş. Şekib Arslan’ın beyanına göre Cemâleddîn’in İstanbul’a gitmesinden endişe duymuş,13Hayalımın Maceraları adlı eserinde Cemâleddîn için şöyle diyor: “O peygamber sülalesindendir, kendisi de peygambere çok benzeyenlerden sayılır.”
İlk zamanlarda işler gayet iyi gidiyor. Efgânî, padişahla görüşüyor, Cuma namazını onunla kılıyordu. Fakat kendini çekemeyen bir zümre belirdi, Efgânî Padişah’a bu kadar yakın olunca kendileri arka plânda kalanlar olmuştu. Bu işten en çok gocunan ve kuşkulanan da meşhur Ebulhüdâ idi. Âdeti veçhile Cemâleddîn’i küfürle, zındıklıkla ithama başladı. Maksadı onu gözden düşürüp kendisi yine ön plânda kalmak, başrolde oynamaktı, Neşrettiği bir risalede kendisine rakip gördüğü üç kişiyi kötülemekte, onların aleyhinde bulunmaktadır. Fadl Alevî Hadramî, Şâzelî şeyhi Zâfir ve bir de Cemâleddîn Efgânî. Bu zatların üçü de Aldülhamid’in yakınlarından sayılırdı. Bilhassa Cemâleddin’i dinsizlikle, itikâtsızlıkla itham etmektedir. Misal olarak gösterdiklerine bakın: Efgânî Boğazda Bendlere gider, oranın temiz havasında gezinti yaparmış; bu gezinti gayet hoşuna gittiğinden bir defa:
“Hacıların Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi ben de Bentlerdeki ağaçları tavaf ediyorum” demiş. Bununla bentlerin güzel manzarasından duyduğu hoşnutluğu anlatmak istemiş. Fakat Ebû’l- Hüda bunu dinsizlik delili olarak yakalamış. Aczin ve taassubun başka hüneri yoktur. Ebû’l- Hüdâ'nın Efgânî hakkındaki kini Ölümünden sonra bile sönmemiştir. 26 Recep 1316 tarihinde Menâr sahibi Reşid Rıza’ya yazdığı bir muktupta: Dergisinde Cemâleddin’i medh-u senâ ettiğinden dolayı ona kızdığını açıklıyor ve o, dinsizin biriydi, diyor.14
Efgânî İstanbul’da hasetçilerin kininden, hafiyelerin takibinden kurtulamaz bir hale gelmiştir. Bir defa Abdullah Nedim ile Kâğıthane’de Hidîv Abbas Hilmi’ye rastlamışlar ve orada bir ağaç altında çeyrek saat kadar, konuşmuşlar. Hafıyeler bunu Abdülhamid’e hemen yetiştirmişler: Efgânî, Abdullah Nedimle Hidiv’e ağaç altında bîat ettiler; onu Halife tanıyacaklar.”
Abdülhamid bunu telmih yoluyla Efgânî’ye sormuş:
-Hilâfeti yine Abbasî halifeliğine mi çevirmek istiyorsunuz?
Efgânî şöyle cevap vermiş:
Hilafet benim elimde bir yüzük değil ki, onu İstediğimin parmağına takabileyim?(***)
Son devrin Arap milliyetçilerinin hilâfetin Osmanlı Türklerinden alınması için harekete geçtikleri bir gerçektir. L Cihan Harbinde Arapların Türklere karşı ayaklanması da bu maksatladır. Olaylara sathî bakanlar, Arap isyanına sebep, Cemal Paşanın Suriye’de sert bir idare takip etmesini göstermeye çalışıyorlar. Bu yanlış bir görüştür. Cemal Paşa Suriye’de bal gibi bir idare yürütseydi isyan yine olacaktı. Çünkü Araplar bu işe çoktan beri hazırlanmaktaydı. Cemal Paşa bunu bildiği için isyanı önlemek maksadıyla tedbir kabilinden öyle hareket etti. Ahmet Şefik Paşanın Müzekkirâtîf-i Nısf Kam adlı eserinde kaydettiği ve Ş.Arslan'ın Hâdıru’l Alemi’l İslâmî ilavelerinde belirttiği gibi, Arapların Türklere karşı harekete geçmeleri, hilâfeti kemlerine almaları için eskiden beri çalışmalar vardı. 1912 yılında Şerif Hüseyin’in isteği ile Mısır prenslerinden biri, fevkalâde salâhiyetle Londra’ya gönderilip hilâfetin Türklerden alınması hususunda İngiliz makamlarıyla müzakerelere başlanıyor, fakat bu fikri İngilizler pek benimsemiyorlar.15
I. Cihan Harbinin başında da Şerif Hüseyin İngilizlere ittifak teklif etmişse de İngilizler harbi çabuk kazanırız ümidi ile bu işe yanaşmamışlar; harp uzayınca Araplarla anlaşmak zorunda kalmışlar ve Şerif Hüseyin de isyan bayrağını kaldırmıştır.
Hilâfet meselesinin ara sıra bahis konusu yapıldığını ve bunun da İngilizlerin işine yaradığını tarih gösteriyor.
Mısırda A’râbî isyanı çıkınca Bâb-ı Meşihattan: “A’râbî devlete karşı gelmiş bir âsîdir.” diye fetvâ çıkar. Bu fetvâyı o zaman İstanbul’da Arapça olarak yayınlanan El-Cevâib gazetesi neşreder. İstanbul’daki İngiliz sefiri bu sayıdan bir milyon nüsha alarak Hindistan’da Müslümanlara tevzi eder. Maksat açık. Hind Müslümanlarına: İngilizlere itaat edin, Mısırda bize isyan eden A’râbî âsi ilân edildi, siz de böyle bir şey yaparsanız âsi sayılırsınız, işte; fetvâ” denmek isteniyordu. Ne acı ki, hilâfet makamından İngilizler kendi çıkarlarına, Müslümanları idareleri altında tutmak için böyle faydalanıyorlardı. İngilizlerin şarkta hâkimiyetlerini devam ettirmek için bazı din adamlarını âlet ettikleri bir gerçektir. Kâdiyâniliğin kurucusu olan Mirzâ Gulam Ahmed bunlardan biridir. İngilizlere yaranmak için Kur’an’ın kastan yanlış tercüme etmişlerdir. “Allaha itaat edin, Rasülüne ve sizden olan ulü’lemre de itaat edin.”16 ayetinden Sizden kelimesini atarak mutlak bırakmışlardır ki, bu İngilizlere de itaata şamil olan bir tabirdir. Cemâleddîn böyle şeylerin şiddetle aleyhinde olduğundan İngilizlerin takibinden kurtulamadı ve hiç bir yerde rahat bırakılmadı.
Efgânî, istibda’dın en büyük düşmanıydı. O zaman İran’ı koyu istibdadı altında tutan Şah aleyhinde bulunması, Hamidin canını sıkardı17 İran sefiri de Efgânı’nin bu tutumundan şikâyetçi idi. Bir gün Abdülhamid huzuruna davet ederek Efgânîye bu meseleyi açmış, Efgânî şöyle cevap vermiş: — Şahı mezara sokmadıkça ondan vazgeçmek niyetinde değilim.
Fakat mademki Emîru’l-Müminin Halife Hazretleri emir buyururlar, ona itaat etmek gerek.
Şarkta hürriyet fikrini yayan ve istibdadı devirmeğe uğraşanlardan olan Efgânî, Hamîde karşı bu sözleri çekinmeden söylüyor. O gayet ateşli, sözünü sakınmayan bir adammış. En sâdık talebesi Muhammed Abduh onu şöyle tasvir ediyor: Nice defalar, zekâsının yaptığını hiddeti yıkmıştır.
Evham içinde yüzen Hamide çekinmeden söylediği bu sözler Hamidde Efgânîye karşı bir şüphe uyandırmaktan hâli kalmasa gerek. Reşid Rıza’nın kaydettiğine göre o zaman şarkın bu iki müstebid hükümdarı olan Şah İle Abdülhamid’in tahtlarından indirilmeleri lüzumundan bahseder ve bu ikisinin hal’i, ayakkabı çıkarmak kadar kolay bir şeydir dermiş.18
Vaktiyle Efgânî, Kazvinde hapishanede Riza Aka Han adında biriyle tanışmış. Bu adam İstanbul’a geldiğinde Efgânî’yi ziyaret etmiş, Nâsıruddin Şahın kötü idaresinden bahsetmişler. Birkaç ay sonra (1896 da) Riza Aka Han, Şahı öldürmüş. Ve öldürürken de şarkta istibdad düşmanı, hürriyet âşıkı olan Cemâleddin’i hatırlayarak: “Al, Cemâleddîn aşkına!” demiş. Bu yüzden Cemâleddîn’in de bu sûikast işinde parmağı olduğu zannı uyanmış. Tahkikatta Cemâleddîn ve diğer iki kişi bu işte teşvikçi olarak tesbit olunmuş imiş. Iran ŞahıBâb-ı Âliden bunların üçünün de teslimini istemiş.. Abdülhamid, Cemâleddin’i teslim etmemiş4 diğer ikisi teslim edilmiştir, Hamidin Efgâniyi koruduğu görülüyor.
Fakat Efgânî artık töhmet altındadır. Durumdan o da rahatsız olmaktadır. İstanbul’da İngiliz sefareti müsteşarı Fils Morise haber salarak kendisinin İstanbul’dan çıkmasını sağlaması ricasında bulunur. Abdülhamid bunu duyunca, İslâm’ın izzet ve şerefi namına bunu yapmamasını, bir ecnebi himayesine sığınarak Halifenin haysiyetini bu derece kırmamasını istemiş. Bunun üzerine Efgânî bu fikrinden vazgeçmiş. Fakat iş bu raddeye geldikten sonra rahatı büsbütün kaçmış. Konağında âdetâ göz hapsinde yaşar gibi bir hale gelmiş. Bu tarz yaşayıştan hiç memnun olmadığını, kendisiyle görüşen bir Alman seyyahına açıkça söylüyor. Husûsi müsaade almadan kimseyle görüşemiyordu. İşte bu sırada çenesinde kanser çıkmış. İrade-i seniyye ile Saray doktorlarından Kamburzâde İskender Paşa ameliyyat yapmış. Fakat ameliyat başarılı çıkmamış. Efgânî hakkın rahmetine kavuşmuş. Bu yüzden ortaya dedikodular yayılmış. Mâverdî’nin Ahkâmu’s- Sultâniyye’sini terceme eden müsteşrik Komte Lavn Ostrorog’un Şekib Arslan’a söylediğine göre Cemâleddîn ile aralarında dostluk varmış. Ameliyattan sonra kendisini çağırarak ameliyatı kontrol etmesi için bir doktor göndermesini rica etmiş. Gelen doktor ameliyetın gerektiği gibi yapılmamış olduğunu, temizliğe itina gösterilmediğini söylemiş.19Kamburzâde’nin metin seciyesini tanıyanlar, onun böyle bir vicdansızlığa âlet olacağına İhtimal vermiyorlar. Ancak Iraklı bir diş doktoru varmış, Cemâleddin’in dişlerini muayene için sık sık gelirmiş. Zabtiye Nezareti bu adamı para ile satın alarak Cemâleddîn’e karşı hafiye olarak kullanırmış. Bütün şüpheler onun üzerinde toplanmakta. Cemâleddîn’in ölümünden sonra daima düşünceli, kederli bir hali varmış. Ameliyatı bunun bozduğu söyleniyor. Bu işte Cemâleddin’i çekemeyenlerden olan Ebu’l-Hüdân’ın parmağı olduğu kuvvetleniyor. Yoksa Şâir Eşrefin bir hicviyesinde dediği gibi, Abdülhamid’in bir kahvesini içmekle zehirlenmiş değildir.
Cemâleddîn’in vefatı 1314/1897 yılı 9 Mart günündedir. Nişantaşı’nda Teşvikiye camiinde namazı kılınarak Maçka’da Şeyhler mezarlığına defnolundu. Nur içinde yatsın.
Mezarı, İslam dostu Amerikalı Mr. Charles Crone tarafından, Müzeler Müdürü rahmetli Halil Beyin tensipleri veçhile, 1926 yılında yaptırılmıştır.
İşte İslâmı uyandırmak için çalışan bir zekânın sayfaları böylece kapandı. O, Müslümanların geriliğine, derin gaflete dalmalarına pek üzülürdü. Müslümanların ahlâkı o derece bozulmuş ki, ıslah ümidi bile yok, meğerki eskiler temizlenip yeniden yaratılan yeni bir nesil meydana gelsin, derdi. Tarihte İslâm ıslahatçısı olarak anılacak ömrü mücadelerle, seyahatlerle, sürgünlerle geçti. Bir yerde oturup dinlenemedi. Evlenmedi. Abdülhamit ona evlenmesi teklifinde bulununca şöyle cevap vermiş:
-Ben şimdiye kadar ömrümü garip bir kuş gibi dal üzerinde geçirdim, ömrümün sonunda nasıl yuva yapayım?
Vardığı yerde sözleriyle, yazılarıyla Müslümanları uyandırmak için uğraşan bu mücahid adamın bu yüzden başına gelmedik hal kalmamıştır. İstanbul’a geldiği zaman kendisine ne gibi arzuları olduğu sorulunca:
-Kalem, kâğıt, mürekkepten başka ne gönderilirse teşekkür ederim.
Cevabını vermiş. Bu sözün taşıdığı mana çok incedir.
O yüksek bir âlim değil, fakat büyük bir mütefekkirdir. Hizmetleri büyük oldu. Fazla eser bırakmadı, fakat dağınık milletleri birleştirmeye çalıştı, En mühim eseri Maddecilere karşı yazdığı eseridir. Bunu Mısır müftüsü Muhammed Abduh Farsçadan Arapçaya çevirmiş ve 1312 de Er-Red Ala d-Dehriyyin adıyla Mısırda basılmıştır. Bu eseri Şamlı Münir Efendi Türkçeye çevirmiş ve bu tercümeyi Cemâleddîn gözden geçirmiş, bir mektup ile Abdülhamid’e kendisi sunmuştur. Bu nüsha Yıldız Kütüphanesinde olup basılmamıştır. Eserin Aziz Akpınarlı tarafından yapılan tercümesi 1956 da Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanmıştır. Dr. İsmail Mazhar, Melka’s-Sebîl adlı eserinde bu kitabı ilmi metodlara pek uygun bulmamakta ise de yazıldığı zaman göz önünde tutulunca değeri anlaşılır.
Cemâleddîn ıslâhat isteyen, inkılâpçı ruhlu bir adamdı. Müslümanların daldıkları zillet ve gerilik içinden silkinip kalkınabilmeleri için derhal inkılâp istiyordu. Zaman kaybına razı değildi. İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmed Akif Ersoy, Efgânî’nin bu inkılâpçı cephesini Safahatın altıncı kitabı olan Asım'da Türk gençlerine anlatmaktadır, yazımızı o mısra’larla bitirelim:
---------oOo-——
Dipnot:
1. Ahmed Ağaoğlu, Türk Yurdu, c. I. S. 201.
2. Takvim-i Vakâyi, 1287.
3. Konferansın bu kısmını Mehmed Âkif, Sırat-ı Müştekim, sayı: 90 da Cemâleddîn Efgânî başlıklı yazısında nakleder.
4. Es-Sûyûfü’l-Kavâtı’ Arapça olup, Halil Efendinin oğlu Hayreddîn Feyzi tarafından Türkçeye çevrilmiş ve basılmıştır. Korkunç ifadeler ve ağır hükümlerle dolu bir eserdir.
5. M. Hamdi Yazır, Hak Dîni, Kur'ân Dili,c.I. S. 913-929.
6. M. Reşit Rıza, Tarih’ ııl-Ustaz El-lmam C. I. S. 51.
7. Mehmed Akif, Sırat~ı Müstakim, sayı: 91, Cemâziyel evvel-132 8/Mayıs 1326.
8. Mehmed Akif, Sırât-ı Müstakim, sayı: 95.
9. Ali Cânip, Hayat mecmuası, Sayı: 77,1928
* O zamanın Padişahı olan Abdülaziz’e telmih ediyor.
** İstanbul'dan taassubun kovdurduğu Efgânî’nin Mısır’da böyle takdir görmesi dikkate değer.
10. Muhammed. Abduh, Er-red Ala' d-Dehriyyîn Mukaddemesi.
11. Merhum Namık Kemal' de Renan’ın iddialarına cevap vermiştir. Bu eseri Renan Müdafaanamesi adiyle basılmıştır. 1962 da Milli Kültür Yayınları serisinde yeni baskısı yapılmıştır.
12. Şekib Arslan, Hddınil-Aleni il: İslâmî C. II. S. 289. Bu kaynak, Lotlırop Stoddard’ın kitabının Arapça tercümesidir. Dilimize Ali Rıza Seyfi, Teni Alem-i İslâm adiyle çevirdi. Arapçasında enteresan ilâveler var.
13. Ş. Arslan, Hâdırul Âlemi'l-îslâmi C.II, s.294
14. M.R.Riza Târihu’l- tfstâz El-îmam, c I, s. 90,
*** 1892 de Hıdivin İstanbul seyahatında Ahmed Şefik ile Ahmed Cevdet Paşa, Mısır ile Türkiye arasındaki gergin durumdan birbirlerine dert yanarlar. Abdülhamid’in kızım Hıdive vererek arada kurulacak sıhriyet münasebetiyle dostluk bağlarını kuvvetlendirmeyi düşünürler. Fakat Ebulhüdâ buna mani’ olur: Hıdivin erkek çocuğu olursa halifelik iddiasına kalkışır, diyerek Ham idin vehmini körükler ve bu dünürlüğü bozar.
15. Ş, Arslan, Hâdıru11 Âlemi l İslâmî, C. IV. S. 391.
16. Nisa sûresi, Âyet: 58
17. O devirlerde aydınlarda hürriyet fikri uyanmış, İstibdat aleyhdarlığı kuvvetlenmişti. Gerek İran Şahının, gerekse Osmanlı Sultanı Abdülhamid’in müstebidce idaresini kimse beğenmiyordu. Bu istibdad aleyhdârhğı umûmî idi. İslam şâiri Mehmed Âkif, Midhat Cemalle müşterek Acem Şahı adlı manzume yazarak Irandaki istibdadı kötülüyordu. Bu manzume birinci Safahatadır. Onun ardısıra Abdülhamid devri için yazdığı İstıbdad şiiri gelir. Birinciyi Midhat Cemalle birlikte yazmışlardı, bunu Midhat Cemale ithaf ediyor: Âkif burada Hamid ve istibdâd devri için çok ağır mısralar kullanır:
Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,
Semâlardan yüksek tuttunuz bir zıll-i mehûmı
Ne mel’ûnsın ki rahmetler okuttun rûh-ı Iblîşe.
18. M. ReşidRiza, Târihu’l Üstâz El-îmâm, C. I. S.71Hal’i kelimesi ayak kabı çıkarmak manasına da olduğundan Halifenin ilahından bahsederken böyle demiş. Bu münasebetle vaktiyle Eşref Edip tarafından yayınlanan Âlem-i İslâm adlı eserde şu söylentiyi okuyoruz: (El-uhdetuale’r-râvî)
“Abdülhamid hali’ den çok korkarmış. Hali’ manasım andırdığı cihetle Kunuttan (ve nahleu) kelimesini okudukça tüyleri ürperirmiş, Hattâ bir zamanlar o kelimenin dua-i Kunuttan silinmesi hakkında tasavvuratta bulunduğu meşhurdur. Bil’âhare başına geldi.”
Abdurreşid İbrahim, Alem-i İslâm, C. II. S. 168
19. Ş. Arslan, Hâdıru-l Âlemi’t İslâmî C.II, S. 29.
Kaynak: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt 10, Sayı 1, s.91-102, Yıl 1962
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net