Ana Sayfa  /  BİYOGRAFİ  /  Cemaleddin AFGANİ / Hamza TÜRKMEN
  • Facebook da Paylaş
Cemaleddin AFGANİ / Hamza TÜRKMEN
  • 22-07-2014
  • 0 yorum
  • 4812 okunma
“…ölümden sonra doğan şimdi sen ey yüreği dingin denizlere açılan ey ufuklarda şahlanan dirilişe adanan…”

“Doğar

bir güneş doğar üstüne karanlığın

derin seslenişlerin

ve iç çekişlerin

savrulduğu dünyada

baştan başa kanayan

ıslanan gözyaşlarıyla

doğar

bir güneş doğar üstüne karanlığın…”

Cemaleddin Afgani hakkında tahkik ehli birçok müellifin ve İslam aliminin katıldığı görüş şudur: Islah ve ihya çabalarının veya çağdaş bir ifadeyle öze dönüş ve yeniden inşa faaliyetlerinin 20. yüzyılda filizlenen gücü büyük ölçüde Afgani’ye borçludur. Onun İslami oluşum ve hareketler üzerindeki etkisini kırmak, tezlerini zayıflatmak veya tasfiye etmek niyetiyle ortaya konan eleştiri, itham ve karalamalar da söz konusudur. Vefatından (1897) bu yana bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, vefa duyguları bir yana, hala onun taşıdığı misyonun değer açısından tartışılması, Müslümanların büyük ölçüde dini anlama ve yaşama konusunda usul, metod, modelleşme ve hedef konularında ortak bir istikamette buluşamadıklarının da bir ifadesidir.

Kolay değil. Kur’an ve Sünnet merkezli bir yönetim ve eğitim işleyişini; ayrıca istişari temelli bir ilişki ve siyaset ağını 5-6 asırdır kaybetmiş olan bir tarihi enkazdan yeni yeni ayağa kalkabiliyoruz. Bu arınma çabalarında Kur’ani ölçüleri bulanmış bir mahrumiyetle veya tahfif içerikli bir görelilikle bazılarımız mezhepçiliğin veya batiniliğin,  bazılarımız da modernistliğin veya tarihselciliğin taklitçiliğiyle oluşan ön yargıların tutsaklığından henüz kurtulabilmiş değildir. Eleştirilerdeki itham ve karalama zafiyetinin büyük ölçüde bu bağlamla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bizler vahyi tanıklık gücünü yitirmiş bir ümmetin mirasçılarıyız. Saltanat sistemlerinden gelen yıkıntıları ve arkeolojimizin kültürünü, yaşayan medeniyet olarak savunmamız mümkün değildir. Biz Müslümanlar bu çağda yeniden vahyin ilahi ve evrensel gücü ile egemen cahili hayata müdahale edip, alan açıp tevhid, adalet ve özgürlük şiarlarımızı modelleştirebilmeliyiz.  Esaslarından uzaklaşılmış olsa da en büyük avantajımız, insanlığa kurtuluş ve istikamet sunan İslam’ın evrensel ve muhkem nasslarına mirasçı olabilmemizdir. Allah’a hamd olsun ki dün gerek Urvetu’l Vuskadergisi ile gerekse aynı ekolün izini süren Menar Tefsiri çalışmaları ve benzeri çabalarla bu miras hak edilmeye çalışılmıştır. Şimdi imtihan sırası biz günümüz Müslümanlarındadır.

Yaşadığımız tarihsel ve modern sorunlarla zaaflı hale gelen birikimimizi ve şartlarımızı arındırabilmemiz için, Rasulullah’ın (s) tevhidi anlama ve yaşama örnekliğine dayanarak vahyi algımızı tazelemeye, içtihadlarımızı yenileyeme oldukça ihtiyacımız bulunmaktadır.  İşte ıslah çabaları ve ıslah hareketleri, bugünkü yoksunluğumuzu aşmak için tarihteki tevhidi dinamizmimizin değer ve ilkeleriyle bağ kuran en önemli köprüdür. Islah hareketleri, nass-vakıa irtibatını kurup İslami çözümler üretmeye çalışan İslam’ın ve Müslümanların yaşayan en önemli gücü olmuştur. Cemaleddin Afgani ve onun sahip olduğu ıslah fikrini yaşatmaya çalışan Urvetu’l Vuska cemiyeti teşebbüsü ve bağlıları da, biz Müslümanlar için 19. yüzyılda en önemli mevzimiz, temsilcimiz ve temsilcilerimiz olmuşlardır. Onlar sahih tarihi birikimimizle 20. yüzyıl İslami hareketlerinin irtibatını ve tevhidi mücadelenin sürekliliğini sağlayan en önemli bağlantı ve rehberiyet kanalımızı açmışlardır.

Adalet ve nesnellik içinde bakacak olursak Afgani’nin ve arkadaşlarının 19. yüzyılda ortaya koydukları mücadele ve rehberlik ne abartılarak kutsanmalı, ne de sıradanlaştırılmalıdır. Ama hat tartışmalarıyla zaman tüketmemek için İslam’ın yaşayan gücü olan ıslah hareketlerinin 19. yüzyıldaki en önemli kimliğimiz olduğu bilinmelidir. Bu çizginin taşıyıcılarına katkıları dolayısıyla dua edilmeli, yanlışları ise kendi tarihi şartları içinde değerlendirilerek  kendi pratiğimiz için ibret alınmalıdır. Bunun için de onların konumu, ilişkileri, birikimleri, içtihadi açılımları kendi tarihi koşulları içinde algılanmalı ve mirasımız olarak değerlendirilmelidir. 

“…ve gece

amansız savaşımını verir

aydınlığa

ama an

ama dünya

kıpkızıl şafaklara gebedir

çünkü biz

biz çünkü bir ölür bin diriliriz

biz çünkü çoğalan buğday taneleriyiz

yüzyıllar boyu ağustos sıcağında…”

Cemaleddin Afgani,1970’li yıllarda Türkiye tevhidi uyanış sürecinin muhatap ve taşıyıcılarının gündemine bazı yazar ve şairlerimizin îmaları sonucunda girdi. Örneğin Akif, Safahat’taki Asım şiirinde ve Malik bin Nebi İslam Davası kitabında Afgani ile Muhammed Abduh’u kısaca karşılaştırmalı  değerlendirmeye tabi tutmaları, onlar hakkında anlama merakımızı yükseltmişti.  Sonra A. Hamdi Akseki’nin Türkçeye çevirdiği M. Reşid Rıza’nın “Mezahibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem'i” kitabını 1971 yılında Hayrettin Karaman “İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri”olarak sadeleştirdiğinde Afgani-Abduh çizgisinden kısmen haberdar olduk. Daha sonra Afgani hakkında Cemil Meriç ile Karaman arasında Hareket dergisinde polemik gündemimize geldi. Daha sonra da İsmail Kazdal, Mehmet Akif’in Sırat-ı Mustakim ve Sebülu’r-Reşad’daki yazı ve çevirilerini sadeleştirterek 1983’te “Modernleşmek mi İslamlaşmak mı?” adlı kitabı yayınladı. Bu yazıların ikisinde, 1870-71 yılında Sultan Abdulaziz tarafından Afgani’nin Konstantiniyye’ye (1933’te İstanbul adı verilmiştir) nasıl çağrıldığını,  daha sonra da devlet ricali ve kanaat önderlerine Darulfünun’da verdiği seminerlerle tesir uyandıran fikirleri dolayısıyla kendisi ve Şeyhülislam Hasan Fehmi tarafından nasıl mağdur edilip iftiraya maruz kaldığı anlatılıyordu. Bu anlatıyı Ahmet Cevdet Paşa’nın II. Adülhamit’e sunduğu raporlar da doğrulamaktadır.

İran İslam Devrimi’nden ve 1980’den sonra Tahran’da Türkçe ve aylık olarak çıkartılan İslam Çağrısı dergisini her ay İstanbul Başkonsolosluğu’ndan alıyorduk. İşte devrim süreciyle ilgili metodik tartışmaların da yer aldığı bu periyodik yayında Cemaleddin Afgani bir kez daha karşımıza çıkmıştı. Soyadı veya lakabı Afgani yerine Esedebadi olarak kullanılıyordu. Ve bir çok yazıda deniliyordu ki İran İslam İnkılabı’nın banisi Cemaleddin Esedebadi’dir. Merakımız daha da artmıştı.

Bin Nebi’nin 1968’da çevrilen İslam Davası kitabında, 13.-14. yüzyıllarda Mağrib’te ortaya çıkan Muvahhidler Hareketi’nin, Devleti’nin ve öncüleri İbn Tümerd’in  ıslah ve İslam’ı temsil misyonundan bahsediyordu. Ama o yıllar bu misyonu öğrenmek için bir türlü bilgi ve belgeye ulaşamamıştık. Ancak konu, bu konuyla ilgili olarak merak birlikteliği içinde olduğumuz Adnan Adıgüzel arkadaşımızın 1992’de Haksöz’de yayınlanan araştırmasıyla ilgi duyulur hale gelmişti.1980’li yıllara geldiğimizde de 19. yüzyılın sonlarına doğru ıslah çabalarının başını çeken Cemaleddin Afgani, talebesi ve arkadaşı Muhammed Abduh hakkında da oldukça ilgimiz yoğunlaşmıştı. Ama eserleri elimizde yoktu.

Afgani ve Abduh hakkındaki eksikliği gidermek için 1986-87 yılında arkadaşlarla aramızda para toplayarak bu iki ıslah öncüsünün en önemli müşterek eserleri olan ve İslami hareketlerin de ilk dergisi olan Urvetu’l Vuska’yı çevirttirip Bir Yayıncılık aracılığı ile bastırmıştık. O yıllarda basılan ortalama kitap trajları 3 bin civarındaydı. Ve tevhidi uyanış sürecinin taze ve çok hızlı geliştiği yıllardı. İslami uyanış ve ıslah çabalarının 19. yüzyıldaki öncüsü olan bu çalışmanın ilgiyle karşılanacağını düşünerek Urvetu’l Vuska’yı 5 bin adet bastırdık. Kitap yeterince tanıtıldı ve ilan edildi. Ama ilginçtir, Urvetu’l Vuska o yıllarda Bir Yayıncılık’ın en az satan kitabı oldu. Şaşırmıştık. O yıllarda Seyyid Kutub’un Mevdudi’nin kitapları basıldıktan kısa bir süre sonra 2. ve 3. baskıları yapıyordu. Oysa söz konusu olan bu müellifler, Afgani’nin, Abduh’un, Rıza’nın çıkarttığı Urvetu’l Vuska’ın ve Menar’ın talebeleriydi. Nasıl oluyor da böyle bir ilgisizlik oluşabiliyordu?

Bu konuyu tarihi süreçlerimizin farkında olan birçok kişiyle konuştuk, müzakere ettik. Genel kanaat şuydu. Padişah Abdülaziz’in Şeyhülislam’ı Hasan Fehmi Efendi’nin Afgani aleyhinde tamim çıkartıp müftülüklere ve medreselere yollaması, tahkik kabiliyetinden uzaklaşmış olan bizim dini camiamızı etkilemiş, bilmedikleri ve tanımadıkları ama hüküm sahibi oldukları bir “Afgani adlı zındık”tan bahseder olmuşlardı. Çünkü Afgani’nin “sanat ve zanaatlarla ilgili hikmetin çalışarak elde edileceği, peygamberliğin de bir hikmet olduğu ama bu hikmetin tevfiki olduğu”çümlesindeki son vurgu Şeyhulislam tarafından düşürülüp peygamberlikteki hikmetin de çalışılarak elde edileceği gibi bir saptırma yapılmıştı. İşte aşılanan bu itham ve önyargının sonraki kuşaklarda devam eden zaafı, devletin ve milli din anlayışının İslam dünyasından gelen telif eserleri “kökü dışarıda” diyen dışlama eğilimi ile bütünleşmişti. Dün Seyyid Kutub’a ve Mevdudi’ye “Din Tahripçileri”, “Dinde Reformcular” adlı kitaplarla, mâkul eleştiri yerine iftira ve karalamalarda bulunan gelenekçi-batini-milli anlayış, bu sefer Urvetu’l Vuska’ya boykot uygularken, Cemaleddin Afgani hakkında eski molla-medrese kültürüne aşılanan ve ifsad edilen bilinçaltlarından da yaralanıyordu. 

Çevirttiğimiz Urvetu’l Vuska’nın yeniden neşri için uğraşan İran medresesinden ve Devrim’in ilk Muztazaflar Bakanı Hüsrev Şahi, bu çalışmaya bir önsöz yazmıştı. Şahi bu önsözde, İslami geçmişle ilgili sahih bağlar kuran, sindirilmiş ümmet mensuplarını sünnetullah çizgisinde mücadeleye davet eden ve küresel cahiliyeye karşı dinamizm aşılayan Cemaleddin Afgani ile, 1960’lı yıllarda canlanmaya başlayan İslami uyanış mensupları arasındaki bağı kesmek veya örtmek için İran Şah’ının da Suudi Veliahtı’nın da Afgani aleyhinde kitaplar neşrettiklerini belirtmekteydi. Aynı emellerle Nikkie Keddie , ABD politikalarına hizmet için, çoğu kurgulanmış veya yeniden tanzim edilmiş sözde belgelerle Afgani’yi önemsizleştirmeye çalışan akademik görünümlü bir çalışmayı piyasaya sürmüştü. Bu çalışmalarda onun hangi etnik kökene mensup olduğuna dair tartışmalar bizler için anlamsızdı. Ama bu konu daha sonra İran, Afgan ve Türk asabiyesi ile davranan kişilerin de gündemi oldu. Oysa Afgani’nin ailesinin ırkından veya kavminin soy bağı olarak saflığından ziyade İslami kültürü önemliydi.  Ki babası önce Meraga’da sonra Hamedan’da, işleri bozulunca da Afanistan’da ticaret yapmış bir tacirdi. Ve aynı zamanda da “alim”di. Tartışılan da Afgani’nin 1838’de Hamedan Esedabâd’da mı yoksa Afganistan’daki Koner kasabasındaki Esedabâd’da mı doğduğu idi. Ama yetişip büyüdüğü yer Afganistan’dı.

“…asidir

direnendir şeytanın ortaklığında

meçhul serzenişlerin biçilmez kaftanıdır

bırakır ağusunu

kundaktaki çocuğun bağrına/soluğuna

avrupa denen ve dünya denen karanlığa

doğar

bir güneş doğar/ortasına

bir cemaleddin doğar

afgani bir başkasına…”

Afgani 18 yaşına kadar babası Safder’den İslami bilgiler yanında dil, tarih, felsefe, matematik, tıp ve siyaset dersleri aldı. Babasının takip ettiği müfredat olarak Şiaya mı Sünniliğe mi yakın olduğunu bilmiyoruz; ama Şiiliğin yaygın olduğu Meraga ve Hamedan’da yaşayan Safder’in Şia kültüründen habersiz olduğu da söylenemez.  Lakin Safder’in oğlunu, 18 yaşından sonra eğitimini geliştirmesi için Şii merkezleri olan Necef’e veya Kum’a değil de Hindistan’a gönderdiğini biliyoruz. Hindistan’daki eğitimine bağlı olarak Afgani’de ıslah fikrinin öne çıktığını ve iki sene sonra da bu doğrultuda diyaloglar kurmak için Necef’e ve Hicaz’a gittiğini biyografisiyle ilgili külliyattan öğreniyoruz.

 Hindistan’da ıslah fikrinin en önemli taşıyıcısı Şah Veliyullah Dehlevi idi. 1766 yılında vefat ettikten sonra bu çizgiyi, Hindistan Müslümanları adına işgalci İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı veren çocukları ve bağlıları devam ettirmişti. Afgani’nin gerek fikri gerek siyasi düşüncelerinin bu çizgi ile paralelleşiyor olması, Hindistan’daki eğitimini bu çizginin havzasında gerçekleştirdiğini muhtemel kılıyor. Çünkü o dönem Hindistan’ında diğer İslami eğilimler, gelenekçi-mezpepçi Deoband Medreseleri, modernist Aligarh Okulu ve heteredoks tarikatlar tarafından temsil ediliyorlardı. Daha sonra da Hindistan’da Afgani’nin ıslah temelli içtihadi tezlerini Hindistan Bağımsızlık Mücadelesi’nin en önemli ismi Ebu’l Kelam Âzad ve daha sonra Mevdudi’nin editörlüğünü yaptığıTercüman-i Kur’an dergisi sürdürmüştü.

Afgani, Batılı veya modernist fikirlerle fiili olarak Hindistan’da karşılaşmıştır. Ve o, başta muharref gelenekçi zaafları ayıklamak adına sahih geleneği veya mütavatir Sünnet’i atlayarak ve Kur’an ayetlerini İngiliz hakimiyetini normalleştirecek ve Batılı düşünceye alan açacak şekilde yorumlayan kişilere, işbirlikçi “alim” Seyyid Ahmed Han ve ekibine karşı tavır almıştır. Kökleri Demokritos’a Mazdek’e dayanan nihilist, pozitivist, Darvinci ve komünist eğilimlere imkan veren bu modernist telakkiyi materyalizm olarak vasıflandırmış ve bu zaafları hem deşifre eden hem de eleştirenDehriyyun’a/Tabiatçılığa Reddiye kitabını yazmıştır.

Afgani, 1857’de Mekke’den Afganistan’a döndü ve devlet memurluğu yaptı. 1863’te de Muhammed A’zam Han’ın başveziri oldu. Fakat İngilizlerin desteklediği Şîr Ali kuvvetlerine karşı yürüttükleri mücadeleyi kaybettiklerinde iktidardan düştüler. Afgani dikkat çekmemek için tacir kılığı ile tekrar Hindistan’a döndü. Ancak Hindistan’daki İngiliz karşıtı çalışmaları nedeniyle1870’te ya Mısır’a sürüldü veya kaçmak zorunda kaldı. Kostantiniyye’ye davet edilip tekrar Mısır’a geri gönderilmesi bu sırada gerçekleşti. Sekiz yıl kaldığı Mısır’da önce Muhammed Abduh’u kazandı; mutabakat sağladığı ıslah programı doğrultusunda Abduh’la birlikte Mısır’ın önde gelen insanlarına tebliğde bulunabilmek için Kahire’deki İskoç locasına bağlı Mason locasına katıldı. Muhammed Ammara’nın yaptığı incelemeye göre (İslami Mücadelede Öncü Şahsiyetler) o zamanki vakıf veya dernek benzeri olarak algılanan bu locadan 6 ay sonra, İngiliz emelleri doğrultusunda çalışma yapıldığını müşahade ettiklerinde Abduh’la birlikte ayrıldılar. Ve Afgani, bu Mason Locası’nın amaçlarını İngiliz Veliahtı’nın Kahire’ye geldiği bir Cuma günü Cuma hutbesinde ifşa etti. Ve bu örgütlenmeye karşı yeni bir örgütlenmeye gitti. Fakat bu sefer de İngilizlerin baskısıyla Hidiv Hükümeti onu 1880’de Hindistan’a sürdü.

Afgani, Hindistan’a üçüncü gelişinde faaliyetleri için gerekli ilmi çalışmalar üzerinde yoğunlaştı.Tabiatçılığa Reddiye kitabını bu dönemde yazmıştı. Ama Mısır’da Hidiv’e ve İngilizlere karşı Urâbî Paşa isyanı  çıkınca, İngilizler bu isyanı hazırlamakla onu suçladı. Kalkuta’da gözaltına alındı,Hilafet konusunda yazdığı bir kitap müsadere edildi ve sonra da 1883’te Hindistan’dan sınır dışı edildi.

Afgani’nin öğrencileri, taraftarları ve dostları Mısır’da ve Hindistan’da el-Urvet’ul Vuskâ adlı bir cemiyet kurmuşlardı. İslam ümmetini ıslah etmek, İslam birliğini gerçekleştirmek, istibdata ve sömürgeciliğe karşı mücadeleyi örgütlemek amacıyla kurulan bu cemiyet, Hindistan’dan sınır dışı edilen Afgani’yi ve Beyrut’ta sürgünde bulunan Abduh’u Paris’e davet ederek cemiyet adını taşıyan bir derginin çıkmasını organize etti. Cemiyet gizliydi. Üyeler cemiyete girerken te’vilsiz ve saptırmasız Kur’an ile amel edeceklerine, İslam kardeşliğini ihya etmek için çalışacaklarına ve gizlilik ilkesine uyacaklarına yemin ediyorlardı.

“…oysa bu din

ne önderler doğurur

ve cemaleddin

koşan atlarıyla

türkiye'den iran'a

afganistan'dan ta mavera'ya

ter döker

kan döker

ve ölümcül bakışlarıyla

vurur gecenin doruğuna

vurur yumruğunu

kalemin

ve mürekkebin şuuruyla

sarar merhamet dokunuşlarıyla

kardeşlerini sarar

mısır'da paris'te istanbul'da

özgürlük muştusuyla

diriliş onuruyla…”

Fransa’da yayınlanma imkânı elde edilen aylık Urvetu’l Vuska dergisi siyası konjönktürün değişmesi ve İngilizlerin baskısı sonucu 18. sayısından sonra kapanmak zorunda kalır. Bu sıralarda Afgani, İslam’ı ve Müslümanları pozitivist felsefenin bakış açısıyla eleştiren Ernest Renan’a Arapça yazdığı cevabını, Renan’ın yazdığı gazetede çalışan Yahudi mütercimler Fransızcaya tahrif ederek çevirmiş ve gazetede yayınlamışlardır. Bu tahrif edilmiş çeviri üzerinden Afgani’ye Cemil Meriç ve İsmail Kara gibi Anadolu ve Osmanlı asabiyesine sahip kişiler itham ve karalamalarda bulunmuşlardır. Dücane Cündioğlu’nun bu konudaki bilinçli tahrifatı aydınlatan yazısı (Divan, 1996/2) önemlidir.  Ve tahrif edilmiş Afgani’nin yazısı Fransa’da yayınlandığında Afgani cevap verecek durumda ve iletişim kanallarında değildir; çünkü İran yollarındadır.

Afgani, İran Şahı Nâsiruddin’den bir davet almıştır ve İran’a vardığında dünyanın gidişatı üzerine yaptıkları konuşmadan sonra Şah’ın özel müşavirliğine atanmıştır. Ancak o, sahip olduğu program doğrultusunda faaliyetlerini aksatmaz. Tahkik eğilimli Ayetullahlarla teması olur, saltanat, değişim ve halkın yönetime katılımı konularında şaha eleştirilerini sunar ve ısrarcı olur. Bu mücadelesi sonunda Şah’la arası açılırken daha sonra da mektuplaşmalarıyla İran’da temas kurduğu önemli sayıda ayetullahı etkiler. Afgani’nin temasta olduğu ayetullahların talebelerine baktığımızda, Ayetullah Humeyni ve Muntezeri gibi devrim öncülerine hocalık yapmış Bihbihani, Buricerdi gibi ayetullahlar karışımıza çıkar. O zaman İslam Çağrısı dergisindeki “İran İslam İnkılabı’nın banisi Celadeddin Esedabâdi” ifadesi anlaşılır olur.

Afgani irşada, irtibat ağlarını kurmaya ve geliştirmeye devam eder. İran’dan sonra Rusya’ya gider. 1886-89 yılları arasında Rus Çarı ile temasları olur. 30 milyon Müslümanın haklarını savunur. Rus Çarı’nı ikna ederek Kur’an mushafının Rusça baskısını gerçekleştirir. Sonra İran’da, Basra’da, Londra’da belki Amerika’da ve Cezayir’de olur. Daha sonra II. Aldülhamid tarafından Kostantiniyye’ye davet edilir. Kostantiniyye’ye geldiğinde kendisine Teşvikiye’de bir ev, araba, at ve yüksek bir maaş verilir. Ayrıca Hayreddin Karaman’ın TDV İslam Ansiklopedisi’nde aktardığına göre saraydan bir kız ile evlendirilmek istenir ise de kabul etmez.

Afgani, İstanbul’da kısa bir süre içinde alimler, edipler ve siyasilerden bir çevre edinir. Abdülhamid’in isteği üzerine Şii-Sünni yakınlaşmasının yolları hakkında bir rapor hazırlar. Bu konuyla ilgili bir cemiyet kurup İslam coğrafyasında bu konu hakkında inisiyatif alabilecek 600 kişiye ayrı ayrı mektup yazar ve mektuplardan bazılarının geri dönüşleri olur. Böylece 1944 Kahire “Daru’l Takrib” çalışmalarının öncüsü olur. Ancak bu faaliyetlerinden rahatsız olan İngilizler padişaha baskı yapmaya başlarlar. Afgani’ye istibdat muhaliflerinden de üniversite gençlerinden de yoğun bir ilgi yönelmiştir. Bu sırada İran Şahı öldürülmüş ve bununla ilgili Afgani’nin parmağı olduğu ithamları Yıldız Sarayı’na ulaşmıştı. Bütün bu gelişmelerden sonra Padişah vehimlerinin etkisiyle onu Teşvikiye’deki evinde ev hapsine aldırır. Ve Cemaleddin Afgani 9 Mart 1897’de muhtevası tartışmalı şekilde vefat eder. Maçka mezarlığına gömülür ve 1944’te de CHP Hükümeti tarafından kemikleri Afganistan’a gönderilir.

“…ölümden sonra doğan

şimdi sen

ey yüreği dingin denizlere açılan

ey ufuklarda şahlanan dirilişe adanan…”

Ayetullah M. Mutahhari, 20. Yüzyılda İslami Hareketler adıyla Türkçeye çevrilen kitabında Cemaleddin Afgani’nin sahip olduğu perspektifi veya ıslahat programını şu beş madde ile özetlemektedir: 1. İstibdata karşıdır. 2. Kur’an ve Sünnet’e dönüşü savunur. 3. İçtihad keyfiyetini ön plana çıkartır. 4. Din kültürünü bid’at ve hurafelerden arındırmaya çalışır. 5. Sömürgecilerle mücadeleyi önceler. Dikkat edilecek olursa bu program 20. yüzyıldaki Menar, Sebilurreşad, Tercüman-ı Kur’an dergilerinin; İhvan-ı Müslimin’in, Cemat-i İslami’nin, Cezayir Ulemâ’il-Müslimin’in, Hizbu’t-Tahrir’in ve Şia’daki ûsuli çizginin de temel sistematiğidir. Islah çabaları içinde değerlendirebileceğimiz bu çevrelerin takip ettikleri program büyük ölçüde Afgani ve Urvetu’l Vuska çizgisinin devamı niteliğindedir. Öze dönüş ve yeniden inşa kaygısı taşıyan bu ekoller arasındaki temel benzerlik ve etkileşim yanında, bir de birikim, tecrübe ve özel şartlarla ilgili farklılıklardan kaynaklanan nüanslar ve tarz ayrılıkları söz konusu olabilmektedir.

Urvetu’l Vuska, modern cahili sistemin bir aracı olarak tebliğ ve irtibat amacıyla çıkartılan İslami hareketlerin ilk örnek dergisidir. Bu dergi ile içtihadi bir çözümlemeye öncülük yapılmış ve bugünkü Müslümanları da ilgilendirecek bir şekilde kuşatıldığımız cahili sistem içinde sistemin bir aracının nasıl kullanılabileceği gösterilmiştir. Derginin finansmanı aynı inanca ve hedeflere sahip cemiyet tarafından karşılanmış, dağıtımı da büyük ölçüde yine bu irtibat ağı ile gerçekleştirilmiştir. Derginin mesajı, programı ve müfredatı bellidir. Bu konuyu Mutahhari beş madde de güzel özetlemiştir. Derginin İslami mesajını ayetleri gizlemeden yeterlilik içinde işleyecek bir yazı kadrosu vardır. Afgani’nin editörlüğünü yaptığı bu kadro içinde ortak istişari üretimi en fazla Abduh kaleme almıştır. Dolayısıyla sistem içi bu aracı kullanan Afgani ve arkadaşları gerek maddiyat gerek kadro itibariyle kendine yeter bir mekanizma kurmuşlardır. Bu tür cahili sistem içi araçların kullanımında Rasululah’ın (s) ilaf, eman, panayır vd. araçların kullanımında örnekliğini yaptığı gibi kimliksel uzlaşmaya, sığınmacılığa, yağcılığa veya Kur’ani ifadeyle müdahaneye yer verilmemiştir. Ve verilmemelidir. Aksi halde bu tür uygun araçlar bırakılmalıdır ki şartlar teslimiyete zorladığında da Urvetu’l Vuska Fransa’daki yayınını durdurmuştur.

Afgani’nin öncülüğü, kuşatıldıkları şartları aşmak için ilmihallerini nass temelinde yenilemek ve değişen şartlar karşısında yeni mücadele imkânları üretmek konusunda Müslümanlara rehberlik oluşturmuştur. Ve dergi gibi sistem içi bir araç fıkhi ölçüleri belirlenerek kullanılmıştır. Bu araç sayesinde, kuşatılmış ve temasları kesilmiş olan ıslahat öncüleriyle ve İslami oluşumlarla heyecan uyandırıcı bir ilişki trafiği gerçekleştirilmiştir. Mısır ve Hindistan’da Urvetu’l Vuska yasaklanmış, üzerinde yakalatanlara ağır para ve hapis cezaları verilmiştir. Ama bütün bu engellemelere rağmen Urvetu’l Vuska cemiyeti, dergisini İslam coğrafyasının dört bir tarafına gerek posta yoluyla gerek özel kanallarla ulaştırmıştır. Ve yüzyılı aşkın bir zaman öncesinden Urvetu’l Vuska, küresel kapitalizmin hâkimiyeti altında bulunan bizlere ve Ortadoğu İntifadası’nı yükseltenlere hala inançta, muhakemede ve kararlılıkta bir örneklik oluşturmaktadır.

 “…ateşten

ve gecenin zehrinden

dört yanından dünyanın

cezayir'den mesela filistin'den

yürürken bir çığır ikliminde

çığ gibi büyüyerekten sen

durup dinlenmeden oku

özgürlük manifestosu kitab'ın nefesinden

sürdürerekten savaşımını…”

Cemaleddin Afgani’yi telif eser vermediği için küçümseyenler de olmuştur. Ama tüm İslam coğrafyasını kuşatmaya başlayan Batılı yaşam tarzına, bakış açısına ve işgale karşı çöküş sürecini yaşayan İslam dünyasında bir direniş ve yeniden varoluş üretmek gerekirdi. Ve ümmetin ancak fıkheden ve ayakta kalan alim ve kanaat önderlerine ulaşarak ve bu insanların güçlerini birbiriyle irtibatlandırarak istişari ve içtihadi temelde bir cevap oluşturulabilirdi. Ayrıca fikri ve fiili alanda asırlardır niçin güç kaybettiğimiz teşhis edilmeliydi. Ki Afgani’ye göre bu gerilemenin sebepleri şunlardı: Saltanat, gayrimüslimlere üst mercilerde görev verilmesi, zındık ve batinilerin taarruzları, uydurma hadisçilik ve İsrailiyyat, eğitimdeki taklitçilik, Moğal-Haçlı istilası, ilim ve amelde İslam’dan uzaklaşma.

Bu çöküş ve kuşatılmayı aşmak için metod anlayışımızı yenileyen bir ıslah projesi ortaya konulmalıydı. İşte Afgani’nin telif ettiği kitap, vahiy-vakıa irtibatından anlayabildiği kadarıyla ortaya koyduğu bu hedefin ve projenin şahitliği ve öncülüğü oldu. Ve bu doğrultuda açtığı çığırda Muhammed Abduh gibi irşad ettiği alimler, en az yazılmayan kitapları kadar önemliydi. Bunun yanında Urvetu’l Vuska perspektifi istişari temelde de üretilse, büyük ölçüde ona aitti. Hilafetle ilgili ve Mesihçiliğe Reddiye başlıklı kitapları müsadere edilmişti ve kayıptı. Ama Müslüman öncülere yazdığı yüzlerce mektubu 20. yüzyılın sonunda derlenebilmiştir

O, Abduh’la birlikte çözülme sürecindeki ümmeti yeniden vahiyle buluşturup diriltebilmek için kaderciliğin ve Kur’an dışı kader anlayışının aykırılıklarını gösterip Müslümanlara fiili sorumluluklarını hatırlatmaya çalıştı. Müslümanlara, hurafelerin yanlışını gösterip, kesin delillere dayanan bilgi ve inanç yolunu anlatmaya çalıştı. Felsefik ve tasavvufi konularda da yorumlara  ancak nassların zahiriyle bağdaşabilirliği oranında esneklik gösterdi.

Onu Batı’ya cevap verirken karşıtlarından etkilenen bir modernist olarak değerlendirenler, “ıslah”ve “muslihun” kavramlarını idrak edemeyen cahiller ve laf cambazlığı yapmaya çalışan gelenekçilerdi ya da milliyetçi veya laik garp zedelerdi.

Türkiye’de, İran’da ve Arap ülkelerinde milli dindarlık anlayışından arınamayanlar, onun Sünnet’e uygun olarak kavimlere kendi dilleriyle hitap etme çağrısını, milli/ulusal uyanışı ve duyguları teşvik ettiği şeklinde yorumlamaya çalıştılar. Oysa onun için temel bağ, kavmi veya seküler ulusçuluk değil, din ve din kardeşliği bağı idi. Ona göre Osmanlılar, Balkanları öncelemek yerine merkezlerini Hicaz’a taşısaydı veya Mekke ve Medine şehirlerini manevi merkez yapsaydı ve nass’a uygun bir uygulamayı gözetselerdi İslami Birlik (İttihad-ı İslam) sorunu zaten çözülürdü. O, artık gelinen gerçeklik içinde İslam coğrafyasının Osmanlı Hilafeti’ne bağlı ve birlikteliğin din esasına bağlandığı 10 eyalet ile birlikte oluşabileceğini söylüyordu. 19. yüzyılın sonunda birlikteliği sağlayacak gerçekçiliği o ancak böyle görüyordu. İttihad-ı İslam fikri için de bu uygulamanın gerçekçi olacağını belirtiyordu.

Osmanlı yıkılırken başta II. Abdulhamid Han ve İttihad-ı Terakki Cemiyeti, Hilafet ve İslamcılık politikaları gütmüşlerdi. Ancak iktidarın merkeze alındığı bu yaklaşım ile, Afgani’nin ümmeti merkeze aldığı İttihad-ı İslam stratejisi arasında belirgin farklar vardı. İşte bu farkları Arnord Toynbee kendi kavramlaştırmasıyla “Pan-İslamizm’in Başarısızlığı” adlı makalesinde şöyle ortaya koyuyordu:

“Osmanlı devletinin patronu Sultan Abdülhamid II (Saltanatı:1876-1909) Seyyid’in (Cemaleddin Afgani) ideali­ni pratiğe aktarmaya uğraştı. Abdülhamid’in yaptığı: Türkiye’nin kalan gücünü Pan-İslâmizmin desteklenme­sine harcamaktan ziyade, Türkiye’nin azalan gücünü ço­ğaltmak için Pan-İslâmizmden politik bir destek sağla­maktı. Böylelikle, Seyyid’in ideallerini çarpıtmıştır.”

Yukarıda belirttiğimiz gibi tabii ki Afgani’nin de eksikleri ve zaafları vardır. Onları da kendi yaşadığı dönemin şartları ve birikimi içinde değerlendirmek gerekir. Ayrıca medresenin ve yönetimin vahyi ölçülerden uzaklaşarak yaşadığı yabancılaşma içinde Müslümanların itikadi, siyasi, idari, sosyal ve kültürel sorunlarını görüp de bu konuda vahiy temelli çözüm üretmeye ve Hz. Muhammed’in uygulamalarını kendi tarihi koşulları içinde yenilemeye çalışan bir ıslah öncüsünün, bir müçtehidin en büyük sıkıntısı niteliksel yalnızlığıdır. Tarihi şartların bütününe bugünden daha geniş bakabilme imkânımız var. Bu yaklaşım içinde Afgani’nin en büyük acısı ise, idrak ve anlayış birlikteliğini paylaşacak yetişmiş İslami şahsiyetlerin azlığı ve bir içtihad meclisi oluşturamamasıdır.

İstişareye ehil İslami şahsiyetlerle yakın ve orta vadeli pratik sorunlarımız için istişare meclisleri oluşturabilmek, Cemaleddin Afgani gibi bizlerin de en büyük arzusu ve hedefi olmalıdır. Yetişmişliğimizin veya olgunluğumuzun ölçüsü, bu hedefi ne kadar gerçekleştirdiğimizle ilgilidir.

                         “…haydi

tepenin ardındadır bizi ısıtan güneş

öylece seslenmişti

öylece sürmüştü atlarını öteye

şimdi sen çakılıp kalacakmısın

hiçbir şey söylemeden yorulmadan

karanlığı avuçlarında boğmadan

umuda susamış yüreklere bu zindan

simsiyah gecelerde şimdi sen

diriliş muştusunu haykırmadan mı öleceksin.” 

Şiir: Ömer Mahir Alper

Kaynak: Haksöz Okulu

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer